Sorting by

×

Kaynaklar

Ekleyen : Sebahattin Sumeli

A GENERAL OVERVIEW OF RESEARCH IN HISTORY OF DISABILITY

N. Zeynep YELÇE*

*Sabancı Üniversitesi, Temel Geliştirme Direktörlüğü, İstanbul, Türkiye e-posta: zeynepyelce@sabanciuniv.edu

ÖZ

ENGELLİLİK TARİHİ YAZILARI

page1image320181888

1. BÖLÜM / CHAPTER 1

ENGELLİLİK TARİHİ ARAŞTIRMALARINA GENEL BİR BAKIŞ

A GENERAL OVERVIEW OF RESEARCH IN HISTORY OF DISABILITY

N. Zeynep YELÇE*

*Sabancı Üniversitesi, Temel Geliştirme Direktörlüğü, İstanbul, Türkiye e-posta: zeynepyelce@sabanciuniv.edu

DOI: 10.26650/B/AA09.2020.007.01

Engellilik Çalışmaları, 1980’lerde Kuzey Amerika ve İngiltere’den başlayarak zaman içinde dünya geneline yayılan engelli hakları hareketi doğrultusunda gelişen bir alandır. Bu gelişme ile paralel olarak etkileri kısa süre içinde tarih alanında da görülmüş ve 2000’li yıllardan itibaren engellilik tarihsel bir analiz konusu halini almıştır. Bu yönde yapılan araştırmalar, engellilik kavramının kendiliğinden var olan bir şey değil, sosyal bir kurgu olduğunu ortaya koymuştur. Araştırmaların zamansal ve coğrafi kapsamı genişledikçe, engellilik tanımının kültüre ve topluma göre değiştiği giderek daha belirgin hale gelmiştir. Bu çalışma, engellilik tarihi araştırmalarının dünyadaki gelişimine, Amerika-Avrupa ekseninde ve Ortadoğu-İslam dünyasında durumuna, ardından da Türkiye’deki çalışmalara genel bir bakış sunmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Engellik çalışmaları, engellilik tarihi, engellilik hareketi ABSTRACT

Disability Studies developed in parallel with the disability rights movement, starting in North America and Europe in the 1980’s, and subsequently spreading around the globe. This development soon influenced the field of history, with disability becoming a point of analysis in research. Studies to this end have demonstrated that the concept of disability is a social construct rather than a natural category. As the scope of research expanded in terms of time and geography, social, and cultural differences in the definition of disability became increasingly visible. This paper briefly outlines the development of the history of disability around the world, its situation in American- European and Middle Eastern-Islamic scholarship, and relevant studies in Turkey.

Keywords: Disability studies, history of disability, disability movement

Giriş

Daha önceleri nüfus, yoksulluk, istihdam, eğitim gibi konular altında değinilen engellilik, 2000’lerde odağın engelli haklarına yönelmesiyle birlikte gözlenen genel paradigma değişi- minin ve tarih çalışmalarında feminist kuramın ve ötekilik çalışmalarının da etkisiyle, kendi adına bir analiz konusu olmaya başlamıştır.1 Son yıllarda gelişen engellilik tarihi çalışmaları- nın siyasi farkındalıktan uzak olmadığını, “ezilen bir azınlığın” deneyimlerine ışık tutmakla kalmadığını belirtmek gerekir. Bu çalışmalar engellilik durumunun tarihsel ve kültürel olarak nasıl anlamlandırıldığını, söz konusu anlamların ardındaki süreçleri, biyolojik unsurlar ile toplumsal yaşam arasındaki karmaşık ilişkiyi incelemektedir.2

Bu çalışmada; dünyada engellilik tarihi çalışmalarının gelişimine ve durumuna kısaca göz atılmaktadır. Engelli hakları hareketinin yayılmasıyla birlikte öncelikle Amerika Birle- şik Devletleri ve İngiltere’de öne çıkmaya başlayan engellilik çalışmaları alanının özellikle 2010’lardan itibaren tarihçilik sahasını da etki altına alışı ve engellilik konusunun tarihçilik alanında bir analiz unsuru haline gelişi ele alınmaktadır. Dünya geneline yayılan hak temelli engellilik yaklaşımlarının Ortadoğu ve İslam dünyasında araştırmaları ne şekilde etkilediğine değinilmektedir. Ardından, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de henüz emekleme dönemin- de olduğunu söyleyebileceğimiz engellilik tarihi araştırmalarının durumuna bakılmaktadır. Bu alanın farklı kaynak türleri ve bakış açıları ile araştırmacılara sunduğu fırsatlar ve yapılacak çalışmaların taşıdığı potansiyel üzerinde durulmaktadır.

1. Dünyada Engellilik Tarihi Araştırmaları

Engellilik çalışmalarının akademik araştırma alanı olarak ortaya çıkışının 1960’larda Amerika’da Engellilik Hareketi’nin başlamasıyla ilişkili olduğu kabul edilmektedir.3 En- gelli hakları hareketi engelli bireylerin deneyimlerinin görülür ve duyulur hale gelmesini sağlamak, ötekileştirilmelerinin ve dışlanmalarının kökünde yatan sebepleri incelemek ve yurttaşlık haklarını savunmak amacıyla 1980’lerden itibaren Amerika Birleşik Devlet- leri ve İngiltere’den başlayarak bütün dünyaya dalga dalga yayılan bir hareket oldu. Bu hareketin etkisiyle akademik çalışmalarına yeni bir yön vermeye başlayan araştırmacılar engellilerin toplum dışına itilişlerini ve ezilişlerini toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasi açılardan değerlendirerek açıklamaya giriştiler. Bu çalışmalar, bir anlamda, engelliliğe

toplumsal yaklaşımlar, başka bir deyişle sosyal model için gereken zemini oluşturmaya katkıda bulundu.4

20. yüzyılın ilk yarısında engellilik üzerine yapılan çalışmalar engeli bireyde arayan me- dikal bir yaklaşımı yansıtmaktaydı. Bu anlayışla yapılan çalışmalar yeti yitimini düzeltilebilir bir kusur olarak gören bir yaklaşımın ürünüydü. Bu anlayış bir yandan engelliliğin tıbbi sebep- lerini araştırırken bir yandan da söz konusu “kusurun” nasıl tamir edilebileceği üzerine kafa yormaktaydı. Engellilik durumunu bir anormallik olarak kabul eden medikal model çerçeve- sinde, engelli kişi -yeti yitimi iyileştirilemediği sürece- yaşantısını tam anlamıyla sürdürmesi mümkün olmayan bir hasta olarak değerlendirilmiştir. 1980’lerde bu yaklaşıma karşı çıkan kesimler sosyal model olarak tanımlanan farklı bir anlayışa yönelmişlerdir. Sosyal model, yeti yitimi ile engellilik arasındaki farkı tanımlamaya odaklanmış; engelli bireyin yaşama her an- lamda katılamamasının yeti yitiminden değil toplumun ve çevrenin yapısından kaynaklandığını ortaya koymuştur. Bu yaklaşıma göre, engel bireyden kaynaklanmamaktadır; çevre bireylerin gereksinimlere göre planlanabilir, değiştirilebilir ve yeniden yapılandırılabilir. Sosyal model engelleri tespit etmek ve ortadan kaldırmak sorumluluğunun resmi kurum ve karar mercilerine ait olduğunu öngörmektedir. Günümüzde dünya genelinde engelli hakları savunucularının ve Birleşmiş Milletler’in (BM) öncülüğünü yaptığı engelli hakları yaklaşımı ise sosyal modelden yola çıkarak ilerlemiştir. Engelliliği yardım gerektiren tıbbi bir durum değil toplumsal zengin- liğin bir unsuru olarak değerlendiren bu yaklaşım engelli bireylerin tüm hizmet ve fırsatlara toplumun diğer kesimleri ile eşit şartlar altında erişme hakkı olduğunu savunmaktadır.5

Engellilik ile ilgili konularda medikal modelden sosyal modele geçiş, ardından da hak temelli yaklaşımlara yöneliş engellilik tarihi çalışmalarına çok kısa sürede yansıdı. Tıp tarih- çileri engellilere medikal açıdan birer “hasta” olarak yaklaşırken, engellilik tarihçileri engelli bireyi tıp kurumlarının dışında eylemleri ve düşünceleri olan bireyler olarak ele almakla işe başladılar. Aradaki fark büyük oranda, engellilik tarihi üzerine çalışan bir tıp tarihçisi olan Sandy Sufian’ın tabiriyle, “her şeyden önce, belli bir toplumda engelliliğin ne anlama geldi- ğini ve engelli kişilerin deneyimlerini anlamaya yönelik bir sorunsal ile” yola çıkılmasından kaynaklanıyordu.6 Alanın önde gelen araştırmacılarından Catherine Kudlick, tıp tarihçilerinin

engelliliği tedavi edilmesi gereken bir mesele, engellileri ise ‘hasta’ ya da ‘kurban’ olarak gördüklerine; engellilik tarihçilerinin ise engelliliğe sadece kişi açısından değil, engellilik ile ilişkili “siyasi, ekonomik, kültürel ilişkiler de dâhil olmak üzere” her unsur açısından baktı- ğına dikkat çeker. Kudlick, öte yandan, iki alanın birbirinden tamamen bağımsız olmadığını, tıp tarihi ile engellilik tarihi alanlarının ortak kaynaklardan ve noktalardan beslendiğini, ara- larında bir diyalog olmasının gerekliliğini de yadsımaz.7

2. Avrupa-Amerika Odaklı Engellilik Tarihi Çalışmaları

20. yüzyılda yıkıcı etkileri olan özellikle İkinci Dünya Savaşı, Vietnam Savaşı, çocuk felci salgını, nüfusun giderek yaşlanması gibi etkenlerin engelli bireylerin sorunlarını toplumsal zeminde daha görünür kıldığı söylenebilir. Engelli hakları hareketinin Kuzey Amerika’dan başlayarak diğer ülkelere yayılması engellilere yönelik kamusal ve toplumsal yaklaşımlara da yön verirken, konuyla ilgili siyasi adımların da harekete destek verdiği görülmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde 26 Temmuz 1990 tarihinde kabul edilen Amerikan Engellilik Yasası (American Disability Act – ADA) engelli bireylerin hizmetlerden yararlanabilmelerini ve ya- sal haklarını engelli olmayan bireylerle eşit düzeyde kullanabilmelerini sağlamak amacıyla yürürlüğe girmişti. ADA günümüzde Amerika dışında Avrupa’da da erişilebilirlik konusunda standart olarak kabul edilmiş bir belge niteliğini taşımaktadır. İngiltere’de, engellilerin yaşamın her alanına katılım sağlaması, hizmet ve haklardan diğer vatandaşlarla eşit düzeyde yararlan- ması ve engellilere yönelik ayrımcılığın önlenmesi için 2010 yılında Eşitlik Yasası (Equality Act) yürürlüğe girmiştir. 15 Kasım 2010 tarihinde Avrupa Birliği Konseyi aracılığıyla üye devletlerce kabul edilen 2010-2020 Engellilik Stratejisi’nde engellilere sağlanan hizmetlerin temel hak olduğu vurgulanmakta ve hak kullanımının önündeki engellerin kaldırılması he- deflenmektedir. Hak temelli yaklaşım Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’nin çeşitli tavsiye kararları ile de desteklenmektedir.8 Bu gelişmelerin de etkisiyle engellilik tarihi alanındaki ilk kapsamlı çalışmaların Amerika-Avrupa ekseninde ortaya çıkmış olması şaşırtıcı değildir.

Avrupa’da engellilerin tarihine eleştirel bir yaklaşımla odaklanan çalışmalara bu gelişme- lerden önce iki yazarın eserlerinde rastlanır. Fransız düşünür ve düşünce tarihçisi Michel Fou- cault’nun (1926-1984) ilk olarak 1961’de Fransızca, 1964’te ise kısaltılmış İngilizce edisyon olarak yayınlanan Folie et Déraison: Histoire de la folie à l’âge classique (Akıl ve Akıl Bo- zukluğu: Klasik Çağda Deliliğin Tarihi) adlı eseri oldukça geniş yankı uyandırmıştır ve günü

müzde halen pek çok çalışmaya ışık tutmaktadır.9 Fransız antropolog Henri-Jacques Stiker’ın Corps infirmes et societes başlıklı kitabı da alanın temel eserlerinden biri sayılmaktadır. Stiker bu kitapta, antik çağlardan kendi yaşadığı döneme kadar olan süre zarfında engelliliğin nasıl temsil bulduğunu mercek altına alır. İlk olarak 1982’de Fransa’da yayınlanan eser, 1997’de Fransa’da revizyonlarla birlikte yeniden basılmış, 1999’da ise İngilizceye tercüme edilerek A History of Disability (Engelliliğin Tarihi) adıyla yayınlanmıştır.10 Foucault’nun yukarıda değindiğimiz eserinin tamamının ilk kez 2006 yılında Fransızcadan İngilizceye History of Madness (Deliliğin Tarihi) başlığıyla çevrilerek daha geniş kitlelere ulaştığı da düşünülecek olursa, bu iki Fransız düşünürün eserlerinin engellilik çalışmalarının gelişimine paralel olarak daha geniş kitlelere ulaşmaya başladığı ve tarih alanındaki çalışmalara entelektüel anlamda bir zemin hazırlamış olduğu görülebilir.11 Stiker’ın İngilizce basımının önsözünde, David T. Mitchell, Stiker’ın çalışmasının 1990’ların ortalarına kadar görülen çalışmalardan farkını vur- gularken, çalışmanın “ne insanın içini rahatlatan ilerlemeci bir gidişat ne de sadece olumlu ve olumsuz unsurlardan oluşan düz bir anlayış” sergilediğini belirtir. Mitchell’a göre, bu eser mevcut kültürel gelişim anlatılarına bir meydan okuyuştur.12

Bu anlamda kilit bir eser olarak nitelenebilecek ilk kapsamlı yayının 2001 yılında Ameri- ka’da Paul Longmore ve Lauri Umansky editörlüğünde yayınlanan The New Disability His- tory: American Perspectives (Yeni Engellilik Tarihi: Amerika’dan Perspektifler) adlı derleme olduğu söylenebilir.13 Ağırlıklı olarak 19. ve 20. yüzyıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde engellilik durumunu mercek altına alan bu kitabın engellilik çalışmalarındaki yeni yaklaşım- ları tarihsel meselelere uyguladığı söylenebilir. Bu derleme engelliliğin tarih alanında meşru bir analiz kategorisi olmasına katkıda bulunmuştur. Kitabın başlığında geçen “yeni” sözcüğü bile aslında büyük bir anlam ifade eder. Bu eser ve ardından gelenler artık kendiliğinden var olan bir eksiklik durumundan değil, toplumsal bir kurgunun tarihinden söz etmektedirler. Araştırmalar geliştikçe, tarihi ve coğrafi kapsam genişledikçe, engellilik tanımının duruma göre değiştiği fark edilir. Belli bir zaman diliminde veya coğrafyada engel olarak görülmeyen bir durumun başka zaman dilimlerinde veya coğrafyalarda engel olarak görülebildiği anla- şılır. Bu gözlemler engellilik kavramının zaman içinde değişim geçirebildiğini, coğrafyaya

göre farklılık gösterebildiğini, tek ve sabit bir kategori olmadığını ve bu nedenle toplumsal bir kurgu olarak değerlendirilmesi ve incelenmesi gereğini ortaya koymuştur.14 2006 yılında kabul edilerek 2008’de yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi’nin girişinde engelliliğin sürekli değişim içinde olan bir kavram olduğunun vurgulanması bu savın genel kabul görmeye başlamasının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.15

2018’de dünya çapında saygınlığı olan iki akademik yayınevi bu yaklaşımla kapsamlı birer derleme yayınlamıştır. Farklı ülkelerden 52 araştırmacının çalışmalarını bir araya getiren The Routledge History of Disability (Routledge Engellilik Tarihi), engellilik tarihini farklı dö- nemler ve kültürler; ulusal engellilik politikaları, programları ve hizmetleri; eğitim ve öğretim; gösteri, bilim, hizmetler ve yurttaşlık hakları olmak üzere dört ana bölüm altında incelemek- tedir. Derlemede yer alan makalelerde antik çağlardan günümüze geniş bir zaman yelpazesi, Kanada’dan Nijerya’ya ve Hong-Kong’a uzanan kapsamlı bir coğrafya, zihinsel engellilerden görme ve işitme engellilere farklı engel grupları tarihi bağlamlar içinde ele alınmaktadır.16 Ox- ford Handbook of Disability History ise farklı alanlardan 30 araştırmacının çalışmalarını kav- ramlar, istihdam, kurumlar, engelliliğin temsili, hareketler ve kimlikler olmak üzere beş ana başlık altında bir araya getirmektedir.17 Engelliliği tarihsel bir analiz noktası olarak zamansal, kültürel ve tematik olarak ele almanın yanı sıra engelliğin kesiştiği diğer kimlik kümeleri ile ilişkisini de göz önünde bulundurmaları bu iki kitabın ortak yönlerindendir.

David Bolt ve Robert McRuer editörlüğünde hazırlanan, Bloomsbury yayınevi tarafından 2020 yılı başında satışa sunulan, A Cultural History of Disability (Engelliliğin Kültürel Tarihi) adlı altı ciltlik kapsamlı seri Batı dünyasında engelliliğe bakışın 2500 yıl içindeki evrimini, farklı kültürel ve toplumsal şartlar altında değişen algıları mercek altına alıyor. Elliden fazla uzmanın katkısıyla hayata geçirilen bu çalışma engellilik tarihi çalışmalarına da yeni bir perspektif getirecektir kuşkusuz.18

3. İslam Dini Odaklı Engellilik Tarihi Çalışmaları

Ortadoğu ülkelerinde engellilik çalışmaları Avrupa ve Amerika merkezli çalışmalardan daha geç başladıysa da bu ülkelerde gelişen engelli hakları hareketleri ile birlikte hız kazan

dığı söylenebilir.19 Örneğin, antropolog Christine Sargent Ürdün’de yaptığı saha çalışma- larında ülkede faaliyet gösteren engelli hakları savunucularının uluslararası engelli hakları kampanyalarında ve kalkınma projelerinde yer aldıklarını, çoğu engelli olan bu aktivistlerin uluslararası ve ulusal mevzuata hâkim olduklarını, uygulamaların kanunlara uyum göstermesi için çabaladıklarını gözlemlemiştir.20 İslam hukukunun engellilere yaklaşımı 1990’lardan bu yana akademik çalışmalara konu olmuş; 2015 yılında ise Kuveyt’te toplanan Uluslararası İslami Fıkıh Akademisi geçmiş ve mevcut gözlemlere dayalı olarak engelli kişilerin bakımına yönelik İslami ilkeleri düzenleyen bir fetva yayınlamıştır.21

Bu anlamda, öncü çalışmalardan biri Sara Scalenghe’nin 2014’de yayınlanan Disability in the Ottoman Arab World (Osmanlı Arap Dünyası’nda Engellilik) adlı kitabıdır. Yazar, Arap dünyasında engellilik tarihi üzerine çalışma yapacak olan birinin karşısına çıkacak ilk zorlu- ğun Arapçada tam olarak bu anlamı taşıyan bir sözcüğün bulunmayışı olduğunu belirtir. Bu da “engelli” ve “engellilik” kavramlarının modern Avrupa kültürünün ürünleri olmasından kaynaklanmaktadır.22 Scalenghe, engellilik çalışmalarının halen Avrupa ve Amerika merkezli ilerlediğini belirtmekle birlikte, Ortadoğu’nun bu çalışmalardan yararlanabileceği gibi bu çalışmalara çok katkı sağlayabileceğinin altını da çizmektedir.23

Engelliliği tarihsel süreçte müstakil olarak ele alan ilk çalışmalardan biri Fareed Haj’ın 1970’de yayınlanan Disability in Antiquity (Antik Çağlarda Engellilik) adlı kitabıdır. İsla- miyet’in ilk altı yüzyılına odaklanan bu çalışmada Haj, hastalık, savaş ve ceza sonucu olu- şan engellilik durumlarının kısa bir tarihçesini sunmakla birlikte genel bir analize gitmemiş, eleştirel bir tutum sergilememiştir.24 Kuzey Amerika’da olduğu gibi Ortadoğu’da da askeri çatışmaların tırmanışa geçmesi ve giderek daha çok insanın hayatını etkiler hale gelmesi ile birlikte bu tutum değişmeye başlamış, engellilerin hak savunuları daha öne çıkmaya baş- lamıştır. Bu bağlamda, Modern Ortadoğu edebiyatlarında engelliliğin yansımaları üzerine çalışan Abir Hamdar, gerek biyografik gerek kurgusal olsun, engellilik anlatılarında görülen artışın Arap dünyasında egemen olan nicel çalışmalara kişisel (ve dolayısıyla nitel) bir boyut kazandırdığını ileri sürer. Ailelerin engelli çocuk sahibi olmaktan utandıkları, engelliliğin

saklandığı, depresif bir konu olarak görüldüğü, dillendirilmesinden çekinilen bir ortamda bu gelişmenin tesadüfi olmadığı görüşünü savunur. Bu değişimin siyasi atmosfere bağlı olduğunu savunan Hamdar, güncel Irak edebiyatının sakatlanmış, bir uzvunu kaybetmiş, hasar görmüş bedenlerin tasvirlerini sıkça gösterdiğini hatırlatır.25

2000’lerde engelliliğin anlamı ve kavramsal değerlendirmeleri akademik anlamda ele alınmaya başlamıştır. Örneğin, Maysaa Bazna ve Tarek A. Hatab engellilik ile ilintili kör, sağır, topal gibi terimlerin Kur ́an’da nasıl geçtiğini inceleyerek konuyla ilgili bir terminoloji yerleştirilmesine katkıda bulunmuş;26 Mohamed M. I. Ghaly, 11. yüzyıl öncesinin fizyonomi metinlerini Şafi ve Hanbeli âlimlerinin fizyonomi savları ile karşılaştırmıştır.27

2000’lerden itibaren farklı alanlardaki derleme ve ansiklopedilerde de Ortadoğu ve İslam toplumlarında engellilik üzerine en az birer çalışmanın yer aldığı görülür.28 Örneğin, 2004 yılında Suad Joseph editörlüğünde yayınlanan Encyclopedia of Women & Islamic Cultures (İslam Kültürleri ve Kadınlar Ansiklopedisi) adlı ansiklopedinin ikinci cildinde konu “Engel- lilik” başlığı altında ayrı bir bölümde ele alınmıştır.29 Sara Scalenghe’nin Medieval Islamic Civilization: An Encyclopedia için kaleme aldığı “Engellilik” maddesi de İslam dünyasının ta- rihi üzerine odaklanan ansiklopedilerde engellilik başlığının yer almaya başlamasına örnektir.30

Son olarak, International Journal of Middle East Studies’in (Uluslararası Ortadoğu Ça- lışmaları Dergisi) Şubat 2019’da yayınlanan sayısında yer alan Yuvarlak Masa bölümünün konusu Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Engellilik Çalışmaları idi. Yedi araştırmacı tarafından hazırlanan bölümde bu coğrafyada Engellilik Çalışmaları’nın gelişimi;31 Ortaçağ engellilik anlatılarında aile içi şiddet;32 İslam hukukunda engelliliğe yönelik yaklaşımlar;33 tıp ve en

gellilik tarihleri yazımı;34 akıl sağlığı ve Engellilik Çalışmaları;35 Arap edebiyatında engelli bedenler;36 engelliliğin Ortadoğu antropolojisinde konumlandırılması37 konuları ele alınmıştır.

4. Türkiye’de Engellilik Tarihi Çalışmaları

Engellilik Çalışmaları alanının Türkiye’de dünyada gelişen çalışmaları izleyerek başladığı söylenebilir. Öte yandan, bu alanın Türkiye’de, diğer ülkelerde olduğu gibi, hak savunucula- rının ve engelli aktivistlerin çalışmalarından hız aldığını söylemek de yanlış olmayacaktır. 12 Mart 2013 tarihli TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Raporu’nda 1991 seçimlerinden beş ay önce “400-500 kişiden oluşan engelli bir grubun siyasi parti grupları ile görüşerek engelliler hakkında yasa taslağını ilgilere sunduğu, bu hareketin de engellile- rin toplumdaki yerinin fark edilmesine yol açtığı” vurgulanmıştır.38 Aynı dönemde sunulan TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Raporu’nda, Birleşmiş Milletler Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşmesi’nde belirtildiği gibi, engelliliğin insan hakları hukukunun vazge- çilmez bir parçası olduğunun; engelli haklarının bireyin toplumsal yaşama, ayrımcılığa maruz kalmaksızın diğer bireylerle eşit katılımını öngördüğünün altı çizilmiştir.39

Birleşmiş Milletler’in 2006’da kabul ettiği “Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşme”nin Türkiye tarafından imzalanması Türkiye’de engelli hakları hareketi açısından kayda değer bir gelişmedir.40 Devlet bu sözleşmeye taraf olarak engellileri “hak öznesi özerk bireyler” olarak tanımış ve kabul etmiştir:

Engellilerin talepleri ve hak temelli mücadeleleriyle “engelliliğin bir insan hakları meselesi olduğu” küresel anlamda kabul edilen bir yaklaşım haline gelmiştir. Artık engelliler kendileri hakkında başkaları tarafından karar verilen koruma ve yardıma muhtaç bireyler olarak görül- mek yerine kendi yaşamları üzerinde yetki ve karar sahibi hak öznesi özerk bireyler olarak

kabul edilmektedir. Bu yaklaşım engellilerin tüm insan hak ve temel özgürlüklerinden tam ve eşit şekilde yararlanmasını teşvik ve temin etmek ile insanlık onurlarına saygıyı güçlendirmek amacını taşıyan EHİS’in BM tarafından 2006 yılında kabul edilmesiyle resmiyet kazanmıştır. 30 Mart 2007 tarihinde imzalaya açılan EHİS ülkemiz tarafından aynı tarihte imzalanmış ve onay süreci tamamlanarak 2009 yılında Sözleşme’ye taraf olunmuştur. Sözleşme’nin Ek ihti- yari protokolü ise aynı yıl imzalanarak onay süreci 26 Mart 2015 tarihinde tamamlanmıştır.41

Osmanlı döneminde engelliliğin tarihi açısından öncü çalışmalardan biri Sara Scalen- ghe’nin yukarıda adı geçen çalışmasıdır. Yazarın doktora teziyle başlayıp Disability in the Ottoman Arab World, 1500–1800 adlı kitabına varan ilgisi Mark Miles’ın “Signing in the Seraglio: Mutes, Dwarfs and Jestures at the Ottoman Court, 1500–1700,” (Sarayda İşaretleş- mek: Osmanlı Sarayında Dilsizler, Cüceler ve El Hareketleri) adlı makalesi ile başlamıştı.42 Osmanlı dünyasında engellileri ele alan ilk çalışmalardan biri olan bu makale Engellilik Ça- lışmaları alanının öncü yayınlarından Disability & Society dergisinde yayınlandı. Miles’ın çalışması bir yandan Osmanlı tarihinin dünya tarihçiliğinin ana akımında yerini almasına katkı sunarken, bir yandan da Osmanlı tarihi araştırmacılarına yeni bir alan açmış, engellilik tarihi çalışmalarına bir kapı aralamıştı. Miles 16. ve 17. yüzyıl kaynaklarında dilsizler ve ara- larında anlaşmak için kullandıkları işaret dili hakkında yazılanları modern dilbilimi ve tarih yazımı ölçütlerine göre incelemişti. Yazar, “ciddi” Osmanlı tarihçilerinin dilsizleri, cüceleri ve “soytarılar”ı ciddiyetsiz bulduklarını, çalışmalarında nadiren ancak bir dipnot olarak yer verdiklerini, konuyu “ilginç” bulan tarihçilerin de nezaketten (ya da ayıp olur) endişesiyle yazmaktan kaçındıklarını belirtiyordu.43 Scalenghe de modern Osmanlı tarihçiliğinde bu ko- nudaki boşluğu dile getirir:

Engelli kişiler Osmanlı Arap dünyasının genel manzarası içinde toplumla bütünleşmiş bir un- sur olmasına rağmen, araştırmacılar tarafından neredeyse görmezden gelinmişlerdir. Kenarda köşede kalmış ve güçten mahrum bırakılmış grupların yaşantılarına genellikle duyarlı olan, insanlık deneyiminin hemen hemen her veçhesi üzerine derinlikli ve nüansları gözeten bir şekilde yaklaşarak yazmış olan toplumsal tarihçiler bile engellilik konusuna pek ilgi göstermiş değiller. Aslında A.B.D. uyruklu engellilik tarihçisi Douglas Baynton’ın “bakacak olursanız ta- rihin her köşesinde engellilik olduğunu görürsünüz, ama yazdığımız tarihlerde” şeklindeki çar- pıcı yorumu Arap dünyası üzerine yapılan akademik çalışmalar bağlamına tam olarak uyuyor.44

2000 yılından bu yana bakıldığında Türkiye’de engellilik tarihi alanında yapılan çalışma- ların ağırlıklı olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun son, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönem- lerine yoğunlaştığı görülebilir. Bu durumun büyük oranda söz konusu dönem için belge ve kaynakların daha erişilebilir ve çeşitli olmasından kaynaklandığı düşünülebilir. Ancak duru- mun sadece bundan ibaret olmadığını da belirtmek gerekir. 19. yüzyıl ortalarından 20. yüzyılın ortalarına kadar büyük ölçekli savaşlar, çocuk felci gibi büyük salgınlar, geniş etkiler yaratan ekonomik buhranlar yeti yitimine uğrayan kişileri daha görünür kılmış olmalıdır. Yeti yitimini düzeltilmesi gereken bir kusur olarak gören tıbbi odaklı yaklaşımların yanı sıra engellilik durumunu ortadan kaldırıp engellileri “normal” insan yapmaya yönelik eğitim programları, kurumsal çalışmalar ve tıbbi gelişmeler bu dönemde kurumsallaşmanın giderek genişlemesine şahit olmuştur. Bu da dönem hakkında hem daha kapsamlı ve çeşitli kaynaklar bulma imkânı hem de bu kurumsallaşma sürecini sorunsallaştırma gereği doğurmuştur.

2000’li yıllarda engellilik tarihi üzerine uluslararası yayınevleri tarafından yayınlanan derlemelerde yer alan Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti odaklı çalışmalarda da bu dönemin ağır bastığı görülmektedir. Ayça Alemdaroğlu’nun soy ıslahı (öjenik) fikri- nin kökenlerine indiği, 1920’lerde ve 1930’larda Türkiye’nin ulus-devlet inşa sürecindeki etkilerini incelediği “Eugenics, Modernity, and Nationalism” (Soy Islahı, Modernite ve Mil- liyetçilik) başlıklı makalesi 20. yüzyıl başlarında siyasi iktidar ile tıbbi söylemler arasındaki dinamiği ve bu dinamiğin kapsama ve dışlama süreçlerindeki rolünü incelemektedir.45 Mualla Erkılıç, yukarıda sözü geçen The Routledge History of Disability’de yer alan “Developments in Disability Issues during the Late Ottoman Period of Turkish History from 1876 to 1909” (Türk Tarihinin 1876-1909 Arası Geç Osmanlı Döneminde Engellilik ile İlgili Meselelerdeki Gelişmeler) başlıklı makalesinde, söz konusu dönemde engellilere yönelik tutumları, eğitim ve hizmet konularında atılan kurumsal adımları incelemektedir. Erkılıç, engellilere yönelik İslami ilkelerle yönlenen hayırseverlik ve sadaka yaklaşımının 19. yüzyıl sonlarına doğru yerini engelli bireylerin eğitilebilir (ve dolayısıyla işe yarayabilir) olduğu yönündeki görüşe bıraktığını belirtir ve bu süreci II. Abdülhamid döneminin kurumsallaşma ve modernleşme reformları bağlamında değerlendirir.46

Bu durumu örneklendirmek açısından 2000’li yıllarda yazılmış üç lisansüstü teze de bakı- labilir. Söz konusu tezlerin ikisinin kurumsallaşmanın çok yoğun olarak gözlenebildiği II. Ab

dülhamid (1842-1918) dönemini ele alması şaşırtıcı değildir. Kamuran Şimşek, 2017 yılında tamamladığı “II. Abdülhamit Dönemi Osmanlı Devleti’nde Engelliler ve Engelli Politikaları (1876-1909)” başlıklı doktora tezinde savaş, hastalık, iş kazası ve yaşlılık gibi sonradan orta- ya çıkan nedenler neticesinde engelli sayısında yaşanan artış karşısında Osmanlı Devleti’nin ürettiği sosyal politikaları ele almıştır. Şimşek, II. Abdülhamid’in maddi yardımların yanı sıra kimsesiz, yaşlı ve engellilerin iaşe, barınma, bakım ve eğitim gibi ihtiyaçlarının karşılanması- na yönelik olarak tesis ettiği müesseseler hakkında bilgi vermektedir. Çalışmada söz konusu müesseselerden, özellikle, Osmanlı Devleti’nde engelli çocukların eğitimi konusunda atılan ilk adım olması nedeniyle ayrı bir önem atfedilen Sağır, Dilsiz ve Ama Mektebi üzerinde du- rulmaktadır.47 Bu minvalde, İzi Harika Karataş tarafından 2007’de sunulan “An Analysis of Policies towards the Born Disabled, Victims of Work Accidents and Natural Disasters during the Hamidian Era, 1876-1909” (II. Abdülhamid Dönemi’nin Fiziksel Engelli, Kazazede ve Felaketzedelere Yönelik Politikalarının Bir Analizi, 1876-1909) başlıklı yüksek lisans tezinde engellileri korumaya yönelik farklı politikalar ve girişimler analiz edilerek, II. Abdülhamid döneminde görülen kurumsallaştırma çabaları kamuya yönelik standartlaştırılmış hizmet ya- ratma çerçevesinde değerlendirilmektedir. Karataş tezinde kurumsal bilgilerin bir adım ile- risine geçerek atılan adımları II. Abdülhamid’in siyasi gündemi ve iktidarını meşrulaştırma çabaları bağlamında da incelemiştir.48 Bu dönemin tıbbi ve kurumsal bağlamına dair ipuçları içermesi açısından, Hasan Basri Sayı tarafından 2008’de sunulan “Osmanlı Belgeleri Işığın- da Dr. Esat Bey’in Biyografisi ve Görme Engellilere Yönelik Eğitim Çalışmaları” başlıklı, biyografik nitelikli yüksek lisans tezi örnek olarak zikredilebilir. Tezde Mehmet Esat Işık’ın (1865-1936) hayatının yanı sıra Türkiye’de özel eğitim ve özellikle görme engellilerin eğitimi alanındaki katkıları arşiv belgeleri ışığında ele alınmıştır.49

Türkiye’de engellilik tarihi alanındaki araştırmalar ağırlıklı olarak dilsizler, sağırlar ve körler üzerine yoğunlaşmış durumdadır. İşitme ve görme engellilerin eğitimine yönelik ça- lışmalar en sık karşımıza çıkanlardır; bunu istihdam konulu çalışmalar izlemektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda özellikle sağır ve dilsizler olmak üzere engellilerin eğitimi ve istihdamı üzerine yoğunlaşan çalışmalarında Osmanlı döneminde engellilik durumunun ve engellilere yaklaşımın yekpare bir modele indirgenemeyeceğini vurgulayan Sezai Balcı da özellikle 19.

yüzyılın sonlarına doğru belediyecilik hizmetlerinde bakanlıkların gelişmesiyle birlikte pek çok değişim yaşandığını ortaya koymaktadır.50

Ezgi Dikici’nin 2006 yılında tamamladığı yüksek lisans tezinin bir özeti niteliğindeki “Saltanat Sembolü Olarak ‘Farklı’ Bedenler: Osmanlı Sarayında Cüceler ve Dilsizler” başlıklı makalesi, dünyada görülmekte olan kavramsal yaklaşımı karşılaştırmalı tarih anlayışıyla Tür- kiye’de geniş bir okuyucu kitlesine sunan ilk örneklerdendir.51 Dikici, “Imperfect Bodies, Per- fect Companions? Dwarfs and Mutes at the Ottoman Court in the Sixteenth and Seventeenth Centuries” başlıklı tezinde 16. ve 17. yüzyıllarda sarayda istihdam edilen cüce ve dilsizlerin işlevlerinin ve koşullarının yanı sıra dönemin siyasi ve idari şartlarında üstlendikleri sembolik anlamları da ele almaktadır.52

Sağırlar ve dilsizlerden sonra en iyi incelenmiş grubun körler olduğu görülmektedir. Âmâlık engellilik tarihi çalışmalarında diğer engel gruplarından daha fazla yer tutmakla bir- likte, bu konudaki araştırmalar da ağırlıklı olarak 19. ve 20. yüzyıllarda kurumsal odaklı eğitim ve istihdam konularında yoğunlaşmış durumdadır. İdris Yücel’in 1902-1914 yılları arasında faaliyet gösteren Urfa Amerikan Körler Okulu üzerine yaptığı çalışma kurumsal bir zeminden yola çıkarak söz ettiğimiz eğitim ve istihdam çabalarını özel bir örnek üzerinden incelemektedir.53 “Bir Misyonerlik Uygulamasının Teorisi ve Pratiği: Urfa Amerikan Körler Okulu (1902-1914)” başlıklı makalede geçen “Osmanlı coğrafyasındaki misyonerlerin mev- cudiyetini, Ermeni meselesi ekseninin ötesinde, birkaç basamak yukarıdan değerlendirmek, misyonerlik faaliyetlerinin bütüncül olarak idrak edilmesine yardımcı olacaktır,” ifadesinden anlaşılacağı üzere,54 Yücel’in asıl odağı engellilik değil misyonerlik faaliyetlerinin işleyiş mekanizmasıdır. Okul misyonerlik faaliyetleri çerçevesinde dinî propaganda ve misyonerlik uygulamasının aracı olsa da yazarın Amerikan Bord arşivlerinden çıkardığı belgeler okulun eğitmenleri, öğrencileri, veliler ve çevredeki halk hakkında aydınlatıcı bilgiler sunmaktadır. Daha da önemlisi, körlerin eğitiminin ve dolayısıyla sosyal ve ekonomik anlamda topluma katılımlarının bir yandan hayırseverlik ve sosyal yardımlaşma kavramları bir yandan da dini propaganda ile nasıl iç içe geçtiğine ışık tutmaktadır.

5. Sonuç Yerine: Yeni Ufuklar

Türkiye’de engellilik tarihi dendiğinde önümüzde neredeyse el değmemiş, keşfedilmeyi bekleyen bir alan duruyor. Tarihçilerin diğer pek çok alanda kullanmaya başlamış olduğu sıra dışı kaynaklar, değişik yaklaşımlar, disiplinler arası yöntemler ve sorulabilecek farklı sorular tarihsel süreçte engelli bireylerin deneyimlerine ve toplumsal algılara da ışık tutabilir.

Miles, Osmanlı tarihçiliğine yeni bir kapı aralayan makalesinde günümüzün engellilik tarihçilerine bir uyarıda bulunur:

Modern engellilik çalışmaları dünyası bir başka hususa daha dikkat etmeli. Engellilerin tarihini yazmak için başvuracağımız kayıtlar karşımıza güzelce paketlenmiş, ayıklanmış ve kamuoyuna sunulmaya uygun bir şekilde çıkmaz pek. Kanıtlar genellikle hem bölük pörçük hem de orijinalinin üzerinden defalarca kez geçilmiş haldedir. Neredeyse tümü algıları şu anda içinde bulunduğumuz “görgülü toplumda kabul edilebilir” olandan çok farklı olan yazarların elinden çıkmıştır.55

Bu yazarların dünyalarını, algılarını, yargılarını anlamak engellilik kavramının zaman içinde geçirdiği safhaları ve bugünkü toplumsal tutumlara nasıl varıldığını anlamayı da kolay- laştıracaktır. Öte yandan, yine Miles’ın belirttiği gibi, geçmişin anlamlarını belli bir belgede veya kitapta bulmak mümkün olmayacaktır. İlk anda akla gelmeyecek farklı kaynaklarda satır aralarını okumak gerekecektir.

Bakacağımız kaynaklar neler olmalı? Aslında bu sorunun net bir yanıtı da kaynakların bir sınırı da yok. Örneğin, altı Sünni âlimin yazıları üzerinden Ortaçağ İslam dünyasında engelli algısını ortaya koyan Kristina L. Richardson, bu amaç doğrultusunda minyatürlü yazmalardan yola çıkarak mektuplar, tezkireler, seyahatnameler, gazeller, risaleler, kronikler gibi birincil kaynaklarda da engelliliğin izlerini arar.56 Richardson, tarihi kaynaklarda engellilik ile şiddet arasındaki bağlantılara dikkat çektiği bir başka çalışmasında, aile içi şiddet vakalarının da bu konuda aydınlatıcı olduğunu belirtir. Bu bağlantıları ortaya çıkarabilmek için kroniklere, edebiyat eserlerine, kadı sicillerine bakılmasını önerir.57 Suriye ve Lübnan’ın modern tarihi üzerine çalışmalar yürüten Beverly Tsacoyianis, 20. yüzyılın ilk yarısında tıbbi kaynaklarda akıl hastalıklarına yönelik yaklaşımları incelerken, Şam’da yaptığı araştırmalar sırasında, Douma’daki İbni Sina Akıl Hastanesi’nin hasta kayıtlarının yanı sıra Beyrut’taki Lübnan Hastanesi’nin kayıtlarında yer alan yazışmalar ve raporlar arasında hastaların ve yakınlarının

mektuplarına rastladığını anlatır. Mektupların bireysel düzeyde bilgilerin yanı sıra zihinsel engellilerin içinde bulundukları toplumsal durumlar hakkında bilgi verdiğini belirtir.58 Son yıllarda kronikler ve kadı sicilleri gibi pek çok kaynak türünün transkripsiyonlu olarak yayın- lanmış olması, arşivlerin bir kısmının ve süreli yayınların büyük oranda dijitalleşmesi, internet aracılığı ile diğer devletlerin bilgi ve belgelerine erişim sağlanması kaynak konusunda büyük fırsatlar sunar.

  1. Michael Rembis, Catherine J. Kudlick, and Kim Nielsen, “Introduction”, The Oxford Handbook of Disability History, ed. Michael Rembis v.dğr. (New York: Oxford University Press, 2018), 4.
  2. David M. Turner, “Introduction: Approaching Anomalous Bodies”, Social Histories of Disability and Deformity, ed. Kevin Stagg v.dğr. (Oxon and New York: Routledge, 2006), 1-2.
  3. Lindsey Patterson “The Disability Rights Movement in the United States”, Oxford Handbook of Disability History, ed. Michael Rembis v.dğr. (Oxford: Oxford University Press, 2018), 439-458.
  4. Rembis v.dğr., “Introduction”, 1-20.
  5. Tom Shakespeare, “The Social Model of Disability”, The Disability Studies Reader, ed. Lennard J. Davis, 4th ed. (London: Routledge, 2013), 214-221; Paul Harpur, “Embracing the New Disability Rights Paradigm: The Importance of the Convention on the Rights of Persons with Disabilities”, Disability & Society 27/1 (2012): 2, 5; Kaufman-Scarborough, Carol ve Stacey Menzel Baker, “Do People with Disabilities Believe the ADA Has Served Their Consumer Interests?”, Journal of Consumer Affairs 39/1 (2005): 3-5.
  6. Sandy Sufian, “Engaging in Productive Conversation: Writing Histories of Medicine and Disability in the Middle East and North Africa”, International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 120-123.
  7.  Catherine Kudlick, “Social History of Medicine and Disability History”, Oxford Handbook of Disability History, ed. Michael Rembis v.dğr. (Oxford: Oxford University Press, 2018), 105-124.
  8. Zeynep Nevin Yelçe, Dilşah Pınar Ensari ve Mehmet Bora Burat, “Bilgi ve Hizmete Erişim”, Engelsiz Türkiye İçin: Yolun Neresindeyiz? Mevcut Durum ve Öneriler, ed. Elzi Menda v.dğr. (İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2013), 21-22.
  9. Türkçe çevirisi için, bkz. Deliliğin Tarihi, çev. Mehmet Ali Kılıçbay (İstanbul: İmge Yayınevi, 1992).
  10. Henri-Jacques Stiker, Corps infirmes et societes, (Paris: Aubier-Montaigne, 1982); Corps infirmes et societes (Paris: Dunod, 1997); A History of Disability, çev. William Sayers (Ann Arbor: University of Michigan Press, 1999).
  11. Michel Foucault, History of Madness, çev. Jonathan Murphy ve Jean Khalfa (New York: Routledge, 2006).
  12. Stiker, A History of Disability, s. vii.
  13. The New Disability History: American Perspectives, ed. Paul Longmore v.dğr. (New York: New York University Press, 2001).
  14. Roy Hanes, “Introduction”, The Routledge History of Disability, ed. Roy Hanes v.dğr. (New York: Routledge, 2018), 1-6; Rembis v.dğr., “Introduction”, s. 7.
  15. “United Nations Convention on the Rights of Persons with Disabilities” (Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi), Giriş (5). Erişim tarihi: 21.08.2019, https://www.un.org/development/desa/disabilities/convention- on-the-rights-of-persons-with-disabilities/preamble.html
  16. The Routledge History of Disability, ed. Roy Hanes v.dğr. (New York: Routledge, 2018).
  17. Michael Rembis ve diğ., Oxford Handbook of Disability History (Oxford: Oxford University Press, 2018).
  18. Daha geniş bilgi için, bkz. https://www.bloomsbury.com/uk/a-cultural-history-of-disability-9781350029538/
  19. Sara Scalenghe, Disability in the Ottoman Arab World (New York: Cambridge University Press, 2014), 8-9.
  20. Christine Sargent, “Situating Disability in the Anthropology of the Middle East”, International Journal ofMiddle East Studies 51/1 (2019): 131-134.
  21. Vardit Rispler Chaim, “Some Observations on Attitudes to Disability in Islamic Law”, International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 116-119. 213 numaralı bu fetva “İslam Hukukunda Engelli Bireylerin Haklarına Dair Fetva” başlığını taşımaktadır.
  22. Sara Scalenghe, Disability in the Ottoman Arab World, s. 1.
  23. Scalenghe, “Disability Studies”, s. 109.
  24. Fareed Haj, Disability in Antiquity (New York: Philosophical Library, 1970).
  25. Hamdar, “Between Representation and Reality”, 127-130.
  26. Maysaa S. Bazna ve Tarek A. Hatab. “Disability in the Qurʾan: The Islamic Alternative to Defining, Viewing,and Relating to Disability”, Journal of Religion, Disability and Health 9/1 (2005): 5–27.
  27. Mohamed M. I. Ghaly, “Physiognomy: A Forgotten Chapter of Disability in Islam: The Discussion of MuslimJurists”, Bibliotheca Orientalis 66/3-4 (2009): 161–197.
  28. Örnek olarak, bkz. Kristina L. Richardson, “Disability? Perspectives on Bodily Difference from the Middle East”, Why the Middle Ages Matter: Medieval Light on Modern Injustice, ed. Celia Ghazelle v.dğr. (Londra ve New York: Routledge, 2011), s. 121–129.
  29. “Disabilities”, Encyclopedia of Women & Islamic Cultures, c. 2, ed. Suad Joseph (Leiden, The Netherlands: Brill, 2004).
  30. Sara Scalenghe, “Disability”, Medieval Islamic Civilization: An Encyclopedia, ed. Josef Meri (New York: Routledge, 2006), 1: 208-209.
  31. Sara Scalenghe, “Disability Studies in the Middle East and North Africa: A Field Emerges”, International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 109-112.
  32. Kristina L Richardson, “Domestic Violence in Medieval Disability Narratives”, International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 113-115.
  33. Vardit Rispler Chaim, “Some Observations on Attitudes to Disability in Islamic Law”, International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 116-119.
  34. Sandy Sufian, “Engaging in Productive Conversation: Writing Histories of Medicine and Disability in the Middle East and North Africa”, International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 120-123.
  35. Beverly Tsacoyianis, “From Patient to Survivor: Mental Health and Disability Studies”, International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 124-126.
  36. Abir Hamdar, “Between Representation and Reality: Disabled Bodies in Arabic Literature”, International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 127-130.
  37. Christine Sargent, “Situating Disability in the Anthropology of the Middle East”, International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 131-134.
  38. “Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Raporu”, Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Yer Alan Engelli Bireylere Yönelik İbarelerin Değiştirilmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, Esas No: 1/745, 2/594, 847, 1037, Karar No: 12, (12.03.2013), s. 25. Erişim tarihi: 28.08.2019, https://www.tbmm.gov.tr/ sirasayi/donem24/yil01/ss436.pdf
  39. “İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Raporu”, Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Yer Alan Engelli Bireylere Yönelik İbarelerin Değiştirilmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, Esas No: 1/745, Karar No: 42, (04.03.2013), s. 19. Erişim tarihi: 28.08.2019, https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss436.pdf
  40. Karar ve sözleşme metni için, bkz. Resmi Gazete, 27288 (14.07.2009). Erişim tarihi: 20.08.2019, http://www. resmigazete.gov.tr/eskiler/2009/07/20090714-1.htm
  41. Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşme Kapsamında Engelli Hakları Ulusal Göstergeleri Kitabı, Mart 2016. Erişim tarihi: 28.08.2019, https://ailevecalisma.gov.tr/ media/5599/engellilerin-haklarina- iliskin-sozlesme-kapsaminda-engelli-haklari-ulusal-gostergeleri-kitabi- turkce.pdf
  42. Mark Miles, “Signing in the Seraglio: Mutes, Dwarfs and Jestures at the Ottoman Court, 1500–1700”, Disability & Society 15 (2000): 115-134.
  43. Miles, “Signing in the Seraglio”, 129.
  44. Scalenghe, Disability in the Ottoman Arab World, 5.
  45. Ayça Alemdaroğlu, “Eugenics, Modernity, and Nationalism”, Social Histories of Disability and Deformity, ed. Kevin Stagg v.dğr. (New York: Routledge, 2006), 126-141.
  46. Mualla Erkılıç, “Developments in Disability Issues during the Late Ottoman Period of Turkish History from 1876 to 1909”, The Routledge History of Disability ed. Roy Hanes v.dğr. (Oxon and New York: Routledge, 2018), 56-69.
  47. 47  Kamuran Şimşek, II. Abdülhamit Dönemi Osmanlı Devleti’nde Engelliler ve Engelli Politikaları (1876-1909), (Doktora Tezi, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2017).
  48. İzi Harika Karataş, “An Analysis of Policies towards the Born Disabled, Victims of Work Accidents and Natural Disasters during the Hamidian Era, 1876-1909” (II. Abdülhamid Dönemi’nin Fiziksel Engelli, Kazazede ve Felaketzedelere Yönelik Politikalarının Bir Analizi, 1876-1909), (Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007).
  49. Hasan Basri Sayı, Osmanlı Belgeleri Işığında Dr. Esat Bey’in Biyografisi ve Görme Engellilere Yönelik Eğitim Çalışmaları, (Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008).
  50. 50  Sezai Balcı, Osmanlı Devleti’nde Engelliler ve Engelli Eğitimi: Sağır Dilsiz ve Körler Mektebi (İstanbul: Libra Kitapçılık ve Yayıncılık, 2013) ve “Osmanlı Bürokrasisinde Engelli (Sağır-Dilsiz) İstihdamı”, Osmanlı İstanbulu V: V. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu Bildirileri, ed. Feridun Emecen ve Emrah Safa Gürkan (İstanbul: İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, 2018), 637-74.
  51. Ezgi Dikici, “Saltanat Sembolü Olarak ‘Farklı’ Bedenler: Osmanlı Sarayında Cüceler ve Dilsizler”, Toplumsal Tarih 248 (2014): 16-25.
  52. Ezgi Dikici, Imperfect Bodies, Perfect Companions? Dwarfs and Mutes at the Ottoman Court in the Sixteenth and Seventeenth Centuries, (Yüksek Lisans Tezi, Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi, 2006).
  53. İdris Yücel, “Bir Misyonerlik Uygulamasının Teorisi ve Pratiği: Urfa Amerikan Körler Okulu (1902-1914)”, Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi 7/14 (2011): 65-86.
  54. Yücel, “Bir Misyonerlik Uygulamasının Teorisi”, 67.
  55. Miles, “Signing in the Seraglio”, 129.
  56. Kristina L. Richardson, Difference and Disability in the Medieval Islamic World: Blighted Bodies (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2012).
  57. Richardson, “Domestic Violence”, 113-115.

Kaynakça / References Mevzuat ve Resmi Kaynaklar

Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşme Kapsamında Engelli Hakları Ulusal Göstergeleri Kitabı, Mart 2016.

“İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Raporu”. Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Yer Alan Engelli Bireylere Yönelik İbarelerin Değiştirilmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, Esas No: 1/745, Karar No: 42, (04.03.2013), s. 19.

Resmi Gazete, no. 27288 (14.07.2009).

“Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Raporu”. Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Yer Alan Engelli Bireylere Yönelik İbarelerin Değiştirilmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Ka- rarnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, Esas No: 1/745, 2/594, 847, 1037, Karar No: 12, (12.03.2013), s. 25.

United Nations Convention on the Rights of Persons with Disabilities (Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi), Giriş (5).

Akademik Çalışmalar

“Disabilities”. Encyclopedia of Women & Islamic Cultures. ed. Suad Joseph, c. 2 (Leiden, The Netherlands: Brill, 2004).

Alemdaroğlu, Ayça. “Eugenics, Modernity, and Nationalism”. Social Histories of Disability and Deformity, ed. Kevin Stagg ve David M. Turner. 126-141. New York: Routledge, 2006.

Balcı, Sezai. “Osmanlı Bürokrasisinde Engelli (Sağır-Dilsiz) İstihdamı”. Osmanlı İstanbulu V: V. Uluslararası Osmanlı İstanbulu Sempozyumu Bildirileri. Ed. Feridun Emecen and Emrah Safa Gürkan. 637–74. İstanbul: İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, 2018.

Balcı, Sezai. Osmanlı Devleti’nde Engelliler ve Engelli Eğitimi: Sağır Dilsiz ve Körler Mektebi. İstanbul: Libra Kitapçılık ve Yayıncılık, 2013.

Bazna, Maysaa S. ve Hatab, Tarek A. “Disability in the Qurʾan: The Islamic Alternative to Defining, Viewing, and Relating to Disability”. Journal of Religion, Disability and Health 9/1 (2005): 5–27.

Chaim, Vardit Rispler. “Some Observations on Attitudes to Disability in Islamic Law”. International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 116-119.

Dikici, Ezgi. “Saltanat Sembolü Olarak ‘Farklı’ Bedenler: Osmanlı Sarayında Cüceler ve Dilsizler”. Toplumsal Tarih 248 (2014): 16-25.

Dikici, Ezgi. Imperfect Bodies, Perfect Companions? Dwarfs and Mutes at the Ottoman Court in the Sixteenth and Seventeenth Centuries. Yüksek Lisans Tezi, Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi, 2006.

Doğan, Aylin. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Modern Anlamda Yapılan İlk Nüfus Sayımı Verilerine Göre Antal- ya Kaleiçi Nüfusu Üzerine Demografik Bir İnceleme”. Mediterranean Journal of Humanities 4/2 (2014): 79–81.

Erkılıç, Mualla. “Developments in Disability Issues during the Late Ottoman Period of Turkish History from 1876 to 1909”. The Routledge History of Disability. Ed. Roy Hanes, Ivan Brown ve Nancy E. Hansen. 56- 69. Oxon and New York: Routledge, 2018.

Foucault, Michel. Folie et Déraison: Histoire de la folie à l’âge classique. Paris: Librairie Plon, 1961.

Foucault, Michel. Deliliğin Tarihi. Çev. Mehmet Ali Kılıçbay. İstanbul: İmge Yayınevi, 1992.

Foucault, Michel. History of Madness. Çev. Jonathan Murphy ve Jean Khalfa. New York: Routledge, 2006.

Ghaly, Mohamed M. I. “Physiognomy: A Forgotten Chapter of Disability in Islam: The Discussion of Muslim Jurists”. Bibliotheca Orientalis 66/3-4 (2009): 161-197.

Haj, Fareed. Disability in Antiquity. New York: Philosophical Library, 1970.
Hamdar, Abir. “Between Representation and Reality: Disabled Bodies in Arabic Literature”. International Jour-

nal of Middle East Studies 51/1 (2019): 127-130.
Harpur, Paul. “Embracing the New Disability Rights Paradigm: The Importance of the Convention on the Rights

of Persons with Disabilities”. Disability & Society 27/1 (2012): 1-14.

Karataş, İzi Harika. An Analysis of Policies towards the Born Disabled, Victims of Work Accidents and Natural Disasters during the Hamidian Era, 1876-1909” (II. Abdülhamid Dönemi’nin Fiziksel Engelli, Kazazede ve Felaketzedelere Yönelik Politikalarının Bir Analizi, 1876-1909). Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007.

Kaufman-Scarborough, Carol ve Baker, Stacey Menzel. “Do People with Disabilities Believe the ADA Has Served Their Consumer Interests?”. Journal of Consumer Affairs 39/1 (2005): 1-26.

Kısa, Yavuz. “H. 1102 (M. 1690-1691) Tarihli Harput Kazası Cizye Defterinin Tanıtımı ve Tahlili”. Fırat Üni- versitesi Harput Araştırmaları Dergisi 3/2 (2016): 1-29.

Kudlick, Catherine. “Social History of Medicine and Disability History”. Oxford Handbook of Disability History. Ed. Michael Rembis, Catherine Kudlick ve Kim E. Nielsen. 105-124. Oxford: Oxford University Press, 2018.

Miles, Mark. “Signing in the Seraglio: Mutes, Dwarfs and Jestures at the Ottoman Court, 1500–1700”. Disability & Society 15 (2000): 115-134.

Patterson, Lindsey. “The Disability Rights Movement in the United States”. Oxford Handbook of Disability History. Ed. Michael Rembis, Catherine Kudlick ve Kim E. Nielsen. 439-458. Oxford: Oxford University Press, 2018).

Rembis, Michael – Kudlick, Catherine J. – Nielsen, Kim. “Introduction”. The Oxford Handbook of Disability History. Ed. Michael Rembis, Catherine J. Kudlick veKim Nielsen. 1-20. New York: Oxford University Press, 2018.

Richardson, Kristina L. “Domestic Violence in Medieval Disability Narratives”. International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 113-115.

Richardson, Kristina L. Difference and Disability in the Medieval Islamic World: Blighted Bodies. Edinburgh: Edinburgh University Press, 2012.

Richardson, Kristina L. “Disability? Perspectives on Bodily Difference from the Middle East”. Why the Middle Ages Matter: Medieval Light on Modern Injustice. 121–129. Eds. Celia Ghazelle, Celia Chazelle, Simon Doubleday, Felice Lifshitz, Amy G. Remensnyder. Londra ve New York: Routledge, 2011.

Sargent, Christine. “Situating Disability in the Anthropology of the Middle East”. International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 131-134.

Scalenghe, Sara. “Disability Studies in the Middle East and North Africa: A Field Emerges”. International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 109-112.

Scalenghe, Sara. Disability in the Ottoman Arab World (New York: Cambridge University Press, 2014).

Scalenghe, Sara. “Disability”. Medieval Islamic Civilization: An Encyclopedia, Ed. Josef Meri. 1: 208-209. New York: Routledge, 2006.

Shakespeare, Tom. “The Social Model of Disability”. The Disability Studies Reader, 4. Basım. Ed. Lennard J. Davis. 214-221. London: Routledge, 2013.

Stiker, Henri-Jacques. A History of Disability. Çev. William Sayers. Ann Arbor: University of Michigan Press, 1999.

Stiker, Henri-Jacques. Corps infirmes et societies. Paris: Dunod, 1997.

Stiker, Henri-Jacques. Corps infirmes et societes. Paris: Aubier-Montaigne, 1982.

Sufian, Sandy. “Engaging in Productive Conversation: Writing Histories of Medicine and Disability in the Midd- le East and North Africa”. International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 120-123.

Şimşek, Kamuran. II. Abdülhamit Dönemi Osmanlı Devleti’nde Engelliler ve Engelli Politikaları (1876-1909). Doktora Tezi, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2017.

The Routledge History of Disability. Eds. Roy Hanes, Ivan Brown ve Nancy E. Hansen. New York: Routledge, 2018.

Tsacoyianis, Beverly. “From Patient to Survivor: Mental Health and Disability Studies”. International Journal of Middle East Studies 51/1 (2019): 124-126.

Turner, David M., “Introduction: Approaching Anomalous Bodies”, Social Histories of Disability and Deformity, eds. Kevin Stagg ve David M. Turner (Oxon and New York: Routledge, 2006).

Yelçe, Zeynep Nevin – Ensari, Dilşah Pınar – Burat, Mehmet Bora. “Bilgi ve Hizmete Erişim”. Engelsiz Türkiye İçin: Yolun Neresindeyiz? Mevcut Durum ve Öneriler. Ed. Elzi Menda, Neyyir Berktay ve Nesrin Balkan. 19-122. İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2013.

Yücel, İdris. “Bir Misyonerlik Uygulamasının Teorisi ve Pratiği: Urfa Amerikan Körler Okulu (1902-1914)”. Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi 7/14 (2011): 65-86.

THE DISABILITY RIGHTS MOVEMENT IN TURKEY AFTER 2000

Engin YILMAZ*

*Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul, Türkiye e-posta: engin_yilmaz@yahoo.com

Bu yazıda, 2000’li yıllardaki engelli sivil toplum hareketinin bir resmi çizilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda ilkin 2000 öncesi genel manzara irdelenerek, engelli hareketini belirleyen teknolojik gelişmeler ve hukuki sürece değinilmiş, bunun sonucunda 2000 sonrası hareketin temel özellikleri ortaya konmuştur. Buna göre 2000’li yıllarda engelli sivil toplumun üç özelliği öne çıkmıştır: 1) hak temelli yaklaşım, 2) karar mekanizmalarına etkin katılım ve 3) yatay örgütlenme. Bu üç temel başlık Kasım 2018’de gerçekleşen Dünden Bugüne Engellilik – Engellilik Araştırmaları Konferansı’nda Türkiye’de Engellilik Hareketi başlıklı panelde söz alan konuşmacıların konuşmaları ve literatür eşliğinde tartışılmıştır. Son olarak da 2020’li yıllarda engelli sivil toplum hareketini nelerin beklediği, çoklu örgütlerin nasıl bir araya gelebileceği ve ekonomik sürdürülebilirliği nasıl sağlayacağı gibi sorulara yanıt aranmıştır.

Anahtar Kelimeler: Engelli hareketi, sivil toplum, hak temelli yaklaşım, karar mekanizmaları, yatay örgütlenme

ABSTRACT

This study surveys the disability rights movement in the 2000s, initially by examining the general landscape before 2000, technological developments, and legal processes that have affected the movement. From this foundation, the basic features of the post-2000 movement are revealed. Accordingly, three characteristics of disabled civil society in the 2000s emerge: 1) a rights-based approach, 2) effective participation in decision-making mechanisms, 3) a horizontal organization structure. These three features are discussed in light of literature on the field, and the remarks of speakers on the “Disability Rights Movement in Turkey” panel convened at the Disability Studies Conference – Past and Future of Disability, in November 2018. Finally, answers are sought to the questions of what might await the disabled civil society movement in the 2020s, how multiple organizations could come together, and how to achieve economic sustainability.

Keywords: Disability movement, civil society, rights based approach, decision making mechanisms, horizontal organization

Giriş

Körlere Işık Derneği, Körlere Mutluluk Derneği, Görmeyenleri Koruma Derneği, Altı Nok- ta Körleri Eğitme ve Kalkındırma Derneği, Körleri Eğitim ve Kalkındırma Derneği, Türkiye Görmezleri Eğitim ve Himaye Derneği, Sağır ve Dilsizler Derneği, Türkiye Sağır Dilsiz Körler Topluluğu Cemiyeti, Türkiye Sağır ve Dilsizler Derneği, İzmir Sağır ve Dilsizleri Koruma Derneği, Türkiye Sakatlar Derneği.1 Tüm bu sivil toplum kuruluşları 1940-1980 yılları arasında kurulan engelli derneklerinden sadece bazılarını oluşturmaktadır. Emin Demirci 1987 yılında tamamladığı Yüksek Lisans tezinde bu kuruluşlardan 12 tanesiyle yaptığı görüşmeleri özetle- miştir.2 İsimlere dikkatle bakıldığında eğitim, koruma, himaye, kalkınma gibi kavramların öne çıktığı görülmektedir. Emin Demirci, Türkiye’de kurulan ilk engelli derneğinin Türkiye Kör, Sağır ve Dilsizler Dayanışma Cemiyeti olduğunu söylemektedir.3 Cemiyetin kuruluş tarihi ise 1940’tır.4 Bugün Altı Nokta Körler Derneği olarak bildiğimiz yapı ise 21 Mart 1950 tarihinde Altı Nokta Körleri Eğitme ve Kalkındırma Derneği adıyla kurulmuştur. Mitat Enç tarafından kurulan derneğin genel sekreteri olan kör avukat Gültekin Yazgan 1950 yılında katıldığı bir radyo konuşmasında en büyük amaçlarının İzmir’de faaliyetlerini sürdüren Kör ve Sağırlar Okulunun engel grubuna göre ikiye ayrılması gerektiğini ve ayrı bir körler okulu kurulması olduğunu belirterek aslında körlerin en temel sorununun eğitim olduğunu ifade etmiştir.5

Bu çalışmada; panel katılımcıları ve alandaki literatür ışığında, yardım, eğitim, himaye ve koruma odaklı bir hareketin zamanla hak temelli bir yapıya nasıl dönüşme yolunda ilerlediği irdelenmeye çalışılmıştır. Yine bu yazı; engelli hareketinin nasıl bu dönemden 2000’li yıllar- daki hak temelli çalışan, karar mekanizmalarına etki eden bir yapıya geldiğini ele almaktadır. Bunu yaparken, önce 1980-2000 arasındaki geçiş dönemi irdelenecek, teknolojinin önemi ve bu süreçteki etkisi tartışılacaktır. Ardından İstanbul Üniversitesi tarafından 2018 yılının Kasım ayında düzenlenen “Dünden Bugüne Engellilik” alt başlığı ile düzenlenen 2. Engellilik Araş- tırmaları Kongresinin “2000 Sonrası Engelli Hareketi” adlı paneline katılan konuşmacılar ve literatür ışığında son 20 yılda hareketin sacayağını oluşturan üç başlık ele alınmaktadır: Hak temelli yaklaşım, karar mekanizmalarına etkili katılım ve yatay örgütlenme. Son olarak 2020 sonrası engelli hareketini nelerin bekliyor olabileceği tartışılmaktadır.

1. 1980 Yılı Öncesi İçin Kısa Bir Değerlendirme

Kör Müzisyen Prof. Dr. Önder Kütahyalı, Selim ve Kerim Altınok’un internet sayfasında bulunan anılarında, eğitim sorununun ne denli ciddi olduğunu şu sözleriyle anlatmıştır:

Ben oldukça iyi keman çalıyordum ve Ankara Devlet Konservatuarı’na gönderilmem gün- demdeydi. Sanırım 1952 yılının Mart ayındaydık. Hocamız Mitat Enç, Millî Eğitim Bakan- lığının bir genelge yayımlamasını sağladı. Buna göre ilkokulu bitiren görme engelliler, öbür okullarda gören öğrencilerle birlikte eğitim yapabileceklerdi. Böyle bir gelişme üzerine ve 1952 yılının Temmuz ayında, arkadaşlarım Hüdaverdi Gaffaroğlu, Şükran Kırıcı ve ben, An- kara Devlet Konservatuarı’na başvurduk. Kurumun Baş Müdür Yardımcısı değerli ozanımız Cahit Külebi, ilk görüşmemizde bizi tepkiyle karşıladı. Kendisine genelgeyi anlattık. Körler okulunu telefonla aradı ve Müdür Yardımcımız Sayın Emin Sağlamer, hocaya metni okudu.6

Emin Demirci, bu sıralarda kurulan derneklerin çoğunun isminde “Eğitim” kelimesi geç- mekle birlikte eğitimden anlaşılan şeyin daha çok üyelere burs bulabilme, eğitim araç gereç- lerini onlara sağlama olduğunu belirtmektedir.7 Dernek üyelerinin çoğu hayırsever kişilerdir ve bağışlar önemli bir rol oynar.

Özellikle 1960 sonrası sayıları artan derneklerin yaptıkları en önemli faaliyetlerden birisi de müzik gruplarıdır. Bu yıllarda acınası nağmelerle sokaklarda şarkı söyleyip enstrüman çalan birçok grup ortaya çıkmıştır. Hal böyle olunca dernek isimlerindeki koruma, himaye etme, eğitim kelimeleri daha çok anlam kazanmaktadır. Yani aslında 1940-1980 dönemini kendi sorunlarına sahip çıkacaklar için eğitimi sakat bireylerin yetiştiği bir kuluçka dönemi olarak nitelemek mümkündür.

2. 2000’li Yılara Doğru Engelli Hareketinin Doğuşu

Bizi günümüze getiren ve 2000’li yıllarla birlikte daha açık ifade edilen, daha görünür olmaya başlayan engelli hareketi nasıl doğuyor? Bunu anlayabilmek için 1980’li yıllara git- mek yerinde olacaktır. Emin Demirci, 1980 darbesi sonrası tüm dernek ve sendikaların fa- aliyetlerine son verilirken kör örgütlerinin faaliyetlerine kısa bir süre sonra izin verildiğini belirtmektedir.8 1980’den önce çeşitli örgütlerde yer alan aydın körlerin kör örgütlerine dö- nerek birikimlerini buralarda değerlendirmeye başladıklarından ve körlük olgusunu yeniden keşfettiklerinden bahsetmektedir.9

1980 ortalarında sakat bireyler kendi örgütlerinde inisiyatifi ele almayı başararak kendi kaderlerini belirleme yolunda önemli bir adım atmışlardır. Bunu 1990’lı yıllardaki eylemlilik süreci takip etmiştir. Bu süreç 1997 yılında Özürlüler İdaresinin kurulması için çıkartılan Özürlüler İdaresi Başkanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile yeni bir merhaleye kavuşmuştur. 2000 sonrasında Türkiye’nin AB adaylık sürecinin baş- laması ve uyum yasaları kapsamında 2004’te Dernekler Kanunu’nun değişmesi, 2005 yılında çıkarılan Engelliler Hakkında Kanun’un yürürlüğe girmesi ve Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi’nin kabulü, 2000 sonrası engelli hareketine kaynaklık eden diğer yasal dayanaklardır.10

2000’li yıllardaki engelli hareketini belirleyen bir başka unsur ise teknolojik gelişmelerdir. Özellikle bilişim alanında yaşanan yenilikler 2000 sonrası engelli hareketine önemli bir alt yapı sağlamıştır. İlk bilgisayar kursu 1 Eylül 1992’de açılmış, bunu Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri için açılan kurslar takip etmiştir.11 Bu ilk dönemin dernek ve üniversite kursiyerleri arasında 2000 sonrası engelli hareketine yön verecek Kerim Selim Altınok, Selen Özel, Çağrı Doğan gibi isimler de vardır.

1990’lı yılların ortalarında Emin Demirci’nin kurduğu şirketin çabalarıyla ilk Türkçe metinden sese konuşma motoru (TTS) hayatımıza girmiştir. Bilişim okuryazarı olan engel- lilerin sayısı yavaş yavaş artmıştır. Nitekim 2000-2002 yılları arasında Bilkent Üniversitesi çatısı altında oluşturulan ve Mustafa Akgül tarafından kurulan “Körler e-Posta Grubu”nun gruptaki kör üye sayısı ancak 78 kadardı.12 Bugün benzer amaçla kurulmuş olan Teknokör Grubu’nun üye sayısı ise Yönetici Erhan Patlak’ın raporuna göre 16 Ağustos 2019 itibarıyla 2.131’e ulaşmıştır.13 Dikmen Bezmez ve Sibel Yardımcı, Bülent Küçükaslan tarafından ku- rulan “Engelliler.Biz Platformu”nun ise 2010’lu yıllara yaklaşan dönemde 30 binden fazla üyesi olduğunu belirtmektedir.14 Eğitimde Görme Engelliler Derneği Başkanı Emre Taşgın da Görme Engelli Öğrenciler Platformu üye sayısının 1.000’den fazla olduğunu belirtmektedir.15

Tüm bu teknolojik gelişmeler 2000 sonrası engelli örgütlenmesi ve hareketinin öncekinden çok farklı bir düzlemde ilerlemesinin altyapısını ortaya çıkaran etmenlerdir.

3. 2000 Sonrası Engelli Hareketinin Temel Sacayakları

Aşağıdaki satırlarda, Kasım 2018’de İstanbul Üniversitesi tarafından “Dünden Bugüne Engellilik” alt başlığı ile düzenlenen 2. Engellilik Araştırmaları Kongresi’ndeki 2000 Sonrası Engelli Hareketi başlıklı tarafımdan yönetilen panele katılan Toplumsal Haklar ve Araştırma- lar Derneğinden Süleyman Akbulut, Otizm Dernekleri Federasyonundan Ergin Güngör, En- gelli Kadın Derneğinden Beyza Ünal, İşitme Engelliler ve Aileleri Derneğinden Onur Canti- mur ve Eğitimde Görme Engelliler Derneğinden Emre Taşgın’ın görüşleri doğrultusunda 2000 sonrası engelli hareketinin bir resmi çizilmeye çalışılacak. Paneldeki konuşmalar ve alandaki literatür 2000 sonrası hareketin 3 temel sacayağı üzerine oturduğunu gösteriyor: Hak temelli yaklaşım, karar mekanizmalarına etkin katılım ve yatay örgütlenme. Yazının kalan kısmı bu üç sacayağını panelistlerin nasıl değerlendirdiklerini alıntılarla açıklamak üzere kurgulanmıştır.

3.1. Hak Temelli Faaliyetler

Panelistlerimizin görüşlerine geçmeden önce hak temelli örgütlenmeyle neyin kastedildiği kısaca açıklanmalıdır. Fuat Keyman, sivil toplumun gelişimini üç evreye ayırır: 1) 17. yüzyıl- da kentleşme ile başlayan dönem, 2) 1980 sonrası otoriter rejimlerin gücünü kaybetmesiyle başlayan dönem, 3) 1990’lı yıllar sonrası daha çok kurumsallaşan sivil toplum kuruluşlarının karar mekanizmalarına daha etkin katılmaya başladığı dönem.16 Keyman’a göre, birinci evre 17. yüzyılla birlikte, kentleşme, modern devlet ve serbest piyasa ekonomisinin çıkışıyla kul- lanılan sivil toplum kavramı ile başlamaktadır.17 Söz konusu dönemdeki sivil toplumun amacı bireysel haklar ve mülkiyet hakkının korunması olarak görülmüştür.

İkinci evre 1980’li yıllarla başlar.18 Bu yıllarda otoriter rejimler yerlerini daha demokratik rejimlere bırakırken, demokratikleşmenin etkisiyle bireysel hakların yanı sıra farklılıkların ve kimliklerin daha çok ifade edilmesi ve bunların korunması gibi konuları ele almaktadır. Kadın hareketi, LGBT hareketi ve etnik kimlikler bu dönemde daha çok ifade edilmeye başlanmış- tır. Dikmen Bezmez ve Sibel Yardımcı bu süreci farklılıkların bir potada eritilmesi sürecinin değişimi ve yeni yurttaşlık bilinci olarak yorumlamaktadırlar.19

Fuat Keyman’a göre üçüncü evre sivil toplumun 1990’lı yıllarla birlikte daha çok ku- rumsallaşması sonucu gelişmiştir20. Sivil toplum, bu evreyle birlikte, yönetim erkinin karar alma mekanizmalarında daha fazla söz sahibi olmuştur. Dikmen Bezmez ve Sibel Yardımcı, yurttaşlığın artık yalnızca devlet tarafından tanımlanmış hak ve sorumlulukları gösteren bir durumdan çok, tarafların sürekli mücadele ve uzlaşıları sonucu ortaya çıkan bir süreç olduğu konusunun literatürde daha çok tartışıldığını belirtmektedirler.21

Meseleyi engelli örgütleri açısından yorumlarsak; 2000 sonrası engellilik hareketini Fuat Keyman’ın ikinci ve üçüncü evrelerine benzetebiliriz. Dikmen Bezmez ve Sibel Yardımcı bu amaçla 1960 yılında kurulan Türkiye Sakatlar Derneği ile “Engelliler.Biz Platformu”nun ça- lışmalarını karşılaştırmıştır.22 Bu karşılaştırma 10 binden fazla üyesi olmasına karşılık Türkiye Sakatlar Derneğinin günümüzde daha az hareketli olduğunu, “Engelliler.Biz Platformu”nun 2005 sonrası yaptıkları e-mail ve faks kampanyalarıyla engelli politikalarının belirlenmesinde etki yarattığını ortaya koymuştur.23

Aslında ülkemizde 2000 sonrası yaşanan hak temelli faaliyet süreci ABD ve İngiltere’de 1960-1970 döneminde daha çok yaşanmıştır. Dikmen Bezmez ve Sibel Yardımcı, Vietnam Savaşı’nın ABD’de engelli hareketini şekillendirmesini;24 Michael Oliver ise İngiltere’de sos- yal modelin nasıl doğduğunu araştırmıştır. Oliver, o yıllardaki iki engelli grubun mücadelesini özetlemiştir.25 Buna göre, bir sakat örgütü devletin engellilere daha fazla yardım yapmasını önermiş, kısaca UPIAS (Union of the Physically Impaired Against Segregation) olarak bilinen Tecride Karşı Fiziksel Sakatlar Birliği ise kişiyi asıl engelli yapan şeyin fiziksel düzenlemeler ve toplumsal tutumlar olduğu üzerinde durmuştur.26 1976 yılındaki meşhur bildirilerindeki şu cümle çok dikkat çekicidir: “Engellilik yeti yitiminin üzerine inşa edilen kısıtlamalardır.”27 Tam da bu nedenle hak temelli yaklaşım, yeti yitimini engele dönüştüren bariyerlerin ortadan kaldırılması olmalıdır ve bunun yolu bağış ve hayırseverlik değildir. 1960 ve 1970’li yıllarda- ki bu mücadele Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1981’i Engelliler 10 Yılı ilan etmesiyle sonuçlanmıştır. Bunu ABD ve İngiltere’de çıkan engelli yasaları izlemiştir.

Dikmen Bezmez ve Sibel Yardımcı’nın tanımıyla hak temelli yaklaşım, engelli bireylerin bağımsızlığına vurgu yaparak bireyin yaşamı, eğitimi ve istihdamının bağış ve ailelere bağlı olmaması gerektiğini, sosyal haklar olarak sağlanmasının önemini savunmuşlardır.28 O yüzden 2000 sonrası hareketi bu çerçevede düşünmemiz daha doğru olacaktır.

Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneğinden (TOHAD) Süleyman Akbulut hak temelli yaklaşımı savunan örgütlerin gelişimine giden yolu şöyle ele almıştır:

1990’lı yıllarda ne oldu, ben önemli görüyorum; hareketin, engellilerle ilgili çalışan STK’la- rın hareketi aktive olmaya başladı. Körler derneği, onların yaptığı yürüyüşler vardır; 1997 yılında çıkan KHK ile hareketin etkisi büyüdü. Sakat hareketi o sırada bir görünürlük sağlı- yor. Çok önemli bir katkı. Her şeye rağmen. O biraz dikkatlerin sakatların üzerine dönmesi- ne sebep oldu. Bu böyle olunca partiler fark etmeye başladı. O sıralarda durum daha ziyade sosyal yardımlar ve medikal yaklaşımlar üzerinden kurgulandı. Sakat hareketi bu noktadan itibaren bununla mücadele etmeye başladı. 2000’li yıllarda ne oldu? STK sayısında patlama oldu… 2004 yılında dernekler kanununun değişmesi, 2005 yılında yapılan kanun değişikliği. Orada şu da çok önemliydi, devlet bu işi organize ediyordu. Türkiye Sakatlar Konfederasyo- nu vardı ve devlet aslında onu örgütlüyordu. AB uyum yasalarıyla birlikte bunun değişmesi çok şeye sebep oldu. Farklı konfederasyonlar çıkmaya başladı ve bu çok önemli bir şey…29

Süleyman Akbulut’un vurguladığı gibi 1997 yılında (Özürlüler İdaresinin kurulması ve görevleri hakkındaki ilk önemli kanun hükmünde kararname, 2004 dernekler yasasının değişi- mi ve 2005 yılında çıkan Engelliler Hakkında Kanun 2000 sonrası kurulan engelli örgütlerine önemli bir alan açmıştır.

Dikmen Bezmez ve Sibel Yardımcı hak temelli örgütlerin önündeki en önemli engel- lerden birinin eski örgütlerin yardım ve bağışa dayalı geleneksel bir sistemleri olmasına bağlamaktadır.30 Öyle ki, birçok örgütün bulunduğu binalar belediye ve kamu tarafından sağlandığı için, örgütlerin konumunu kaybetmek pahasına eylemlilik sürecinde bulunması kolay olmayan bir durumdur. 2000 sonrası bu bağımlılığı değiştiren unsurlardan birisi de Türkiye’nin AB adaylığı ve bunun sonucunda derneklere çeşitli kuruluş ve vakıfların sağ- ladıkları birtakım fonlar olmuştur. İşitme Engelliler ve Aileleri Derneğinden (İED) Onur Cantimur bunu şöyle özetliyor:

Bizim derneğimiz Avrupa Birliği tarafından finanse edilen ve sivil toplum geliştirme mer- kezi tarafından sürdürülen birlikte programı yerel sivil toplum örgütleri destek programı

tarafından desteklenmektedir. Bu ne demektir, Türkiye’nin en etkili hak temelli dernekleri arasında demektir. 42 tane kazandırma programı, Avrupa Birliği tarihinde ilk defa açılmış bir fon.31

Sivil Toplum Geliştirme Merkezi ve Sabancı Vakfı ile yaptıkları savunuculuk projelerin- den bahseden Süleyman Akbulut ve Eğitimde Görme Engelliler Derneğinden (EGED) Emre Taşgın da alınan bu tarz devlet dışı yardımların kurumların daha bağımsız bir duruş sergile- melerine destek oluşturduğunu savunmaktadır.

Biraz da panele katılan örgütlerin ne gibi hak temelli faaliyetlerde bulunduklarına bakalım. Süleyman Akbulut ayrımcılığa karşı mücadele süreçlerini şu sözleriyle değerlendirmiştir:

İlki engelli ayrımcılığını önleme platformu, görme özürlüler derneği olarak çalıştık. Sabancı Vakfının desteği önemliydi. Ortak iş birliği zemininde çalışmayı öğrendik. Ayrımcılığa karşı bakış açısını geliştirdik. Biz engellilik meselesini sadece düz anlamda, klasik anlamda, hak- tan ibaret görmüyoruz; bir de ayrımcılık boyutu vardı bunun… Ortak çalışabiliriz ve ortak çalışmak çok daha güzel. Herkes birbirine kapasitesini aktardı. Sonraki aşamada engelli hakları izleme örgütünü kurduk. En çok ne kattı derseniz, uzmanlaşmış zaten inisiyatifler bu anlamda önemli, belli bir konuyu seçersiniz çalışırsınız. Bu çalışmalar engelli hareketine izleme ve raporlama yöntemini benimsetmiştir.32

TOHAD’ın özelikle Sabancı Vakfı ve diğer kuruluşlarla yürüttükleri izleme çalışmaları devam etmektedir. Otizm Dernekleri Federasyonu’nden (ODFED) Ergin Güngör de Türki- ye’de otizmi nasıl gündem haline getirdiklerini ve bu konudaki faaliyetlerini şu sözlerle dile getirmiştir:

Süleyman Akbulut’un bahsettiği gibi, bizim alanımızda da hak temelli çalışmalar ancak 2000’li yılların başında yavaş yavaş yeşermeye başlamıştır. Benim başkanlığını yaptığım dernek 27 Aralık 1999’da kurulmuştur. Derneğimizin temel kuruluş sebebi de hak temelli çalışmalar olmuştur. Yani yurt dışında gördüğümüz manzaranın ülkemizde de elde edile- bileceği, doğru yöntemlerle ve doğru baskı düzeyiyle hak edilen sonuçlara ulaşılabileceği açıktır. Ancak bir süre sonra yalnız olduğumuzu ve bu yalnızlığın beklediğimiz etkiyi yarata- mayacağını düşündük ve daha fazla dernek kurulması için teşvik edici çalışmalar da yaptık. Farklı illerde yeni derneklerin kurulması için bazı dernek tüzükleri hazırladık. En son çare olarak da bir fikir ortaya attık: Otizm platformu kuralım; yeterince dernek olduk, bir araya gelip bir ses çıkarmasını sağlayalım. Bu arada tabii çeşitli yazışmalar, dilekçeler, bazı hukuki süreçler konusunda da girişimlerimiz vardı. 2003’te Tohum Otizm Vakfının kurulması yine ülkemizde önemli bir tarihi nokta sayılabilir ki bu vakıf eğitimin niteliğinin yükseltilmesi

halinde hangi sonuçları elde edebileceğimizi bütün kamuoyuna gösteren iyi bir örnek ol- muştur. Bu vakıf, Amerika’dan getirdiği bir tekniği de ülkemizde layıkıyla uyguluyordu. 2006’da platform kurma fikrimiz hayat buldu. Ankara’da Sivil Toplum Geliştirme Mer- kezinin katkılarıyla bu fikir belli bir başlangıca da sahip oldu. Son derece iyi bir tesadüfle 2007’de Birleşmiş Milletler genel kurulu -Ürdün temsilcisinin teklifiyle- 2 Nisan’ı Dünya Otizm Farkındalık Günü ilan etti. Bu gelişmenin de etkisiyle 2008’de çok etkili bir bildirge yayınladık. Bu bildirgeyi yayınladığımız sırada Ankara Ticaret Odası salonunda Birleşmiş Milletler temsilcisini de çağırarak, 2 Nisan’ı ilk defa Türkiye’yle tanıştırmış olduk. Nisan ayı boyunca otizme dair çeşitli vurgularla bütün ülkenin ihtiyaçlarının tanınması için çalış- tık. Benzeri bir bildirgeyi 2010’da, diğer bir bildirgeyi de 2011’de aynı etkiyi sağlayacak yöntemlerle yapmaya çalıştık.33

Tıpkı Ergin Güngör’ün otizm alanında çalışanları artırma çabaları gibi, Engelli Kadın Derneğinden (ENGKAD) Beyza Ünal da engelli kadınlar arasındaki en temel önceliği, hak temelli savunuculuğun kavratılması olarak görüyor:

Çoğu eğitimimiz, yaptığımız projeler atölye çalışmaları, bunlar genelde engelli kadınlarla yürüttüğümüz projeler oldu ve amacımız engelli kadınların hak temelli anlayış geliştirmele- rini sağlamaktı. Çünkü pek çok engelli kadın tam da bahsettiğimiz 2000’ler öncesi sürecin de etkisiyle ve aynı zamanda eğitim olanaklarına erişememeleriyle ya da iş olanaklarına erişememeleriyle çok büyük bir engellenmenin içindeler aslında ve dolayısıyla hak temelli savunuculuk nasıl olur nedir ne gibi hakları vardır, bunların çok farkında olmayabiliyorlar. Dolayısıyla biz de bu yüzden çoğunlukla aslında engelli kadınlarla hem de farklı şehirler- deki engelli kadınlarla bir araya gelerek çalışmalar yapmayı önemsedik bu zamana kadar. Ve onların güçlendirilmesinde ve kendi bölgelerinde kendi hareketlerini kurmalarına destek olmaya çalıştık. Bunun dışında diğer kadın örgütleriyle, toplumsal cinsiyet çalışan örgütlerle ortaklaşa yürüttüğümüz projelerimiz oldu. Bunlarda da yine engelde olan ya da olmayan kadınlara genel olarak hem toplumsal cinsiyet hem engelli hakları konularında destek ol- maya çalıştık.34

Onur Cantimur, başlangıçta aileler tarafından kurulan örgütlerinde zamanla işitme engel- lilerin de nasıl söz sahibi olduklarını şu sözlerle anlatıyor:

Biz buraya nasıl geldik? 2003 yılında bir işitme engelli annesi bizim dernek başkanımızdı. O zamanlar 15 yaşındaydım. Dernek başkanımız araştırmalar yapıyor, diğer dernekleri de ziyaret ediyordu. O derneklerde işaret dili kullanan yetişkinler okey oynuyorlar, kâğıt oynu- yorlardı; kötülemek için söylemiyorum, mevcut durumu söylüyorum. Böylece hak temelli olan derneğin kuruluşunun temelini atıyorlar. Yönetim kurulunda aileler ön planda oluyor.

İşaret dili kullanan çocuklar tabii ki doğal olarak kendini ifade edemiyor. Son zamanlarda bilgiye erişim internet sayesinde, eğitimler sayesinde biraz kendini geliştirdikleri için de daha fazla rol almaya başlıyoruz, özellikle işitme cihazları kullananlar. İşaret dilinde ci- hazlarımıza erişmeyi de savunuyoruz, sosyal güvenlik kurumunun işitme cihazlarımızın maliyetini tam olarak karşılamasını istiyoruz. Bizim derneğimizin üye profilinde işaret dili kullanan, işitme cihazı kullanan, implant kullanan üyeler mevcut. Yönetim kurulu da bu arkadaşlardan oluşmaktadır.35

Emre Taşgın’ın anlatımıyla, EGED’in gerek engelli üniversite öğrencilerinin sorunlarının saptanması ve ortadan kaldırılması için ortaya koydukları çalışma ve raporlar gerekse engelli çalışanların sorunları konusunda attıkları adımlarla eğitimde EGED’in son dönemlerde en etkili engelli sivil toplum kuruluşlarından birisi olduğunu söylemek hiç yanlış olmaz.

Panel sırasında yönetici olmam nedeniyle o sırada çok bahsedemediğim, 2005 yılında bir grup olarak kurulan ve 2012 yılında dernekleşen Engelsiz Erişim de, şehir içi toplu taşıma sistemlerinin erişilebilirliği ve sesli anons sistemlerinin ortaya çıkması, sesli betimlemenin Türkiye’de başlatılması, çeşitli platformlarla yürüttükleri Kaldırım Aktivistleri çalışmaları, web sayfaları ve bankaların erişilebilirliği konusundaki faaliyetleri ve son dönemde görme engellilerin tek başlarına ve erişilebilir biçimde oy kullanmaları yönündeki çalışmalarıyla hak temelli 2000 sonrası hareketin önemli temsilcilerinden biri kabul edilebilir.

2000 sonrası hak temelli yaklaşımda bulunan yapıların ilk önceliklerinin kendi kitlelerini savunuculuk konusunda bilinçlendirmek olduğu göze çarpıyor. Sonrasında ise çeşitli fonların da desteğiyle kendi sorun ve beklentilerini üst düzeyde ortaya koyan çalışmalar ön planda görünüyor. Bu örgütlerin çıkış hikâyeleri ise bize teknolojinin önemini hatırlatıyor. Dikmen Bezmez ve Sibel Yardımcı, yalnızca internet üzerinde örgütlenen “Engelliler.Biz Platformu”- nun kişilerin hızlı örgütlenmesi ve eylemlilik sürecinde ne denli etkili olduğunu belirtmiş- lerdi.36 Emre Taşgın da benzer bir sürecin EGED’in çıkışında ne kadar etkili olduğunu şu sözlerle belirtiyor:

Evet, aslında 2000’li yılların ortalarından itibaren görmeyen bireyler internette daha faz- la görünür olmaya başladılar, ekran okuyucular daha fazla kişinin evine girmeye başladı. Hocamız eskiden “kimin evinde bilgisayar olduğunu biz bilirdik” derdi, 2000’li yılların ilk yıllarında. Ama şimdi bilemiyorsunuz, bu güzel bir şey bilgiye erişim noktasında. Bu beraberinde yeni bir kitleyi de doğurdu. İnternet ortamında kendi fikirlerini paylaşma ve bu fikirlerin birbirini etkilemesi süreci. Engelsiz Erişim grubu ilk olarak 2005 yılında çalışma

ya başladı diye biliyorum. 2009 yılında da EGED olarak internette örgütlenmeye başladık. Basit bir Google grubu üzerinden örgütlenmeye başladık aslında. Görme engelli öğrenciler kendi aralarında çözüm önerileri geliştirsin, materyal paylaşsın ve ders çalışma ortamları, bilgiye erişim noktasında kaynak ihtiyacı azalsın diye. Evet, kısmen böyle oldu ama aynı zamanda hepimizin farklı farklı sorunları ve birbirine benzer çözümleri de vardı. Bunlar bir araya geldi ve çözüm önerileri artık uygulanabilir projeler haline gelmeye, kamu kurumları nezdinde muhatap bulacak kaliteye ulaşmaya başladı.37

Emre Taşgın 2000 sonrası ortaya çıkan yeni örgütlenmenin eski yapılardan neden koptu- ğunu da teknolojiye bağlıyor:

Biz niye mesela EGED’i kurduk da var olan bir STK’ya dâhil olmadık? Ben, mesela, dâ- hildim geçmişte; dâhil olmayanlar da vardı. Öncelikle, o derneklerin yöneticilerinin belki akademik gelişmeleri belki de var olan teknoloji çağını yakından takip edememeleri, ama en önemlisi de bence gelişen teknolojiyle birtakım şeylerin değiştiğini fark edememeleri olabilir mesele. Gençlerin beklentileri ve engellilikte faaliyet yürüten STK’lar arasındaki kopukluk. Denetim noktasında biraz eksik kalınmışlık ve dernek denince akla yardım topla- yan, engellileri istismar eden yapıların gelmesi ve gençlerin bu noktadaki aşırı rahatsızlığı. Evet, yeni nesil gençler kendi çözümlerini geliştirerek hayata uygulayan, bunları erişilebilir teknolojiler yoluyla mesleklerinde kullanabilen, günlük yaşamlarına adapte eden kişiler. Tam da böyle bir noktada engelliler adına yardım toplayan, okullarına gelip mavi kapak da- ğıtan dernekler görünce, “dernek mi aman” demeye başladılar. Spor kulüpleri de yaygınlaştı. Gençlerin büyük bir kısmı da spor kulüplerine gidiyorlar; hem sportif faaliyetler yapıyorlar, aynı zamanda da başarılı olan arkadaşlarımız ekonomik açıdan birtakım kazanımlar elde edebiliyorlar. Evet, böyle bir ortamda var olan STK’larda kendi sözlerini değerli kılacak bir platform bulamayan kişiler tarafından oluşturuldu EGED.38

Sonuç olarak, teknoloji ve iletişim olanaklarının gelişimi daha esnek engelli örgütlerinin ve platformların kurulmasına izin vermiş görünüyor. Bu da maddi olarak kamuya daha az göbekten bağlı, o yüzden de çok daha özgür biçimde politikalar üreten, üretilenlere karşı çıkabilen örgütlerin doğmasına yol açmıştır.

3.2. Karar Mekanizmalarına Aktif Katılım

Fuat Keyman’ın ortaya koyduğu sivil toplum hareketinin üçüncü evresi olan yönetsel kararlara aktif katılımın özellikle 2005 sonrası ortaya çıkan dernek ve platformların rollerini daha da güçlendirdiğini gözlemliyoruz.39 Engelsiz Erişim Derneğinin çabalarıyla şehir içi

anons sistemlerinin artması, sesli betimleme ve eş erişim kavramlarının mevzuata girmesi, son dönemlerde körlerin tek başına oy kullanmalarını sağlayan pusula şablonunun Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararlarında resmen kabul edilmesi, TOHAD’ın açtığı davalar ve çabalarıyla gerçekleşen kazanımlar, EGED’in yoğun kampanyalarıyla engelli öğretmen alımı noktasın- daki kısıtlamaların kaldırılması ve ÖSYM’nin düzenlediği Elektronik Yabancı Dil sınavının körler için erişilebilir hale getirilmesi geliştirilen politikalar ve alınan kararlara etki gücünün yalnızca birkaç örneğidir.

Süleyman Akbulut etki güçlerinin artmasını şu sözlerle özetliyor:

Ayrımcılığı Önleme Platformunda çalışıyordum; o zaman Bakanlıktan dönüş yaptılar, “yahu yeter yapıyoruz, üstümüze artık gelmeyin,” diye. Ayrımcılığa karşı bakış açısını geliştir- dik, meselenin ayrımcılık olduğunu kamu kurumlarına söylettik. Birleşmiş Milletler En- gelli Hakları Sözleşmesi’nde ek protokolün onaylanmasında etkisi oldu. Meclisin Anayasa Komisyonu’na taslak sunduk, o zaman mevzuatta değişim yaratan çok ciddi değişiklikler yapıldı.40

Ergin Güler de otizmle ilgili hazırladıkları üç bildirinin Aile ve Sosyal Politikalar Bakan- lığının hazırladığı Otizm Eylem Planı’na nasıl etki ettiğini anlatıyor:

Ortaya attığımız bu üç bildirgenin içeriğinden alıntılarla çalıştığımız eylem planı, Aile Ba- kanlığı tarafından güçlü bir şekilde sahiplenildi. Tabii bu gerçekleşene kadar birçok görüşme yaptık, birçok ikna süreci yaşadık. Otizm Eylem Planı, bir otizmli ve ailesi için başlangıçtan, teşhisten vefata kadar gerekli olan neredeyse bütün ihtiyaçları barındırıyordu. Eksikleri var mı, evet hala eksikleri var ama çok önemli bir başlangıçtı. 2013’te Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile birlikte Otizm Platformu olarak taslak şekilde ilan edildi. 2014’te Otizm Eylem Planı hayata geçmesi devlet tarafından sahiplenilir hale geldi. Bu baskıyla, Otizm Eylem Planı 3 Aralık 2016’da Resmî Gazete’de yayınlanarak resmiyet kazandı.41

Onur Cantimur da işitme engelli örgütleri olarak karar mekanizmalarına müdahil olama- malarının olumsuz sonuçlarına değinmektedir. En azından bu mekanizmanın önemini şöyle vurguluyor:

Şunun çok önemli olduğunu vurgulamak istiyorum: Gördüğüm erişilebilirlik denetim form- larında rampalar, kapı girişleri, asansörler hakkında sorular, kabartması var mı yok mu şeklinde bir sürü sayfa vardı; ama hiçbirinde işitme engelliler için bir şey yoktu maalesef. Orada tanıtım filmi varsa altyazı var mı, işaret dili tercümanı var mı sağ alt köşesinde, görsel ikazlar var mı? Bir arkadaşım bana “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, bürokrat- lar görme engelli ve bedensel engelli olduğu için erişilebilirlik izleme formları o şekilde

yılındayız. Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi’ni imzalamış olmamıza rağmen bütün materyallerin işitme engelliler için erişilebilir formatta olması gerektiğine dair madde var biliyorsunuz– Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi’nin işaret dilinde çevirisi yok, kaydı yok, sağırlar için uygun bir şekilde erişimi yok. Hiç dikkat ettiniz mi, bütün mevzuat bilgisi işiten insanlara göre yapılmış. Bütün ağır terimler var web sayfalarında, dokümantasyonlarda, belgelerde.42

Engelli örgüt ve platformlarının etkileme gücü sadece devlet kurumlarını değiştirmekle kalmadı. Yapılan çeşitli sosyal medya kampanyalarıyla, bankaları, beyaz eşya üreticilerini, uygulama geliştiricileri çok daha erişilebilir çözümler üretmeye yönlendirdi. Bu noktada kit- lenin doğrudan herhangi bir örgüte üyelik zorunluluğu olmadan dilediği kampanyaya destek vermesi sivil toplumun gücünü ve kararlara etki etme kapasitesini her geçen gün arttırma potansiyeline sahip bir olgudur.

3.3. Yatay Örgütlenme

Dikmen Bezmez ve Sibel Yardımcı, “Engelliler.Biz Platformu”nda bir forum konu başlığı açarak insanların sivil toplum kuruluşları hakkındaki görüşlerine başvurmuşlardır.43 Burada çıkan başlıca şikâyetlerden birisi de eski örgütlerdeki antidemokratik yapılanma olmuştur. 2000 öncesi kurulan birçok örgütün yönetim kademesindeki kişiler genellikle pek değişme- miş ve gençlerin buralarda söz sahibi olabilmeleri çok mümkün olamamıştır. 2000 sonrası daha çok gençlerin oluşturdukları yapıların tam da bu düzene tepki olarak doğduğunu söyle- yebiliriz. Bu dönemde çok sayıda engelli örgütünün çıkmasında 2002’de Medeni Kanun’da yapılan değişikliğinin yanı sıra 2004 yılında Dernekler Kanunu’nda yapılan değişikliğin de önemli bir rolü olduğu anlaşılmaktadır. Şerafettin Gökalp, yine dernekler yasasının dernekler üzerindeki devlet denetimini önemli ölçüde azaltan, federasyon ve konfederasyon kurulmasını kolaylaştıran çok daha kısa bir çerçeve yasa mahiyetinde hazırlandığını belirtir.44 Emin De- mirci ise 1983 yılında kabul edilen ve 21 yıl boyunca geçerli olan eski Dernekler Kanunu’nun 88. maddesinin özürlü örgütlerinin 4 federasyon çatısı altında toplanmasını zorunlu kıldığını ifade eder.45 2004 yılındaki dernekler yasasının tüm bu kısıtlamaları ortadan kaldırmasıyla çok daha fazla dernek ve platform kurulmasının önü açılmıştır. Kurulan bu dernekler de eski yapılardaki hiyerarşiye tepki olarak yatay bir örgütlenme modelini tercih etmişlerdir. Süley- man Akbulut’a kulak verelim:

2010’lu yıllardan sonra bir şey daha gelişti, dikey ve yatay örgütlenme modelleri ortaya çıktı. Hiyerarşi değişmeye başladı, bizim dernekte yönetim kurulu sadece bir resmi idare farktır, başka bir şey yaratmaz. Hep örgütlerde bunu görüyoruz, çok hoşumuza gidiyor.46

EGED de yatay örgütlenme modelinin önemini vurgulayanlardandır: “Mesela bizim EGED üyelerinin büyük bir kısmı web sitesine giremezse yönetim kurulunu sayamazlar.” 47

Emre Taşgın dernekler arası kurulan platformların da sundukları yatay örgütlenme modeli sayesinde daha katılımcı olacaklarını anlatıyor:

O yüzden olumsuz yanları belki olmakla beraber, dernek yasasının bugünkü halini engelli derneklerinin çeşitliliği bakımından olumlu buluyorum. İşin anti-hiyerarşik yapılardan plat- formlara evrilmesi gerekiyor; konfederasyonfederasyon gibi yapılar hala önemli olsalar ve yasal olarak muhatap olarak önemli rol oynasalar da artık platform gibi yapılar daha önemli. Orada kimse kimsenin başkanı değil, kimse kimsenin altı üstü de değil. Artık platformlar gerektiğinde bir araya geliyor, gerektiğinde dağılıyor. Platformların en az konfederasyon federasyon gibi yapılar kadar değerli olduğunu düşünüyorum.48

Engelsiz Erişim Derneği de temel çalışma ilkelerinin yedincisini anti-hiyerarşik yapılanma olarak belirleyerek sayfasında yayınlamıştır.49 2000 sonrası yapılardaki bu yatay örgütlenme modeli, üye ve katılımcıların çok daha fazla özgüvenle bir şeyleri değiştirmek için etkin ol- malarına yol açmış; bu da hak temelli örgüt yapısını güçlendirmiştir.

3. Sonuç ve 2020 Sonrası Engelli Hareketinin İşaretleri

1940-1980 arasındaki daha çok eğitimli ve istihdam edilmiş engelli bireyler yetiştirme çabası sonrası, 1980’den 2000’li yıllara dek gerek askeri darbenin yarattığı koşullar gerek dünyadaki gelişmelere paralel olarak karar mekanizmalarında daha çok rol alan ve hakları için daha çok mücadele eden bir engelli hareketi filizlenmiştir. Ancak bu hareketin hak temelli yapılara dönüşmesi için şartların biraz daha olgunlaşması gerekmiştir. Teknolojik gelişmeler, 1997 Özürlüler İdaresi Başkanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Karar- name, Dernekler Kanunu’nun 2004 yılında değişimi, 2005’teki Engelliler Hakkında Kanun, Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı ve Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi’nin kabulü gibi olaylar söz konusu şartları olgunlaştıran bazı etmenler olarak değerlendirilebilir.50

2018 Kasım ayında gerçekleşen Engellilik Araştırmaları Kongresinde düzenlenen 2000 Sonra- sı Engelli Hareketi paneline katılan konuşmacıların söyledikleri ışığında, 2000 sonrası engelli hareketinin üç temel sacayağına oturduğunu anlıyoruz: Hak temelli yaklaşım, karar meka- nizmalarına aktif katılım ve yatay örgütlenme. Örgüt ve platformlar artık engelli haklarının yardım, bağış ve kişisel çözümlerle değil, bizzat sosyal engellemelerin ortadan kaldırılmasıyla çözülebileceği inancıyla bildiriler hazırlamakta, araştırmalar yapmakta ve ihtiyaç duydukla- rında gerek sanal ortamda gerek sokakta bazen eylemlerle, bazen sosyal medya kampanya- larıyla, bazen lobi çalışmalarıyla yönetici erki etkilemeye gayret etmektedir. Aynı zamanda kendi tabanlarını savunuculuk konusunda bilinçlendirmeye çalışmaktadır. Bu çabaları sonuç vermektedir; hem devlet hem özel kuruluşlar engellilerle ilgili kararlar alırken platform ve örgütlerin görüşlerine daha çok başvurmaktadır. Engelli hareketi de yatay örgütlenme modeli ve anti-hiyerarşik düzende, -teknolojinin de etkisiyle- çok daha hızlı mobilize olmaktadır ve olaylara çok daha etkin biçimde müdahale edebilmektedir.

Elbette yol tamamen dikensiz değil. 1980’in baskıcı ortamında devletin denetimi altında ve federasyonlara bağlı olmak zorunda kalan engelli örgütleri bu sefer de sayıca çoğalma ancak küçülme sürecine girmektedir. Bu da olası güç bölünmesi tehlikesini beraberinde ge- tirmiştir. Bunu engellemek için 2010 sonrası platform ve engelli meclisleri arayışları görül- mektedir. Panelistlerimizden Ergin Güngör, Otizm Dernekleri Federasyonu ve Otizm Meclisi kurma süreçlerini şöyle özetliyor:

2014’te otizm platformunun artık bir tüzel kişiliğe sahip olması gerekçesiyle bugünkü be- nim de halen başkanlığını yaptığım– Otizm Dernekleri Federasyonu kuruldu. Akabinde Tür- kiye’deki bütün federasyon, vakıf, dernek gibi oluşumların bir arada olduğu Türkiye Otizm Meclisi’nin kurulması kararı alındı ve Konya’da yapılan genel kurulla Türkiye Otizm Mec- lisi kuruldu. Tabii bu meclisin kurulması Türkiye’de yaklaşık 87 STK’nın, bütün illerdeki STK’ların, vakıfların, derneklerin, federasyonların bir araya gelip çok daha kuvvetli ve etkili ses çıkarması demektir. Aramızda çok mu iyi anlaşıyorduk? Hayır, ama dışarıya tek bir ses çıkarma becerisini gösteriyorduk.51

Benzeri bir çalışma da 2018 yılında Engelliler Konfederasyonunca Avrupa Birliği desteği alınarak başlatılmıştır. “Aktif Yurttaşlık Hakkımızdır: Türkiye Engelliler Meclisine Doğru” adıyla başlayan proje kapsamında, 52 ilde engel grubunu -federasyon veya konfederasyon fark etmeksizin- kapsayan “İl Engelli Meclisleri”nin kurulması ve 2020 yılında Türkiye Engeliler Meclisi’nin oluşturulması hedeflenmektedir.52 Engelliler Konfederasyonu tarafından İstanbul Avrupa Yakası Meclisini toplamamız için tarafımıza gönderilen yazıda, Türkiye’de engel

li örgütlerinin sayıca çokluğunun ve dağınıklığının engelli hareketinin zayıflamasına sebep olduğu savıyla bu projeye başlandığı belirtilmiştir. Kısaca 2020’li yıllar sayıca oldukça çok olan engelli örgütlerinin platform, meclis ve benzeri adlarla ortak ses çıkarabilme çabalarına şahit olunacak gibi görünüyor.

2020’li yılların bir başka önemli konusu, -panelimizde Emre Taşgın’ın da dile getirdiği gibi- örgütlerin ekonomik sürdürülebilirliklerini nasıl sağlayacaklarıdır. Hak temelli kalabil- mek için yaşamını sürdürecek kadar bağımsız olmak ve zaman zaman bu bağımsızlığı koruya- bilmek için fonlar almak önemli bir zorunluluktur. 2000-2010 yılları arasında Türkiye’nin AB adaylığı ve bu kapsamda sağlanan fonlar hak temelli yapıları nitel ve nicel olarak arttırmıştır. Ancak son zamanlarda AB adaylığından uzaklaşma ve tüm toplumdaki eylemlilik sürecinin azalması 2020’li yılların çok da kolay geçmeyeceğine işaret etmektedir.

Engelli örgütlerinin kendi aralarında oluşturacakları güçlü yapılar kadar farklılıkları olan diğer örgütlerle de zaman zaman söylem ve eylem birliği yapması güçlerini arttırabilecek ciddi bir aşamadır. Beyza Ünal, panelde bunu engelli kadın örgütlerinin diğer kadın örgütleri ve LGBT örgütleri ile daha çok iş birliği yapması gerektiğini ifade ederek vurgulamıştır. Emre Taşgın da engelli örgütlerinin kapalı yapılarından kurtulmasının önemli olduğunu özel- likle belirtmiştir. Madalyonun diğer tarafında ise engelli örgütlerinin diğer örgütlerle birlikte hareket ettiklerinde kendi tabanlarından gelecek ve dikkate alınması gereken tepki olasılığı vardır. Dikmen Bezmez, Sibel Yardımcı, Bülent Küçükaslan ve “Engelliler.Biz Platformu”- nun Hrant Dink suikastı sonrası verdiği desteğe gelen eleştirilerden söz eder ve muhafazakâr engelli kitlenin bu tarz birlikteliklere çok da sıcak bakmayabileceklerini ortaya koymaktadır.53 Hal böyleyken, bir yandan Emre Taşgın’ın dediği gibi mümkün olduğunca siyasetin günlük gündeminden uzak durup yalnızca engelli hakları ortak paydasında buluşma çabasıyla, Beyza Ünal’ın işaret ettiği farklı örgütlerle güç birliği yapma amacının nasıl bir arada bulunabileceği çözülmesi gereken bir sorunsal gibi duruyor.

Tüm bu bilgilerin ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki gelecek bizi nereye götürürse götürsün, sakat kitle, kendilerini engelli yapan şeyin, bireysel sorunları değil, sosyal engeller olduğu konusunda geri dönülmez bir bilinç sahibi olmuş durumdadır.

li örgütlerinin sayıca çokluğunun ve dağınıklığının engelli hareketinin zayıflamasına sebep olduğu savıyla bu projeye başlandığı belirtilmiştir. Kısaca 2020’li yıllar sayıca oldukça çok olan engelli örgütlerinin platform, meclis ve benzeri adlarla ortak ses çıkarabilme çabalarına şahit olunacak gibi görünüyor.

2020’li yılların bir başka önemli konusu, -panelimizde Emre Taşgın’ın da dile getirdiği gibi- örgütlerin ekonomik sürdürülebilirliklerini nasıl sağlayacaklarıdır. Hak temelli kalabil- mek için yaşamını sürdürecek kadar bağımsız olmak ve zaman zaman bu bağımsızlığı koruya- bilmek için fonlar almak önemli bir zorunluluktur. 2000-2010 yılları arasında Türkiye’nin AB adaylığı ve bu kapsamda sağlanan fonlar hak temelli yapıları nitel ve nicel olarak arttırmıştır. Ancak son zamanlarda AB adaylığından uzaklaşma ve tüm toplumdaki eylemlilik sürecinin azalması 2020’li yılların çok da kolay geçmeyeceğine işaret etmektedir.

Engelli örgütlerinin kendi aralarında oluşturacakları güçlü yapılar kadar farklılıkları olan diğer örgütlerle de zaman zaman söylem ve eylem birliği yapması güçlerini arttırabilecek ciddi bir aşamadır. Beyza Ünal, panelde bunu engelli kadın örgütlerinin diğer kadın örgütleri ve LGBT örgütleri ile daha çok iş birliği yapması gerektiğini ifade ederek vurgulamıştır. Emre Taşgın da engelli örgütlerinin kapalı yapılarından kurtulmasının önemli olduğunu özel- likle belirtmiştir. Madalyonun diğer tarafında ise engelli örgütlerinin diğer örgütlerle birlikte hareket ettiklerinde kendi tabanlarından gelecek ve dikkate alınması gereken tepki olasılığı vardır. Dikmen Bezmez, Sibel Yardımcı, Bülent Küçükaslan ve “Engelliler.Biz Platformu”- nun Hrant Dink suikastı sonrası verdiği desteğe gelen eleştirilerden söz eder ve muhafazakâr engelli kitlenin bu tarz birlikteliklere çok da sıcak bakmayabileceklerini ortaya koymaktadır.53 Hal böyleyken, bir yandan Emre Taşgın’ın dediği gibi mümkün olduğunca siyasetin günlük gündeminden uzak durup yalnızca engelli hakları ortak paydasında buluşma çabasıyla, Beyza Ünal’ın işaret ettiği farklı örgütlerle güç birliği yapma amacının nasıl bir arada bulunabileceği çözülmesi gereken bir sorunsal gibi duruyor.

Tüm bu bilgilerin ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki gelecek bizi nereye götürürse götürsün, sakat kitle, kendilerini engelli yapan şeyin, bireysel sorunları değil, sosyal engeller olduğu konusunda geri dönülmez bir bilinç sahibi olmuş durumdadır.

  1. Emin Demirci, A Survey of Adult Education Services of the Associations of the Handicapped in Ankara, İstanbul and İzmir (Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1987), 10-18.
  2. Demirci, “A Survey of Adult Education Services”.
  3. Demirci, “A Survey of Adult Education Services”.
  4. Demirci, “A Survey of Adult Education Services”.
  5. Engin Yılmaz ve Adem Vural, “Altı Nokta Körler Derneğinin Kurucularından Gültekin Yazgan’ı Anma ve Engellilik Üzerine Konuşmalar”, erişim: 15 Ağustos 2019, https://www.dunyayaseslen.com/icerik/1-subat- 2012-engelsiz-erisimli-saatler
  6. Selim Altınok ve Kerim Altınok, “Prof. Önder Kütahyalı’nın Meslek Yaşamı Konusunda Kendi Anlatımı”, erişim: 15 Ağustos 2019, https://www. dunyayaseslen.com/icerik/1-subat-2012-engelsiz-erisimli-saatler
  7. Demirci, “A Survey of Adult Education Services of the Associations of the Handicapped”.
  8. Emin Demirci, Homeros’tan Aşık Veysel’e: Tarihte ve Toplum Yaşamında Körler (Bilgelik mi, Çaresizlik mi?) (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2005).
  9. Demirci, Homeros’tan Aşık Veysel’e: Tarihte ve Toplum Yaşamında Körler.
  10. 10  Dernekler Kanunu, Kanun Tertip: 5, Resmî Gazete, 23.11.2004, sayı: 25649; Engelliler Hakkında Kanun, Tertip: 5, Resmî Gazete: 07.07.2005, sayı: 25868 Kabul Tarihi: 01.07.2005; Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşmenin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun, Kanun No. 5825, Kabul Tarihi: 3/12/2008, https://www. tbmm.gov.tr/kanunlar/k5825.html
  11. Beyaz Ay Derneği’nden Lokman Ayva ile yapılan görüşme,17 Ağustos 2019.
  12. Bilkent Üniversitesi çatısı altında kurulan ilk e-posta listesinin yöneticilerinden İbrahim Elibal ile yapılan görüşme, 15 Ağustos 2019.
  13. Kapalı grup konuşması, erişim: 10 Ağustos 2019, https://groups.google.com/ forum/#!forum/tekno-kor
  14. Dikmen Bezmez ve Sibel Yardımcı, “In Search of Disability Rights: Citizenship and Turkish DisabilityOrganizations”, Disability & Society 25/5 (2010): 603-615.
  15. Kapalı grup konuşması, erişim: 10 Ağustos 2019, https://groups.google.com/forum/?pli=1#!forum/gormeengelli- ogrenciler
  16. E. Fuat Keyman, “Sivil Toplum, Sivil Toplum Kuruluşları ve Türkiye Sivil Toplum ve Demokrasi Konferans Yazıları”, Sivil Toplum ve Demokrasi Konferans Yazıları No:4, haz: Arzu Karamani (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2004), erişim: 24 Aralık 2009, http://stk.bilgi.edu.tr/docs/keyman_std_4.pdf
  17. Keyman, “Sivil Toplum”.
  18. Keyman, “Sivil Toplum”.
  19. Bezmez ve Yardımcı, “In Search of Disability Rights”, 603-615.
  20. Keyman, “Sivil Toplum”.
  21. Bezmez ve Yardımcı, “In Search of Disability Rights”, 603-615.
  22. Bezmez ve Yardımcı, “In Search of Disability Rights”, 603-615.
  23. Bezmez ve Yardımcı, “In Search of Disability Rights”, 603-615.
  24. Bezmez ve Yardımcı, “In Search of Disability Rights”, 603-615.
  25. Michael Oliver, Understanding Disability: From Theory to Practice (London: Macmillan, 1996).
  26. UPIAS, Fundamental Principles of Disability (London: Union of the Physically Impaired Against Segregation, 1976).
  27. UPIAS, Fundamental Principles of Disability (London: Union of the Physically Impaired Against Segregation, 1976).
  28. Bezmez ve Yardımcı, “In Search of Disability Rights”, 603-615.
  29. Süleyman Akbulut, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”, 2. Engellilik Araştırmaları Konferansı: DündenBugüne Engellilik, 15-16 Kasım 2018, İstanbul.
  30. Bezmez ve Yardımcı, “In Search of Disability Rights: Citizenship and Turkish Disability Organizations”, 603-615.
  31. Onur Cantimur, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”, 2. Engellilik Araştırmaları Konferansı: Dünden Bugüne Engellilik, 15-16 Kasım 2018, İstanbul.
  32. Akbulut, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”.
  33. Ergin Güngör, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”, 2. Engellilik Araştırmaları Konferansı: Dünden Bugüne Engellilik, 15-16 Kasım 2018, İstanbul.
  34. Beyza Ünal, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”, 2. Engellilik Araştırmaları Konferansı: Dünden Bugüne Engellilik, 15-16 Kasım 2018, İstanbul.
  35. Cantimur, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”.
  36. Bezmez ve Yardımcı, “In Search of Disability Rights: Citizenship and Turkish Disability Organizations”, 603- 615.
  37. Emre Taşgın, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”, 2. Engellilik Araştırmaları Konferansı: Dünden Bugüne Engellilik, 15-16 Kasım 2018, İstanbul.
  38. Taşgın, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”.
  39. Keyman, “Sivil Toplum”.
  40. Akbulut, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”.
  41. Güler, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”.
  42. Cantimur, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”.
  43. Bezmez ve Yardımcı, “In Search of Disability Rights”, 603-615.
  44. Şerafettin Gökalp, “Yeni Dernekler Kanunu”, TBB Dergisi 58 (2005): 209
  45.  Demirci, Homeros’tan Aşık Veysel’e: Tarihte ve Toplum Yaşamında Körler.
  46. Akbulut, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”.
  47. Taşgın, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”.
  48. Taşgın, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”.
  49. “Engelsiz Erişim Derneği Temel Çalışma İlkeleri”, erişim: 17 Ağustos 2019, https://www.engelsizerisim.com/ sayfa/engelsiz-erisim-dernegi-temel-calisma-ilkeleri/
  50. Özürlüler İdaresi Başkanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, Kanun Hükmünde Kararname Tarihi: 25/3/1997 No: 571, Yetki Kanununun Tarihi: 3/12/1996, No: 4216, Yayımlandığı Resmi Gazete Tarihi: 30/5/1997 No: 23004 (Mükerrer).
  51. Güngör, “Türkiye’de Engellilik Hareketi Paneli”.
  52. “TEM Projesi”, erişim: 16 Ağustos 2019, http://www.turkiyeengellimeclisi.org/?SyfNmb=2&pt=TEM+Projesi %3F
  53. Bezmez ve Yardımcı, “In Search of Disability Rights”, 603-615.

Kaynakça / References

“Engelsiz Erişim Derneği Temel Çalışma İlkeleri”. Erişim: 17 Ağustos 2019, https://www.engelsizerisim.com/ sayfa/engelsiz-erisim-dernegi-temel-calisma-ilkeleri/

Altıok, Selim ve Altıok, Kerim. “Prof. Önder Kütahyalı’nın Meslek Yaşamı Konusunda Kendi Anlatımı”. Erişim: 16 Ağustos 2019, http://selimkerim.com/profonderkutahyali.html

Bezmez, Dikmen ve Yardımcı, Sibel. “In Search of Disability Rights: Citizenship and Turkish Disability Organizations”. Disability & Society 25/5 (2010): 603-615.

Demirci, Emin. A Survey of Adult Education Services of the Associations of the Handicapped in Ankara, Istanbul and İzmir. Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1987.

Demirci, Emin. Homeros’tan Aşık Veysel’e: Tarihte ve Toplum Yaşamında Körler (Bilgelik mi, Çaresizlik mi?). İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2005.

Keyman, E. Fuat. “Sivil Toplum, Sivil Toplum Kuruluşları ve Türkiye Sivil Toplum ve Demokrasi Konferans Yazıları”. Sivil Toplum ve Demokrasi Konferans Yazıları No:4, haz. Arzu Karamani (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2004), erişim: 24 Aralık 2009, http://stk.bilgi.edu.tr/docs/ keyman_std_4.pdf

Oliver, Michael. Understanding Disability: From Theory to Practice. London: Macmillan, 1996.

Yılmaz, Engin ve Vural, Adem. “Altı Nokta Körler Derneğinin Kurucularından Gültekin Yazgan’ı Anma ve Engellilik Üzerine Konuşmalar”. Erişim: 15 Ağustos 2019, https://www.dunyayaseslen.com/ icerik/1-subat- 2012-engelsiz-erisimli-saatler

Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşmenin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun, Kanun No. 5825, Kabul Tarihi: 3/12/2008 https://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5825.html

Kapalı grup konuşması. Erişim: 10 Ağustos 2019, https://groups.google.com/ forum/#!forum/tekno-kor

Kapalı grup konuşması. Erişim: 10 Ağustos 2019, https://groups.google.com/ forum/?pli=1#!forum/ gormeengelli-ogrenciler

UPIAS, Fundamental Principles of Disability. London: Union of the Physically Impaired Against Segregation, 1976.

Özürlüler İdaresi Başkanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, Yayın Tarihi: 25/3/1997, No: 571, Yetki Kanununun Tarihi: 3/12/1996 No: 4216, Yayımlandığı Resmi Gazete. Tarihi: 30/5/1997 No: 23004 (Mükerrer)

Dernekler Kanunu, Kanun Tertip: 5, Resmî Gazete Tarihi: 23.11.2004 Sayısı: 25649
Engelliler Hakkında Kanun, Tertip: 5, Resmî Gazete Tarihi: 07.07.2005, Sayısı: 25868 Kabul Tarihi: 01.07.2005 “TEM Projesi”. Erişim: 16 Ağustos 2019, http://www.turkiyeengellimeclisi.org/ ?SyfNmb=2&pt=TEM+Projesi%3F

Yazının Kaynağı : https://iupress.istanbul.edu.tr/en/book/engellilik-tarihi-yazilari/chapter/2000-sonrasi-turkiyede-engelli-hareketi

İBRAHİM AYCAN

Kafasını kuma gömmüş bir toplum ile karşı karşıyayız. Anayasanın en başında büyük ve kalın harflerle yazılı olan temel bir kuralın her gün çiğnendiği, çiğnendikçe adeta yokluğa mahkûm edildiğinin varsayıldığı bir dönemde yaşıyoruz.

Herkesin temel güvencesi, yaşamının, düşüncelerinin, inançlarının ve hayallerinin garantörü olan laiklik ilkesi her ne kadar anayasal ve yasal güvence atında olsa da fiili olarak her gün ayaklar altına alınmakta, insanlığın ve içinde yaşadığımız toplumun ortak müktesebatı yok sayılmakta ve sanki bu durum normalmiş gibi kafalar kuma gömülmektedir. Çare bu değil! Çare bu olmasa ve çarenin ne olduğu bilinse de ikiyüzlülük tam gaz devam ediyor. Oysaki toplumun tamamı büyük bir tehdit altındadır. 

Karanlık Çöktüğünde Mumla Arıyoruz

Bir yanda inançlarının ve inandığı dinin ritüellerinin daha görünür kılınmasından memnungeniş bir kitlenin olduğu varsayılmaktaykendiğer yanda laikliği yaşam biçimi olarak görmeye alışmış nitelikli sosyal katmanlar ve geniş kitleler filmin sonunu merak ederek izleyici koltuğuna oturmuş görünüyor. Birinci grup daha proaktif şüphesiz. Her yaşanan yeni günde yaratıcılıktan uzak ve bayatlamış emrivakiler ile defacto durum yaratmanın hazzını yeterli görüyor. Kimi çatlak sesler laiklik ilkesini kaldırmayı önerse de bunun imkânsız bir hayal olduğu zihin altına kazınmış bir gerçeklik. Öte yanda kendi özgürlüğünün derdine düşmüş kitleler laikliğin içinin boşaltılmasına ve tüm ülke sathının laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmesine karşı nasıl bir tavır koyabileceğinden emin olamayan bir profil çiziyor ve yaşanan tüm gelişmeleri adeta uzun metraj bir film gibi izliyor. Birinci kitlenin çaresizliği kendi amaçsızlığına saplanırken ikinci kitle yeni bir yol ve yeni bir pratik önermekten özenle kaçınıyor. Oysaki hayatın gerçekleri sinema filmi tadında izlenecek bir hikâye değildir.

Laikliğin Altını Oymak: Cahilce ve Ahmakça Bir Tavır

Laiklik, herkesin birbirinin dinine, inancına, inançsızlığına, yaşam felsefesine ve yaşam biçimine karışılmaması ve saygı göstermesini amaçlayan hukuksal güvencenin devlet tarafından kesin olarak sağlandığı hukuksal rejimin adıdır. Bu nedenle laiklik her ne kadar sosyal ve siyasal yanları olsa da esasen temel bir hukuki kavramdır. Böylesine herkesi kapsayan ve kucaklayan bir ilkenin altının oyulması ve günlük kamusal uygulamalarla içinin boşaltılması en başta kime zarar verebilir? Tabi ki tüm topluma! Ve hatta en çok da altını oyanlara! Ezberlenmiş retoriklere iman ederek kendisini laiklik karşıtı bir pozisyona konumlandıranların cehaleti tam da buradan geliyor. Kendi inancının ve ibadet özgürlüğünün garantisi olan bir kuralı yok etmekten kendisine fayda umanların vay haline! Yok etmek için elinden geleni yaptığı kurala yarın kendisi ihtiyaç duyduğunda hangi müktesebat imdada yetişecek? İflah olmaz bir çoklu kültürün var olmaya devam ettiği bir ülkede konjonktürel durumlara bel bağlamak cahilce ve ahmakça bir beklenti değil midir?

Toplumsal Huzurun Dinamosu

Demokrasi ve barış içinde yaşayan bir toplum olmanın tek yolu laik bir kültürü şart kılmaktadır. Bunun başka bir yolu olmadığı gibi temel bir ön koşulu da bulunmaktadır: “Hukuk kurallarının tanrısal buyruklar yerine insanlar tarafından yaratılması.”  Ne demektir bu? Dogmatik, değişmeyen, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen, yüzyıllardır hatta binlerce yıldır değişmeyen dinsel kuralların devlet erkinin hareketlerine yön vermemesidir. Kamusal alana herhangi bir dinin, mezhebin, cemaatin, tarikatın yada inanca dayalı ekolün emirlerinin hükümran olmamasıdır. Bu konunun sürekli yeni problemlerürettiği bazı yaşamsal alanları görmezden gelecek olursak, kamu gücü kullananlar tarafından laiklik ilkesine sürekli sadakat dile getirilmekte ve dinsel bir hükümranlıkda iddiaedilmemektedir. İçinde yaşadığımız ülkede -en azından kâğıt üzerinde- hukuk kuralları laik devlet ilkesine temel olarak bağlıdır ve henüz bu kağıtlar yırtılmamıştır.Yırtılmamıştır ancak yaşadığımız fiili durumların ve söylem düzeyindeki ihlallerin, kanunlara uyum endeksinde dünyada alt sıralarda ve Avrupa’da en alt sırada yer alan bir toplumdaki karşılığı toplumsal travma ve dinsel argümanlarla tetiklenmiş kaotik bir ortamdan ötesi değildir.(1) Toplumun benimsediği laik kültür ağır bir dinsel söylem bombardımanı ile dolaylı yoldan şeytanlaştırılırken dindar-dinsiz ayrımı yapmaksızın tüm toplumsal katmanlardaki huzursuzluğun derinleşmesi tam da bu nedenledir.

Alt kültür temsilcileri tarafından köpürtülen hilafet tartışmaları, İstanbul Sözleşmesi ve kadın erkek eşitliği tartışmaları, LGBTİQ bireylerin dinsel atıflarla sapık ilan edilmeleri, açıktan dillendirilemeyen ancak nafaka hakkı üzerinden medeni kanuna yapılan saldırılar, Atatürk’e söz edilememesine karşın onun yarattığı aydınlanma devrimi ögelerine bel altı vuruşlar, batı sermayesinin tepe tepe kullanılmasına rağmen batının kendi iç dinamiklerinden kaynaklı demokratik zafiyetlereserbest salvolar, çocuk yaşta evlilik-cinsel istismar tartışmaları ve benzeri kof gündem maddelerinin tamamı din ve laiklik ekseni üzerinden yaratılan huzursuzluk başlıkları olarak öne çıkıyor.  “Kızlı erkekli” evler tartışması, Kadıköy-Beşiktaş vapurundaki mini etekli kadınlar, muhafazakarlık ötesi bir bağnazlığın sözcülerinin sürekli şımartılması ve dokunulmaz kişiler gibi lanse edilmesi, fundamentalist olduğu kamuoyunca bilinen kişilere yüksek cenahtan yapılan şovlu ziyaretler, “karıları kızları helaldir” gibi uçuk saldırılar ve Türkiye’de kadın haklarının serüvenini yok sayan benzeri durumlar ise temel tartışmaları besleyen sansasyonel gürültüler olarak kayda geçiyor. Huzursuzluğun kaynağında laikliği günün birinde yok etme umut ve iştahının olduğu aşikar.(2)

Oysaki laiklik; kişinin istediği dine ya da ideolojiye inanması, dinini ve düşüncelerini açıklayabilmesi, propagandasını yapabilmesi ve yayabilmesi, ahlak telakkisini dinden bağımsız oluşturabilmesi, din dışı inanç ve düşüncelere saygı duyulması, başkalarının felsefi düşünce ve dinsel inançlarının aşağılanmaması ve baskı altına alınmaması; devletin ise tüm bu hukuki güvencelerin garantörü olmasıdır. Özetle, kendi dinsel inancını devlet eliyle ya da zorbalıkla başkalarına dayatmamak kaydıyla esasen laiklik dindar olmak isteyenlerin de hukuksal güvencesidir. İşin kör düğüme dönüştüğü yer her zamanki gibi demokrasinin temel sınırı olan başkalarının özgürlüğüne müdahale noktası olmaktadır. Kendi inanç kurallarının başkaları üzerinde de egemen olmasını isteyen bir din anlayışı laiklik ilkesine saldırmadan yapamamakta, huzuru da baltalamaktadır.

Büyük bir hayretle yaşadığımız de facto durum laikliği ortada kaldırmamakta ancak hukuk sistemini uygulamada deforme etmekte ve ülkemizi zaten içselleştiremediği temel hukuk prensiplerindentamamen uzaklaştırmaktadır. (3)  Kâğıt üzerinde var olan insan hakları ve temel normlar mahkeme kararlarında ve idari tasarruflarda “olağan dönemlere” göre karşılığını daha az bulmaktadır. de facto durumun diğer bir zararı, şiddet dilinin ve çatışma kültürünün yaygınlaşmasına zemin hazırlamasıdır. Laiklik, ortadan kalkmamasına rağmen toplumsal barışnispi olarak ve kademeli şekilde bozulmaktadır. Açık ve şeffaf bir şekilde tartışılmaktan ve konuşulmaktan kaçınılan ve fiili duruma yansıyan kötü niyetler,toplumsal ve siyasal alanda mertlik, dürüstlük ve şeffaflığın da köküne kibrit suyu dökmekte; değerler aşınması, yozlaşma ve ilkesizlik egemen olmakta, halkın saygı duyacağı kurumsal yapılar işlevselliğini yitirmektedir.

Laikliğin Hukuk Sistemimizdeki Yeri

Cumhuriyet Devrimlerinin en önemli parçalarından birisi laiklik ise diğeri de tevhidi tedrisat olarak bilinen eğitim birliğidir. Anayasal hükümlerle koruma altına olan her iki devrimin birlikte anılması tesadüf değildir. Zira-Şeriye ve Evkaf vekaletinin kaldırılarak Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması ve tüm eğitim kurumlarının laik temel üzerine bina edilmesi laikliğe inanan bir toplum inşa etmenin de temel şartı olarak görülmüştür. Laiklik, toplumun dünya işlerinde kimsenin dinsel kuralların ya da başka bir ideolojinin baskısı altında kalmaması olduğuna göre eğitim sisteminin de buna göre düzenlenmesi işin doğası gereğidir. Çünkü, Türkiye’de Laiklik, başka toplumların daha erken dönemlerde tamamladığı aydınlanmayı, özgür düşünceyi, bilimsel gelişmeyi ve demokrasiyi sağlamanın temel şartı olarak görülmüştür. Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nın etkisiyle Fransa’da gelişmiş ve Avrupa’ya yayılmış olan laik düşünceyi ancak 1937 yılında anayasal hüküm haline getirebilen Türkiye hem çok geriden gelmiş hem de geriden gelmenin zafiyetiyle hızlı davranmak zorunda kalmıştır. Bu zorunlu hız ve devlet eliyle yürütülen toplumsal inşa, devletin din kurallarına göre şekillenesini isteyenler tarafından jakoben olmakla da itham edilmiştir.(4)

Kökeni laikosolan ve Yunanca’da ‘laos’ kelimesinden gelen, Fransızcada ‘laicisme’ olarak kullanılan, İngilizce ve Almancada ise Latince kökeni olan ‘saecularis’ kelimesinde karşılığını bulan ve bugünkü Türkçe’ye ‘Seküler’ kavram ile dahil olan laiklik, alt kültür egemenliğini reddeden bir üst hukuki normdur.

Laik niteliğe sahip devletlerde insanlar inançlarının gereklerini özgürce yerine getirebilir. Devlet inanç hürriyetinin koruyucusu olarak tüm inançlara aynı mesafededir. Laik devlet, belli bir dini ön plana çıkararak ona üstünlük tanımamaktadır. Laik devlet,hâkim bir din belirleyerek onun kurallarını bütün vatandaşlara uygulatmaya çalışmadığı gibi kimsenin dinsiz yada ateist olmasını da öngörmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının ilgisi maddesi “Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve ibadetlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz” şeklindedir.

Laiklik İlkesinin Türkiye’de devlet sistemine egemen olması için çeşitli düzenlemeler yapılmış, birçok yasal ve kurumsal değişiklik yapılmıştır. Laiklik ilkesinin 5 Şubat 1937 tarihinde Anayasal hüküm altına alınarak devlet yönetiminde temel kural haline getirilmesine karşın 1921 Anayasası olarak bilinen Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda da 1928 yılından itibaren devletin diniyle ilgili bir madde bulunmamaktadır. Egemenlik tanrısal bir buyruğa değil “Hakimiyet bilâkaydü şart milletindir.” denilerek halka bırakılmıştır.(5)  TBMM tarafından Saltanat ve halifelik kaldırılmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılarak eğitim ve öğretim birleştirilmiş, tekke, zaviye ve türbeler kapatılmış, Medeni Kanun yürürlüğe sokulmuş, Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak Diyanet işleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuştur.(6) (Diyanet İşleri Başkanlığının tek bir mezhep inancına hizmet etmesine ve kurumsal olarak laiklik ilkesine aykırı olmasına ilişkin eleştiriler dipnot olarak kenarda durmalıdır. Dini temsil iddiasında olan yapıların sınır tanımayan çeşitliliği ve temsili bir otoriteden yoksun oluşu bu kurumun varlığını zorunlu kılmıştır. Laik bir devlette Diyanet kurumunun yeri olmamalıdır, şayet olacaksa tüm dinleri ve belli nüfusa tekabül eden inançları temsil etmelidir)

Laiklik İlkesi, 1921 ve 1924 Anayasaları döneminde çıkarılan kanunlarla aşama aşama gerçekleşmiştir.  Çıkarılan bu kanunlar sonucunda dinsel kıyafet, sembol ve işaretlerle sokakta dolaşılması yasaklanmış, ders kitaplarındaki dinsel sembol ve işaretler kaldırılmış, 1924 Anayasasındaki “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dini İslam’dır.” hükmü 1928 yılında çıkarılmış ve laiklik ilkesi 1924 Anayasası’na 5 Şubat 1937 tarihinde girmiş, daha sonraki 1961 Anayasası ve 1982 Anayasasında da laiklik ilkesi korunmuştur.(7) 1961 Anayasasına göre “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve ‘Başlangıç’ta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” 1982 Anayasasının ikinci maddesi“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” şeklindedir. Anayasanın 174. maddesi (8)ise Cumhuriyet Devrimlerini(9) ve laikliği daha kuvvetli bir hükümle koruma altına almıştır: “Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılap kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasa’ya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz.”

Dinin Masumiyeti ve Laiklik

Laiklik İlkesini anayasal hüküm haline getiren Mustafa Kemal Atatürk, laikliğin yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek olmadığını, bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetinin laiklik ilkesi ile garanti altına alındığını belirtmiş, din ve ahlak işlerinin birbirinden ayrılmasını da öngörmüştür. İçinde yaşadığımız son dönemde, din ile ahlakın uzunca bir süre özdeşleştirilerek sunulması ve din adına temsilcilik yapanlar tarafından ahlak alanında oldukça düşük bir performans gösterilmesi sonucunda dinsel inanca sahip kitlelerin önüne büyük bir kaos çıkmış bulunmaktadır. Üstelik bu defa “Din iyidir, kötü uygulamanın sebebi dini yeterince anlamayan müslümanlardır” savunma retoriği de kitleler nezdinde meşruiyetini yitirmiştir. Din, bireylerinkişisel yaşamında saygın ve masum bir yerde dururken kamusal alana hükmeder hale gelmesi oranında temsilcilerin ürettiği tüm ahlaka uzak uygulamalardinin sırtına yüklenmektedir. Dinin masumiyeti kitleler nezdinde bizzat siyasal temsilcileri tarafından kirletilmekte, laikliğin çizdiği ince çizginin kırılması hem devlete hem de dine olan saygının büyük bir erozyona uğramasına neden olmaktadır. Yapılan bilimsel araştırmalar bu erozyonu doğrulamaktadır. Bu çerçevede muhafazakâr gençlikteki ateist ve deist akımları ve diyanetin çözüm üretmeyen demagojik açıklamalarını(10) bir kenara koyarken, her devirde büyük saygı görmüş devlet kurumlarına olan güven oranlarının dramatik düşüşünü zikretmeden geçmemek gerekir.(11)

Laikliğin Sağladığı Özgürlük Alanı ve Alt Kültürün Küstah Cesareti

Laiklik, din gibi değişime kapalı olmayan, zamanla değişebilen anlamına gelmektedir. Laik ise, sözlük anlamı ile ruhani olmayan kimse, dinî olmayan fikir, kurum, sistem ve ilke anlamına gelmektedir.Laiklik, dinsizlik ya da ateistlik de değildir. Laiklik evrenseldir, tüm insanlığı kapsayıcıdır. Evet laik devlet düzen dinsizdir. Çünkü laik devletin dini adalettir! Bu yüzdendir ki, laik devletlerin nüfus cüzdanı olan anayasalarında din hanesi boştur, o hanede Hukuk Devleti yazar. Fakat laik devlette her tür dinden ve inançtan bireyler gerçek bir özgürlüğe sahiptir. Herhangi bir dininsiyaset alanında araç olarak kullanılmaması, inançların kişilerin vicdanı dışında baskılara açık olmaması, herkesin vicdanının emrine uymakta serbest olması laik hukuk sisteminin emridir. Devlet, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımındantüm vatandaşlara eşit ve tarafsız şekilde davranmak zorundadır. Bu bir ateist olabileceği gibi bir Budist ya da Şintoist de olabilir.

Laik devlette kimsenin camiye, kiliseye veya sinagoga giderek ibadetin ne kadar kötü bir şey olduğunu orada bulunanlara anlatma ve baskı uygulama salahiyeti yoksa kimsenin de bir meyhaneye gidip rakı içenlere içkinin kötülüklerini anlatarak keyfini bozma veya plajda güneşlenenlerin huzurunu bozma hakkı yoktur. Laik devlette bir Budist inek eti yenilen restorana girip masaları dağıtamaz, kendisi inek eti yemiyor diye başkalarının inek eti yemesine müdahale edemez. Kamusal duvara çarpan saldırı içgüdüsü saldırganın kendi inancı ve varsa tanrısı ile baş başa kalmasını sağlar. Kimse bir başkasının dogmalarına göre yaşamını tanzim etmek zorunda değildir; ki bu baskı yurttaş üzerinde ne kadar hissedilirse devlet de o kadar laiklikten ve huzur ortamından o kadar uzaktır.

Elinde İncil ile seçim propagandası yapan alt kültür temsilcisi faşist Trump’ın aksine birinci sınıf Avrupa’nın hiçbir ülkesinde Hristiyan ritüeline uyulmadığı için insanlar kınanmıyor. Avrupa ülkelerinde liderler ellerinde İncil, miting meydanlarında dolaşmıyor. Buna mukabil Avrupa’da siyasi liderler bir usulsüz otel faturası yüzünden mahkemelerde sürünebiliyor.  Hatta ceza kanunlarında hüküm olmasa da etik kurallar gereğince toplumuna hesap veriyor. Öte yandan, dinsel dogmaların gazete manşetlerini süslediği hiçbir ülkede darbe ve siyasi komplo dışında hiçbir siyasi lider ahlak dışı ilişkiler nedeniyle hesap vermiyor. Bilimselliği tartışmalı olsa da İslam dininin en iyi yaşandığı ülkeler endeksi ateizmin en yüksek oranlar taşıdığı ülkeleri, özellikle de Hollanda, İzlanda, İsveç gibi ülkeleri işaret ediyor! Eline haritayı alıp, en çok insanın öldürüldüğü ülkeleri görmek isteyenlerin gözleri istemsiz biçimde laiklikten uzak ülkelere kayıveriyor.(12)

Ülkemizde, din ve laikliğintoplumsal alanda iç içe geçmiş tartışmaların odağında olmalarına karşın, hukuk sisteminde laiklik ilkesinin köklü ve kesin şekilde kural haline dönüşmüş olması çatışma alanlarını da kendiliğinden doğurmaktadır. Din ve özellikle de mezhep üzerinden toplumsal hayatı dizayn etmek üzerine kurgu yapan alt kültür ideolojileri,din olarak tanımladığı toplumsal aforizmaları gelecek tasavvurunun inşasında masalsı bir argüman olarak ileri sürmekte ve gerçek dışı tarihsel atıflarla toplumu baskılayarak jurnallemektedir. Gerçekliğinden koparılarak sunulan, akait yerine kıssalara dayanan, arkaik bir mitoloji ve hurafe üzerine bina edilen “mezhepçi din” hiçbir sorunu çözemediği gibi yeni sorunları toplumun önüne getirmekte ve bir “alt kültür” olarak çözümsüzlük yaratmakta, her çözümsüz kaldığında ırkçılığı imdada çağırmaktadır. Masal tadındaki gelecek tasavvuru esasen milliyetçiliğin ve daha özelde ırkçılığın arkasına saklanmakta, ahlaktan soyutlanmış müteahhit dinciliğinin yetersizliği kamufle edilmektedir. Kısırdöngünün adı evrensellik karşıtı alt kültür saldırısından başka bir şey değildir!

Özeleştiriden Yoksun İfşaatlar ve Tarihsel Kısırdöngü

İstanbul Üniversitesi ile İstanbul Barosunun iki yılda bir düzenlediği Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi Sempozyumunda yapmış olduğum “Dante’nin Evrensel Krallığında Uluslararası Hukuk mu yoksa çatışma mı galip gelecek? Medeniyetler çatışmasında senaryo taraflar ve rolleri” başlıklı bildirimde de vermiş olduğum trajik birkaç örneği burada tekrar etmek istiyorum. (13)

Eski Diyanet İşleri Eski Başkan Mehmet Görmez, 2014 yılında vermiş olduğu bir röportajdahak ettiğinden daha az ilgi gören sözler söylemişti. Görmez, “Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’u Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da, Afrika’da, Myanmar’da… Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebaplar, İŞİD’ler, BokoHaram’lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortayaçıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz” diye konuşmuştu. (14)

Bugün İslam Dünyası olarak kullanılan içi boş karamın kapsama alanında fikir kıtlığı çekildiği anda haçlı seferleri ileri sürülmekte, kendi iç sorunlarını ve yetersizliklerini başkalarına yıkarak kurtulma yolu seçilmektedir. Haçlı Seferleri analizlerine ayrılan zamanın bir kısmı Sıffin Savaşına ayrıldığı takdirde daha rasyonel sonuçlara varılabilir. Sıfin Savaşı,Dördüncü Halife Ali ile, onun halifeliğini kabul etmeyen Şam valisi Muaviye arasında 657 yılında patlamış,yüzyıllar sonra ortaya çıkan İŞİD’in merkez üssü Rakka civarında büyük kan dökülmüştür. Her iki tarafın askeri kapasitesininyaklaşık 100.000 kişi olduğu ve toplamı 200.000 kişi olan, 70.000 civarında insanın öldüğü bu savaşta yer alanların mevcudu 300-400 yıl sonra saldırıya geçen en baba haçlı ordusundan daha büyüktür.(15) Dünya nüfusunun artışını da dikkate aldığımızda dinsel paradigmanın iflasını müşahede etmemek imkansızdır. Bugün Suriye ve Irak bölgelerindeki çatışmaları dikkate aldığımızda 1400 yıl önceki çılgın iktidar savaşlarının benzer şekilde devam ettiğini görmekteyiz. Sorunu tarihsel kaynağından tartışmaya başlamadığımız takdirde doğru sonuçlaraulaşma imkânıda bulunmamaktadır.

Fas Tevhid ve Islah Hareketi’nin Başkan Yardımcısı Muhammet Tullabi, Marksist-Leninist bir örgütün üst düzey yöneticiliğinden 90’lı yılların başlarından itibaren İslami hareketin saflarına geçmiştir. Ona göre İslam dünyası entelektüel açıdan komadadır ve bölgeye şizofrenik bir tarih bilinci hâkimdir. Tullabi, “ABD’nin küresel düzlemde işlediği hatalar nedeniyle değil, daha çok tarihin alttan alta işleyen kanunları nedeniyle meydana gelen bir medeniyet değişimi ve medeniyetin doğuya göç etmesi nedeniyle olacak. Ben Avrupa’da görüştüğüm öğretim üyeleri ya da düşünürlere Avrupa Birliği’nin bu yüzyılın ortasında çökeceğini söylüyorum. Bu aynı zamanda Batı’nın sönümlenmesinin başlangıcı olacak. Bizler İslam dünyası olarak yükselmekte olan Doğu güçleriyle, yani Konfüçyüs medeniyeti ve Hindu medeniyeti havzası güçleriyle bir çatışmaya girmekten kaçınmamız gerekiyor… Çin, bu devasa İpekyolu projesiyle bizim yeniden doğuşumuzu sağlayabilir ancak bu aynı zamanda ABD’nin Ortadoğu’daki nüfuzunun sona ermesiyle sonuçlanacaktır.” demekte ve yine başka bir medeniyetten düşman olarak gördüğü Batı’ya karşı yardım dilenmektedir.(16)

Tullabi’nin“Hak olan bir inanca sahibiz ancak davranışlarımız batıl. Batılılar ise teoride temelsiz olmasına rağmen davranış ve tutum noktasında hakkı temsil ediyorlar. Batı üretken, demokratik, şeffaf ve toplumsal adalete önem veriyor. Bütün bunlar İslam’ın desteklediği ve önemsediği değerler.” sözü ise yukarı da bahsettiğimiz “İslam dini iyi ama Müslümanlar çok kötü” tezinin bir başka şekilde ifade edilmesidir. Batı diyerek yaftaladığı medeniyetin din üzerinden değil laiklik üzerinden kurgulanmış bir medeniyet olduğunu kurnazca gizlemekte; din üzerinden bir medeniyet tasavvuru ve kültür coğrafyası tezi ileri sürmektedir. Din ile ilgili sorunlarını 200 yıl önce çözüp bitiren batı ile hala dinsel dogmaların kısırdöngüsünde çırpınan kendi dünyasını rakip olarak görmesi cehaletin okumuş versiyonu olarak kayıtlara geçmektedir.

İslam ülkesi olarak bilinen ülkelerdeki en küçük karmaşa ve ekonomik sorun sonucunda bu ülkelerde yaşayan insanların Batı ve Dinsiz olarak tanımlanan ülkelere göçmek için sıraya girmeleri de (İşin insani boyutunu ayrı tutmak kaydıyla) ayrı bir ikiyüzlülük siyasetinden başka bir şey değildir. Yine sözde ve hayali İslam Coğrafyası ülkelerinin elit ve yönetici sınıflarının neredeyse tamamının çocuklarını batı ülkelerinin modern okullarında ‘dolar’ tarifesine göre okutması ikiyüzlü ve ahlaktan yoksun alt kültür kompleksinin başka bir tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır. Hem zorda kalanların hem de elitlerin “düşman” cenaha koşmaları laik medeniyetin evrenselliğini ayrıca kanıtlamaktadır.

Çoklu hukuk ve yolsuzluk kavramları ile anılan Malezya’nın Başbakanı Mahathir Muhammed ise, “Müslüman ve İslam düşmanlığı, İsrail’in kuruluşundan ötürü var. Müslümanlar hiçbir şey yapmasa dahi terörizmle suçlanıyor. Dünya genelinde birçok savaş var ve bu savaşların çoğu İsrail’in kuruluşuyla bağlantılı… Bugün aracılar yoluyla dünyayı Yahudiler yönetmektedir. Başkalarını kendileri için savaştırıp ölüme yollamaktadırlar. Sosyalizmi, komünizmi, insan haklarını ve demokrasiyi icat ettiler, böylece onlara eziyet çektirmeyi yanlış yaptırdılar, diğerleriyle eşit haklardan yararlanmaktadırlar” demekte, rasyonaliteden ve akıldan uzaklaşmanın fotoğrafını çizmekte; başka din ve başka bir ülkenin mağduriyet ve yobazlık siyaseti üzerinden kendini ve kendini tanımlamakta gerek kendi ülkesinde gerekse tüm dünyada laik, özgür ve akılcı düşüncenin egemen olmasına yeni bariyerler koymaktadır. (17)

Kendi dinini merkeze koyarak uydurulan masalsı hayallerin boş olduğu hem tarihte defalarca deneyimlendi hem de günümüzde deneyimleniyor. Tarihte hiçbir din devleti; günün koşullarına göre tüm halkına refahı, hukuk devletini ve sosyal adaleti bir arada sağlayamadı. Laiklikten uzak her türden ve ekolden uygulama bugün halen dünyanın birçok yerinde mevcut ve sadece kan üretiyor. Bunu görmek için, bağnaz dinciliğin labirentinden çıkamayarak deizme saplanan gençliğe söyleyecek sözü olmayanların kafasını kumdan çıkarmaları yeterli! İddialı olabilir ancak masal tadında bir yaşam isteyenlerin yeri gökkuşağı rengindeki laiklik şemsiyesinin tam altıdır.

Yapılması gereken tek çıkar yol, her türlü bilim dışı bagajlardan kurtulmaktır. Her türlü tarikat, cemaat, mezhep ve sosyal cenahtan çekinmeden laik düzeni savunmak, açıkça ve alenen savunmaktır.

İbrahim Aycan, Hukukçu

1- World Justice Project-Rule of Law Index

2-Türkiye’de kadın haklarının serüveni

3-Temel Hukuk Prensipleri– Hukukun Evrensel İlkeleri

4-Türk Modernleşmesinde “Jakoben Laiklik” Sorunsalı

5-Teşkilatı Esasiye Kanunu

6- Tevhid-i Tedrisat Kanunu

7- https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1961-anayasasi/

8- Anayasanın 174. maddesi

9- Cumhuriyet Devrimleri

10- Türkiye’de deizm tartışması: Muhafazakar gençlik dinden uzaklaşıyor mu?

11- Abdulhamit Gül: “Türkiye’de yargıya güven önceleri yüzde 60-70’lerdeyken şimdilerde yüzde 20’lerin altına düşmüştür”

12-2018’de yayınlanan İslam dinine en uygun yaşayan ülkeler endeksinde (Islamicity Index) Türkiye 95. sırada yer aldı. İslam’a en uygun yaşayan ilk 40 ülke arasında ise Müslüman olan hiçbir devlet bulunmadığı da iddialar arasında yer alıyor.

13-Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi Sempozyumu

14- Eski Diyanet İşleri Eski Başkan Mehmet Görmez’in 2014 yılında vermiş olduğu röportaj: ‘Bir günde katledilen bin Müslümanın yüzde 90’ını Müslüman katlediyor’
15- Sıffin Savaşı -İslam Ansiklopedisi
16-https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/09/28/muhammet-tullabi-medeniyetin-agirlik-merkezi-doguya-kayiyor/

17-Malezya Başbakanı Mahathir: İslam düşmanlığı, İsrail’in kuruluşundan ötürü var

Cemre Baltalı

Azınlık kavramı, değersizleştirici bir unsur olarak kullanılıp iktidarın çoğunluğu yücelten benmerkezci söyleminin satır aralarında, çoğunluğun tiranlığı yeniden üretilmektedir. Oysa ki burada bahsettiğimiz azınlık, satır aralarına sığdırılamayacak kadar kalabalıktır.

Çemberin dışında kalmak

Foucault, “İktidar her yerdedir” derken bu savını şöyle açıklar: iktidar her şeyi kapsadığı için değil, her yerden geldiği için her yerdedir. Foucault’nun ilgisi iktidarın kaynağı veya sınırlarından ziyade tahakkümü uygulama tekniklerine yöneliktir[1] ve iktidar tek bir yerde değil çok boyutlu bir düzlemde işler.[2] Bu doğrultuda aile ilişkileri, eşcinsel bireylerin dışlanması, engeli olan bireylere yönelik davranışlar ve erkekler ile kadınlar arasındaki ilişkiler gibi tüm ilişki biçimleri siyasi ilişkilerdir. Dolayısıyla iktidar, başka ilişki biçimlerinin dışında değil; tam tersine bu ilişkilere içkin bir kavramdır.  İşte bu sayede iktidar her yerdedir ve aynı sebeple, gündelik hayatta deneyimlediğimiz birçok süreç çeşitli iktidar ilişkilerinin yeniden üretilmesiniiçerir.  Nitekim iktidar ifadesi, seçilmiş hükümet anlamında iktidarı da içermekle birlikte, ondan ibaret değildir.

Benzer bir tartışma düzleminde temsili demokrasinin yetersizliğinin tartışıldığı ve dünya genelinde temsili demokrasinin eksikleri karşısında katılımcı demokrasinin ve farklı katılım yöntemlerinin ön plana çıkarılmaya çalışıldığı günümüz siyasal atmosferinde Alexis de Tocqueville’in 19.yüzyılda yaptığı analizden beri tartışılmaya devam eden bir mesele de çoğunluğun tiranlığı riskidir. Tocqueville’den etkilenen John Stuart Mill’in ifadesiyle demokrasi, farklılıkları ve çeşitliliği koruduğu takdirde özgürlüklere en müsait siyasal ortamı sağlayacak sistemdir[3].  Ancak bu noktada ayırıcı tanı, çoğunluğun azınlığa karşı tutumudur. Zira çoğunluğun azınlığı yok saydığı bir senaryoda demokrasinin sekteye uğrayabileceğini dile getirmek gerekir.  Bu nedenledir ki gerçek bir demokraside bu riskten kaçınmak için, Mill’inde söylediği gibi, her bir grubun temsil edilmesi gerekir. Aksi takdirde, azınlıktan tek farkları daha büyük sayılarla ifade edilmeleri olan çoğunluk, geri kalanlar üzerinde eşitsiz ve ayrıcalıklı bir yönetimin sebebi olacaktır. Oysaki demokrasi doğru uygulandığında azınlıkların güçlendirildiği bir yönetim süreci olarak görülmekle birlikte demokratik bir sistemde bireylerin devlet iktidarından kendine düşmesi gereken eşit paydan daha azıyla yetinmemesi gerekir. Hak temelli siyasi eylemler ve azınlıkların siyasal katılımı bu sebeple oldukça önemlidir. Azınlıkların katılımına ket vurulup çoğunluğun fikri ve iştiraki alınan karar ve uygulamalar için hiçbir parantez açma ihtiyacı görmeden yeterli sayılarak eşitliklerden sapılmaya başlandığında; çoğunluk azınlık üzerinde kısıtlayıcı bir etki ve yetki sahibi olduğunda; temsil sekteye uğrar ve katılım giderek daha hayati bir duruma gelmeye başlar.  Bu noktada bahsettiğimiz katılım iktidar olan çoğunluğun değil, iktidarın karar ve uygulamalarından etkilenecek olan tüm kesimlerin yönetenleri ya da yönetenlerin kararlarını etkilemeye dönük tüm süreçlere katılımıdır.  Diğer bir deyişle, bir tarafın kendini çoğunluk ilan etmesi sebebiyle azınlık olarak nitelendirilen her grubun temsil edilmesidir.

Tüm bunlar göz ardı edilip sunulan hizmetlerden çoğunluğun yararlanıyor olması yararlanmayan veya yararlanamayanları görmezden gelmek için yeterli bir faktör olarak görüldüğünde, bu durum görmezden gelinen ve sunulan hizmetlerden pay alamayan kesimin giderek büyümesinin de önünü açar.  Bu da birilerini sistematik bir biçimde çemberin dışında bırakıyor olmak anlamına gelir. Çember dışına itme tutumu, giderek kurumsal ve hukuki düzlemlerde de kendine yer açtıkça, görmezden gelenler aracılığıyla çemberin sınırlarında yeniden üretilir.  Mikro ölçeklerde gündelik hayatta tekrar tekrar üretilen ayrıştırıcı iktidar giderek normalleşir ve görmezden gelinenler tarafından da içselleştirilir. İktidarın meşruiyetinin olmazsa olmaz koşulu olan rızanın da denklemden çıkarılması ve içselleştirmenin giderek derinleşmesiyle sosyopolitik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel alanların her birinde bu iktidarın bilerek veya bilmeyerek yeniden üretilmesi gün be gün eşitlik ve adaleti boğmaya başlar.  Eşit yurttaşlık mefhumu siyaset bağlamında tüm mikrofonlardan duyulan bir kavram olmak yerine yüksek sesle söylenmeye korkulan bir fısıltıya dönüşmeye başlar.  Eşit yurttaşlıktan bahsedilmeyen bir düzende azınlıklar ne kadar kalabalıklaşırlarsa kalabalıklaşsınlar, azınlık olarak bir takım şeylerden mahrum edilmeye devam ederler. 

İşte buraya kadar açıklamaya çalıştığımız ve her gün deneyimlediğimiz veya maruz kaldığımız bu sorunlu politik atmosferde çoklu eşitsizlikler o kadar iç içe geçmiştir ki, sorun ile çözüm arasındaki çizgi giderek bulanıklaşmıştır. Sorunlar büyüdükçe çözümleri yeni sorunlara sebep olmadan uygulamak giderek imkânsızlaşmış; sorunlar sorunları, çözüm gibi görünen girişimler ise yeni sorunları doğurmaya başlamıştır.  Karşı karşıya kalınan sorunların sınırsızlığına kaynakların sınırlılığı eklenince azınlıkların sorunları hep daha geriye daha geriye ve daha geriye itilmiş, itildikçe birikmiştir.  İşte bu nedenle çözümleri konuşabilmek için siyasetin yapılma biçiminin bir dönüşümden geçmesi gerekmektedir. Aksi takdirde sadece sorunların ve alternatif olarak da başka sorunların mümkünlüğü söz konusuyken bunu en yoğun hissedenler de sorunları liste sonuna ötelenen azınlıklardır.

“Dünyanın en büyük azınlığı”

Birleşmiş Milletler’in “dünyanın en büyük azınlığı” olarak nitelendirdiği 1 milyar engelli birey dünya nüfusunun %15’ini oluşturmaktadır[4]. Türkiye’de ise bu oran %12,29;y ani yaklaşık 10 milyon kişidir[5].  Diğer bir ifadeyle ülkemizde her 8 kişiden 1’i bir engele sahiptir. İlk kez duyanlar bu sayının inandırıcılıktan uzak görünecek kadar yüksek bulunmasının sebebi ise gündelik hayatta engeli olan bireyler ile pek sık karşılaşamıyor olmamızdır. İşte biraz önce bahsettiğimiz iktidarın mikro ölçeklerde yeniden üretilmesi ve içselleştirilmesi meselesi de burada kendini göstermektedir.  Sistem hizmetlerin çoğunluğa sunulup azınlıkların çemberin dışında bırakılması şeklinde uygulandığında engelli bireyleri eve kapatırken toplumsal hayatın tüm katmalarından da dışarı itmektedir.  10 milyon kişiyi azınlık olarak nitelendirebiliyor olmak da ancak bu şekilde görünmezleştirerek mümkün olabilmektedir.  Azınlık kavramı değersizleştirici bir unsur olarak kullanılıp, iktidarın çoğunluğu yücelten ben-merkezci söyleminin satır aralarında çoğunluğun tiranlığı yeniden üretilmektedir.  Oysaki burada bahsettiğimiz azınlık, satır arlarına sığdırılamayacak kadar kalabalıktır.

Ülkemizde veriler güncel ve yeterli olmamakla birlikte uluslararası kuruluşların verilerine göz atacak olursak; 2011 yılında Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Bankası ortaklığında dünya genelinde toplanan veriler ışığında hazırlanan Dünya Engellilik Raporu verilerine göre engelli olmayan bireyler için %75 olan istihdam oranı engelli bireyler için %44 iken engelli bireylerin %22’si ancak yarı zamanlı işlerde çalışma imkanı bulabilmektedir. OECD verilerine göre Türkiye’de engeli olan bireylerin yoksulluk ve dışlanmışlık riski % 77,1 olarak tespit edilmiştir.  Avrupa Birliği ülkelerinde engelli bireylerin %25’i ilkokuldan sonra okulu bırakırken Türkiye’de bu oran %60’tır ve engeli olan bireylerin yalnızca % 6,8’i yükseköğrenimi tamamlayabilmektedir. Dolaysıyla azınlık diye etiketlenen ve görmezden gelinen bu 10 milyon kişinin temel haklara erişim konusunda haksızlığa uğradığı aşikârdır.  Tartışılması gereken ise bu erişilebilirlik sorununun neden ve nasıl çözülemediğidir.  Bunu anlamak için de belki öncelikle engellilik meselesinin dönüşümünü, bir sosyal olgu olarak nasıl oluşmaya başladığını ve nasıl şekil değiştirdiğini anlamak gerekir.

Aristo’nun beden hiyerarşisinden güncel siyasetin muhtaçlık söylemine

Aslında bu yazıya temel olan sav, engelliliğin toplumsal bir inşa, bir söylem ve sosyal bir mesele olduğudur.  Engellilik, engeli olan bireyin içkin bir özelliği değildir.  Bireyin yeti yitiminden kaynaklı durumu bazı şeyleri engeli olmayan bireylere göre farklı şekil ve düzeylerde yapması veya yapamamasıyla sonuçlanabilir. Ancak engellilik; sosyo-politik, sosyo-kültürel ve bunlara bağlı çevresel şartlar ve bunlara sebep olan sosyal politikalar tarafından bireyin maruz bırakıldığı bir durumdur.  Bir eşitsizlik, bir erişilebilirlik, bir perspektif meselesidir.  Bu bakış açısının kökenleri Antik Yunan’a kadar gider ve engellilik meselesinin görülebilir olan ile ilgili boyutu Aristo’nun tespitlerinde kendine beden tartışmaları bağlamında yer bulmuştur. Bedensel farklılıkların tipik ve sapmış olarak nitelendirilen iki nokta arasında konumlanan bir hiyerarşi ölçeğinde değerlendirilmesi ve görünüşü temel alan idealizasyon algısı sebebiyle kimi bedenlere “tamlık”, kimi bedenler “eksiklik” addedilmiştir. Bu tartışma kadınlığın sakatlanmış erkeklik olarak algılanmasıyla başlar ve beden üzerinden yapılan bu hiyerarşizasyona göre erkek, beyaz ve engeli olmayanın görünüşteki üstünlüğü doğallaştırılırken; kadın, siyah ve engelli olanlar bedensel farklılıklarından ötürü değersizleştirilmişlerdir. Toplumsal bir mesele olarak ayrımcılık temelinde yükselen bu bakış açısı meselesi oldukça önem arz etmekle birlikte burada yürüteceğimiztartışma daha ziyadesosyopolitikbiz düzlemde konumlanacaktır.  Zira toplumsal bir sorun olarak karşımıza çıkan bu bakış açısınınve engeli olan bireylerin aslında hayatlarının bir alanını ilgilendiren engeli tüm benliklerine mal etme durumunun tüm yurttaşlara eşit bir sosyal hayat sağlama sorumluluğunun altından kalkamayan yönetimlerce benimsenmesiyle başlayan muhtaçlık yaratma sürecinin bir sosyal yardım düzeneğine evrilişini anlamak, engellilik meselesinin temellerini anlamakla mümkün olacaktır.

Genel anlamda engellilik meselesinin ele alınışı birbiri ardına gelen üç model çerçevesinde değerlendirilir. Bunlardan ilki, Ortaçağ’da engellilik durumunu bir anomali olarak değerlendiren ahlaki modeldir. Bu modelde engelliliğin bir çeşit demonizmle benzeşmesinin uzantısı olarak engeli olan bireyler genellikle dini yardım çatıları altında izole edilmişlerdir. Bunun günümüze kadar uzayan etkileriyle ilgili bir tartışma yürütmek bu yazının konusu olmayacaktır ancak şunu belirtmek gerekir ki muhtaçlık söylemi,  görece ilkel kalmış bu bakış açısıyla beslenmeye oldukça elverişlidir.

19.yüzyılın ortalarında ise rasyonelleşme süreciyle birlikte engelliliği tedavi bağlamında ele alan tıbbi model ortaya çıkmıştır.  Sanayi Devrimi’nin getirdiği makineleşmeyle birlikte hız ve makinelerle çalışacak beden gücünün önem kazanması engelli bireyleri iş gücü piyasasının dışına iterken, bir yandan da makinelerin sebep olduğu iş kazalarının artışıyla engelli birey sayısı da artmıştır.  Bu niceliksel artış engelli bireyleri daha kalabalık ve daha görülebilir bir hale getirirken beraberinde iyileştirme yaklaşımını da getirmiştir.  Artık ahlaki bir çöküntü değil bir patoloji olarak algılanan engellilik doktorların uzmanlığına devredilirken bu modele getirilen en büyük eleştiri insanları normal ve anormal olarak sınıflandırması sebebiyle ayrımcı tutumu beslediği olmuştur.  Diğer bir deyişle engelli bireylerin engeli olmayanlar tarafından toplumdan ayrıştırılması fikri eleştirilere maruz kalmıştır. Zira düzeltilmesi gereken engelliler değil, engellilerin hayatlarını zorlaştıran koşullardır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında savaş sebebiyle sayıları artan engelli bireyler için bu kez vatandaşlık haklarından bahsedilmeye ve engellilik meselesinin bir hak mücadelesimeselesi olduğu dile getirilmeye başlanmıştır. Özellikle 70’li yıllardan itibaren yoğunlaşan hak hareketlerinde engellilik meselesi aslında bir eşit yurttaşlık meselesidir ve hareketin en önemli vurgusu engelli bireylerin temel vatandaşlık haklarının şimdiye kadar görmezden gelindiğidir. Bu hak temelli mücadeleler tıbbi modelin yerini alacak olan sosyal modelin de önünü açmıştır. Bu hareketlerin İngiltere ve Amerika’da engelli akademisyenler tarafından başlatılması engelli bireylerin sürece dahil olabildiklerinde sağlayacakları dönüşümün önemli bir göstergesi olmuştur.   Bu hareketlerin etkisiyle ortaya çıkan sosyal model soruna odaklanan tıbbi modelin aksine çözüme odaklanırken farklıları öne çıkarmayı değil bütünleştirici bir bakış açısını benimsemiştir.  Bu özellikleriyle sosyal model engelli bireylerin politikleşmesinin de önünü açmıştır. Sonraki süreçte de yukarıda bahsettiğimiz Dünya Engellilik Raporu tanım ve kavramların standardizasyonu için geliştirdiği ve ICF (International Classification of Functioning) olarak bilinen İşlevsellik, Yetiyitimi ve Sağlığın Uluslararası Sınıflandırılması ölçeği ile engelli olma durumunu biyo-psiko-sosyal bir etkileşim olarak kapsayıcı ve bütünleşik bir hale getirmiştir. Buna göre engelli olma durumu bireysel olduğu kadar çevresel faktörleri de barındıran çok boyutlu ve dinamik bir meseledir.

Türkiye’de sosyal modelin kendini gösterebilmesi ancak 90’lı yılların ikinci yarısından sonra Avrupa Birliği uyum süreciyle birlikte mümkün olmuş ve genel anlamda Türkiye’de engelli bireylerin haklarına yönelik çalışmalaruluslararası anlaşmalar düzeyinde bir gereklilik vesilesiyle yapılmıştır. Ancak bu önemli adımlar ilerleyen dönemde yalnızca kâğıt üzerinde kalabilmiştir.  Hükümet programları kronolojik olarak incelendiğinde gözlemlenebileceği üzere Türkiye’de engelli bireylere yönelik politikalar uluslararası antlaşmalar öncesinde sosyal modelden ziyade tıbbı model çerçevesinde ve sosyal yardım kapsamında ele alınmıştır. Engelli bireylerin bağımsız yaşamasını değil aileye bağlı olarak bir yaşam sürdürmelerini destekleyen politikalar AB süreci sonrasında da bir yandan devam ederken bir yandan imzalanan antlaşmaların gerektirdiği hukuki ve kurumsal düzenlemelerin yapılması teori ve pratik arasındaki çelişkiyi giderek büyütmüştür.

Kısır döngü

Aslında gelişimsel bir kronoloji içerisinde dönüşüp ve hakim paradigma olarak birbirinin yerini almalarına rağmen bu modeller Türkiye’de eş zamanlı olarak var olmaya devam etmişlerdir.  Fakat ne yazık ki bu eş zamanlılık biyo-psiko-sosyal modeldeki eş zamanlılık gibi bir bütünsellik içermediği için kapsayıcı ve etkileşimsel de olamamıştır.  Daha geniş bir çerçeveden baktığımızda, görünenin aksine, engeli olan bireylerin maruz bırakıldığı eşitsizliklere değil, engelli olma durumlarına odaklanılmaya devam edilmiştir.  Diğer bir deyişle engeli olan bireylerin çevreyle olan etkileşimine, erişilebilirlik sorunlarına, iletişim ağına ve faydalanamadıkları hizmetlere odaklanmak yerine yalnızca bir sosyal yardım düzenine odaklanılması içinden çıkılması giderek zorlaşan bir kısır döngüyü de beraberinde getirmiştir.

Hizmet sunulurken kimlerin dışarıda kaldığı düşünülmediği için kamusal alan engelli bireyler için erişilmez bir hale geldikçe engelli bireyler ya evlerine, ya da rehabilitasyon merkezleri ile evleri arasındaki güzergaha hapsedilirken, temsil ve katılım alanından da soyutlanır oldular.  Evden çıkamadıklarında eğitim gibi çok temel bir hizmetten ve bir vatandaşlık hakkından faydalanamadılar.  Eğitim olmayınca istihdam konusunda kolay elenebilir duruma geldiler. Üretime katılamadıklarında yaşadıkları ekonomik zorluklar sosyo-kültürel hayata adapte olmalarını giderek zorlaştırdı ve hiçbir aşamasında kendi suçları olmayan bu süreç engelli bireyleri sosyal yardımlara muhtaç duruma getirdi.  Yaratılan bu muhtaçlık, engelli bireylerin evden çıkamamasının hem sebebi hem sonucu olurken bu muhtaçlığın giderilmesi bir lütuf olarak nitelendirilmeye devam edildi. Böylelikle engelli bireyler kendilerini bir kısır döngünün içerisinde buldular.  Sosyal katılım olamayınca sorunların çözümü olabilecek siyasi katılımın da mümkün olamayışı bu döngüyü besledi.

Amerikalı psikolog Abraham Maslow’un bireyin kendini geçekleştirmesinin en tepede konumlandığı  kademeli bir piramitle görselleştirdiği ihtiyaçlar hiyerarşisini düşündüğümüzde, bireylerin en temel ihtiyaçlarını gerçekleştirmeden bir sonraki aşamaya ve beş aşamanın sonunda da kendini gerçekleştirme noktasına ulaşması mümkün değildir[6].  Bu piramidin ilk seviyesi olan fizyolojik ihtiyaçların adından güvenlik ihtiyacı gelir. Güvenlik ihtiyacı beden, iş, sağlık, mülkiyet güvenliği gibi kavramları içerir.  Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz kısır döngü içerisinde engelli bireyler ikinci aşamayı tamamlayıp sonraki aşamalara geçemedikleri sürece kendilerini gerçekleştiremedikleri için ancak bu sayede mümkün olabilecek hak arayışı ve siyasi katılım süreçlerinde de soyutlanmış olurlar. Yaratılan muhtaçlık da bu kendini gerçekleştirememe durumundan beslenir ve engelli bireylerin temel haklardan faydalanamadıkları için maruz kaldıkları bu muhtaçlıkrıza olarak tercüme edilir.

Kimsenin karanlıkta bırakılmadığı, kimsenin kadraj dışında kalmadığı bir siyaset yapma biçimi

Tüm bunlar engelli bireylerin yok sayılmasıyla başlar. Başta bahsettiğimiz gibi siyasetin dönüşmesi gerekliliği de bu noktada ortaya çıkar. Kimsenin karanlıkta bırakılmadığı, kimsenin kadraj dışında kalmadığı bir siyaset yapma biçimi bu yüzden gereklidir.  Eşitlik, adalet gibi kavramların hatırlanması, eşit yurttaşlığın tekrar mikrofonlardan duyulmaya başlanması bu yüzden gereklidir.  Engelli bireylerin kendilerinden alınan temel haklarını geri almaları için temsil ve katılım süreçlerinde bizzat bulunmaları, 10 milyonun sesinin bizzat duyulması bu yüzden önemlidir.  Engelli bireylerin siyasi katılımını mucize olarak nitelendirmeye devam ettiğimiz sürece bir şeyler ters gidiyor demektir.  Çünkü mucizeler umutsuz durumların olağandışı kesitleridir; oysa ki engeli olan bireylerin temsil ve katılımının yanı sıra yönetici kadrolarda da sayılarınınartması olağan, sıradan ve normal hale gelmelidir.

Bu tartışmayı somut ve güncel bir örnekle noktalamak istiyorum. Ulusal kriz dönemleri var olan hizmetlerin bile sekteye uğradığı dönemler oldukları için kendilerine hizmet sunulmayan kesimler bu dönemlerden daha da olumsuz etkilenirler. Dolayısıyla bu süreçler var olan eşitsizlikleri yoğunlaştırırken bir yandan da şartların değişmesinin ve kaynakların beklenmedik alanlara kanalize edilmesi gerekliğinin akabinde yeni eşitsizlikler ortaya çıkarır. Halen içinden geçmekte olduğumuz Covid-19 süreci de böyle bir süreçtir. Dolayısıyla bu sürecin tanımlanmasından önlemlerine, yasaklarından tedavilerine kadar tüm aşamalarında toplumsal hayatın diğer boyutlarında görmezden gelinen engelli bireyler yine görmezden gelinmişlerdir. Aslında bunun en temel sebeplerinden bir tanesi bir yandan engelli bireylerin yaşadıkları sorunlar sadece onlara özgüymüş gibi görünürken bununla bağlantılı olarak engelli bireyler için yapılması gereken şeylerin fazladan bir yük ve bir lütuf olarak görülmesidir. Oysa ki yapılması gereken, meseleyi eşit vatandaşlık çerçevesinden değerlendirerek engeli olan bireylerin de temel vatandaşlık haklarını kullanabilmelerini sağlamaktır.  Engeli olan bireyler için ne yazık ki toplumsal hayatın ve sosyopolitik atmosferin hiçbir katmanında gözlemleyemediğimiz bu eşit yurttaşlık perspektifini Covid-19 bazlı uygulamalarda da gözlemleyemedik. Ancak İstanbul Avcılar’da bir belediye başkanı herkesin takması zorunlu olan maskelerin işitme engelli bireylerin iletişim kurmalarını engelleyeceğini hesaba katarak dudak kısmı şeffaf maskeler üretilmesini sağlayarak engelli bireylere yönelik eşitsizliklerin bu kez de kapsayıcı olmayan çoğunlukçu sağlık önlemleri ile yeniden üretilmesinin önüne geçmiş oldu.

Ülkemizde yüzlerce ilçe belediyesinden yalnızca bir iki tanesinde görebildiğimiz bu hassasiyetin aslında ne kadar önemli bir şey olduğunu fark ettiğimizde buraya kadar anlattığımız tüm meseleler ete kemiğe bürünüyor.  Görmezden gelinmelerine o kadar alışmış ve alıştırılmışız ki, bir hizmetin çoğunluğu tatmin etmesinin yeterliliğine o kadar odaklanmışız ki, böyle bir olayı gözlemlemek şimdiye kadar fark etmediğimiz, normalleştirdiğimiz, alıştığımız ve iktidarı yeniden üreterek görmezden geldiğimiz gerçeklerin yüzümüze tokat gibi çarpmasını sağlamalı.  Peki Avcılar’da bu farkındalık nasıl mümkün oldu? Avcılar’ın farkı neydi? Avcılar’ın farkı, Avcılar Belediye Başkanı Sayın Turan Hançerli’nin Türkiye’nin ilk ve tek engelli belediye başkanı olmasıydı.

İşte buraya kadar tartıştığımız her şey bu noktada anlam kazanıyor. Kapsayıcı bir siyaset, muhtaçlık yaratmak yerine eksiği bölüştürmek, eşit yurttaşlık.  Kendisiyle gerçekleştirdiğimiz bir görüşmede Sayın Turan Hançerli’nin de çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi: “Kaynak sınırlıysa birilerine kaynak ayırmamak değil tercihimiz herkese sınırlı ayırmak olmalıdır. Yani o eksiği, eksik olan kısmı herkese bölüştürmek.”  İşte ancak bu şekilde kapsayıcı ve azınlıkları çemberin dışına itmeyen bir siyasetin mümkünlüğünden söz edebiliriz: Azınlıkları gölgelere itmek değil, kalabalıkların içine çekmek; ayrıştırıp farlılıkları içselleştirmelerini beklemek değil, bütünleştirerek şimdiye kadar dışında bırakıldıkları tüm toplumsal alana ve süreçlere dahil etmek…Yurttaşların eşit bir sosyal hayatı paylaşmasının sorumluluğunu alarakbunun önündeki bariyerleri kaldırmak…Böyle bir dönüşüm sadece engeli olan bireyler için değil, şu ya da bu şekilde bir veya birden çok alanda kendini azınlık tarafında bulan her birey için daha eşit bir hayatın habercisi olacaktır.

Şunu unutmamak gerekir; engelli bireylerin sorunları sadece engelli bireylerin sorunudeğildir. Özellikle erişilebilirlik alanında engeli olan bireyler için yapılacak her düzenleme herkes için kamusal alanları daha rahat ve daha ulaşılabilir bir hale getirecek ve bu erişilebilirlik ulusal katma değer olarak geri dönecektir. Ya da azınlıklar üzerinden yapılan siyaset ve göstermelik hak atamaları eşitsizliğe maruz kalan kesimlerin özneliğini almakla kalmayıp onları birer nesne olarak siyasete dahil etmeye ve üzerlerinden siyaset yaparak eşitsizlikleri perçinlemeye devam edecektir. İşte tüm bu sebeplerden ötürü engeli olan bireylerin sorunları yalnızca onların sorunları değildir; engellilik meselesi bir eşit yurttaşlık meselesidir.

Cemre Baltalı; Sosyolog, İletişimci; Sorbonne Üniversitesi Siyaset Bilimi Lisans Üstü ’20

Kaynak Yazı: http://www.toplumcudusunce.com/bir-esit-yurttaslik-meselesi-engellilik-ve-sosyal-soylemde-yaratilmis-muhtaclik/


[1]Foucault, M. (2003). Disiplinci Toplum Krizde. İktidarın Gözü. Çev. Işık Ergüden,İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.246

[2]Foucault, M. (2000). “İktidar Üzerine İki Diyalog”, Entellektüelin Siyasi İşlevi. I.Ergüden ve Ferda Keskin, O. Akınhay (çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. s. 191

[3] MILL, John Stuart; “Considerations on Representative Government”, Collected Works of John Stuart Mill, Volume XIX, Ed. John M. Robson, Toronto and Buffalo, University of Toronto Press, 1977, s.402

[4]World HealthOrganisation (2011). World Report On Disability, s.29

[5]TÜİK (o zamanki adıyla Devlet İstatistik Enstitüsü)(2002). Türkiye Engelliler Araştırması

[6]Maslow, A. H. (1943). A Theory of Human Motivation. PsychologicalReview, 50, s.378

”Psikoterapi acı verici, hatta çok acı verici bile olsa yüzleşmektir. Kaçmamaktır. Doğru yoldur, kolay değil. Eğer hayatının acı gerçekleriyle -korku dolu çocukluğun, sefil evliliğin, ölümlülüğün ve korkaklığın- yüzleşmeye istekliysen, sana yardım edebilirim. 

Hayata bakmanın değişik yolları vardır.

Psikiyatristler insanları sağlıklı veya sağlıksız olarak değerlendirirler. Bu bakış açısına tıbbi model denir. İnsanları değerlendirmenin kullanışlı ve etkili bir yoludur.

Nevrozunu oluşturan önemli dinamiklerden biri düşüncelerinin gerçekleşeceğine inanmasıydı. Düşüncelerinin gerçekleşeceğinden korktuğundan, düşüncelerinin boş olduğunu kendine kanıtlamak ve böyle- ce rahatlamak için bunların ilk ortaya çıktığı yerlere gitmek zorunda kalıyordu.

Eğer ay ya da başka bir şey hakkında bilgi edinmek istiyorsak, onu mümkün olduğu kadar farklı bakış açılarından incelemeliyiz.

Sahip olmak hem daha tatmin edici hem de daha yapıcıdır. Onu tamamen ne anlayabilir ne de kontrol edebiliriz ama J.R.Tolkien’in söylediği gibi: “Dünyanın bütün gelgitlerine hükmetmek üstümüze vazife değildir ama bildiğimiz tarlalardaki şeytanların köklerini çıkarmak ve bizden sonra geleceklere ekmek için temiz tarlalar bırakmak görevimizdir. Ama onlar temiz bıraktığımız toprağı ekerlerken havanın nasıl olacağı bizim hükmümüzde değildir.”

Nesnelerin zamanla bozulması fiziğin doğa yasası ile açıklanabilir. Hayatın daha karmaşık şekillere girmesi ise bu kadar kolay anlaşılamaz.

Ruhu öldürmek de cinayettir. İnsan yaşamının sezgiler, değişkenlik, bilinç, büyüme, özgürlük ve irade gibi pek çok niteliği vardır. Bedene zarar vermeden bu nitelikleri öldürmek veya öldürmeye kalkışmak mümkündür. O yüzden, bir çocuğu saçının tek bir teline zarar vermeden kırabiliriz. Erich Fromm ölüm-severliğin tanımını genişletirken bu noktaya hassasiyetle yaklaşıyordu. Tanımında ölüm-severlerin insanları kontrol etmek, kendilerine bağımlı hale getirmek, insanların kendileri adına düşünme kapasitelerini ve özgünlüklerini bozmak istediklerini söylemiştir. Yaşamı ve bireyin benzersizliğini seven ve destekleyen insanları ölüm-severlerden ayırmak için ölüm- sever bir karakter tipi çizmiştir. Bu tip en küçük bir sıkıntı yaşamamak için diğerlerini boyun eğen robotlar haline getiren, insanları insancıl niteliklerinden uzaklaştırmak isteyen bir tiptir.

İyileştirmek sevginin sonucudur. Sevginin bir fonksiyonudur. Sevginin olduğu yerde iyileşme vardır. Sevginin olmadığı yerde ise iyileşme yoktur. Çelişki yaratacak bir şekilde, kötülüğün psikolojisi sevgi dolu bir psikoloji olmalıdır. Yaşam coşkusuyla dolu olmalıdır. Yöntemindeki her adım sadece gerçeğe değil yaşam coşkusuna da dayanmalıdır. Sıcaklık, kahkaha, anı yaşamak, keyif, hizmet ve insanlara duyulan özen ile dolu olmalıdır.

Gerçek bilim, gerçek psikoloji dar görüşlü olamaz. Bütün yollar keşfedilmeli, bütün taşların altına bakılmalıdır.

Ünlü Yahudi teolog Martin Buber, kötülük hakkındaki mitleri iki tipe ayırmıştır. Tiplerden biri kötüye dönüşme sürecindeki insanlardır. Öteki ise çoktan kayıp, kurban düşen ve radikal kötülük tarafından ele geçirilen insanlardır.

Bir çocuk psikiyatrik tedaviye getirildiğinde onu “teşhis edilmiş hasta” olarak tanımlamak gelenektir. Biz psikoterapistler, bu terim ile çocuğun ailesi veya başkaları tarafından sorunu olan ve tedaviye ihtiyacı olan biri olarak nitelendirildiğini ifade ederiz. Bu terimi kullanmamızın nedeni bu teşhis sürecinin geçerliliğinden şüpheye düşmeyi öğrenmemizdir. Sıklıkla sorunu değerlendirdiğimizde, sorunun kaynağının çocukta değil ailesinde, okulunda veya toplumda olduğunu keşfederiz. Her ne kadar aile tedavi edilmesi gerekenin çocuğun kendisi olduğunu düşünse de, sıklıkla tedavi edilmesi gereken ailelerin kendileridir. Hasta olarak nitelendirilmesi gereken onlardır.

Sevgisiz yetişen çocuklar sevilmeye layık olmadıklarına inanırlar. Bunu, çocuk gelişiminin genel yasası olarak ifade edebiliriz. Eğer ailesi yeterince sevmezse çocuk bunun nedeninin kendisi olduğuna inanır ve kendisi hakkında gerçekçi olmayan, olumsuz bir imaj geliştirir. 

İnsanlara psikoterapi ile yardım edebilmek için onları biraz da olsa sevmek, eylemleri için biraz da olsa anlayışla davranmak, çektikleri acı için empati duymak, kişiliklerine saygı duymak ve bir insan olarak potansiyelleri için ümitli olmak gerekir. 

İnsanları kötü yapan kötü işler yaptıklarını kabul etmemeleridir. Nasıl olur da kötü olurlar ve buna rağmen sabıkalı suçlular olmazlar? Anahtar kelime sabıkadır. Yaşam ve canlılığa karşı suç işledikleri için suçludurlar. Ama istisna durumlar dışında, suçları o kadar gizli kapaklı ve fark edilmezdir ki yaptıkları suç olarak nitelenmez. Örtülü ve gizli kapaklı kavramları

 Eğer son zamanlarda bunlardan birini yapmayacak kadar dürüst dav- randıysanız kendi kendinizi aldatıp aldatmadığınızı sorun. Ya da kapasitenizin altında yaşayıp yaşamadığınızı sorun. Ne de olsa, bu da kendine ihanettir. Kendinize karşı dürüst olursanız sık sık kötülük yaptığınızı göreceksiniz. Eğer bunu fark etmiyorsanız, dürüst davranmıyorsunuzdur ki bu da bir kötülüktür. Bundan kaçılamaz: Hepimiz kötü şeyler yapıyoruz.

Kötü insanlar kendilerini sorgulamazlar. Buna tahammül edemezler.

İnsanların kötülükleri çeşitlidir. Hatalarını kabullenmedikleri için sürekli kötülük yaparlar. Tecrübelerime göre kibirlidirler. Dolayısıyla ucuzdurlar. O kadar ucuzdurlar ki tehlikelidirler. İkinci yaygın kişilik kusurunun kibir olduğunu söylüyorum çünkü insanın kusursuz olduğunu düşünmesi dışındaki bütün hatalar affedilebilir. Ancak en büyük yanlışın hangisi olduğu tartışmalı bir konudur.

Kötü insanların belirgin “karakter” özelliklerinden birisi de günah keçisi aramalarıdır. Kendilerini kusursuz gördükleri için kusurlarını gösteren herkese öfkeyle saldırırlar. Kusursuz görünümlerini korumak için kendilerini feda ederler. Kendi kötülüklerini inkar ettikleri için diğer insanların kötü olduklarını söylerler. Kendi kötülüklerini başkalarına yansıtırlar. Kendilerini asla kötü görmezler; öte yandan sürekli olarak insanların kötü olduklarını söylerler.

Birey ruhsal olarak gelişmek için gelişme ihtiyacı duymalıdır. Bu ihtiyacı duymazsa, kusursuz olmadığını gösteren her kanıtı ortadan kaldırmak isteyecektir.

Kötü insanlar devamlı olarak yıkıcıdırlar çünkü kötülüğü yok etmek istemektedirler. Sorun kötülüğü yanlış yere koymalarıdır. İnsanları değil kendi içlerindeki hastalığı yok etmelidirler. Devamlı olarak mükemmel görünümlerini tehdit ettiği için hayattan nefret ederler ve onu yok etmek isterler. Üstelik, bunu doğruluk adına yaparlar.

Günah keçisi arama davranışının altında düşmanlık ve hatalarını kabullenmeme vardır. dir. Kusursuz görünümlerini korumak için dürüst ve iyi görünmek için ellerinden geleni yaparlar. Bu onlar için çok önemlidir. Ahlaki değerlere ve başka insanların kendileri hakkındaki düşüncelerine çok önem veriyor gibi davranırlar.

Kendimizden saklanmaya çalıştıkça kötü oluruz. Kötülük kendimizden saklanma sürecinin bir parçasıdır. Kötülük, suçluluk duygusundan kaçmaktır.

 Gülümsemelerinin nefretlerini, nazik tavırlarının öfkelerini sakladığını görürüz. Maske takmakta uzman oldukları için kötülüklerini görebilmek nadiren mümkündür. Ancak karanlıklar içindeki insan ruhunun kendi sorumluluğundan kaçtığını, kendinden kaçındığını ve kendinden gizlendiğini fark edebiliriz.

‘Az Seçilen Yo bütün ruhsal hastalıkların kökeninde tembellik veya acı çekmekten kaçmak olduğunu söylemiştim. Burada da acıdan kaçınmaktan bahsediyoruz. Kötü insanları diğer insanlardan ayıran şey acıdan kaçmalarıdır. Onlar acıdan kaçan ya da tembel sıradan insanlar değillerdir. Aksine, saygın bir statüye ulaşmak için hiç durmadan çalışırlar. Onların tahammül edemedikleri tek bir acı vardır: Kendi bilinçlerinin ve kusurlarının farkına varmak.

Kendilerini incelemekten kaçınmak adına her şeyi yapacakları için, kötü insanlar, normal şartlarda, psikoterapiye gelecek en son insanlardır. Psikoterapi insanın kendini açmasını gerektiren bir süreçtir. Kötü biri, istisna durumlar dışında, psikoterapiye girmemek için elinden geleni yapacaktır. Psikanaliz onlar için bir intihar gibidir. Kötü insanlar hakkında bildiğimiz az sayıdaki bilimsel gerçekten biri bilimsel bir çalışmaya girmeyi istememeleridir.

Kötü insanlar çok hırslıdırlar. Her şeyi kendi istedikleri gibi yapmak isterler. İnsanlara hükmetmek isterler.

 Çocuklar kendilerini kötü ailelerine karşı korumak için kendileri kötü olabilirler

Seçme kapasitemiz hayatla birlikte değişir. Yanlış seçimler yaptıkça kalbimiz sertleşir ve doğru seçimler yaptıkça kalbimiz yumuşar. Özgüvenimi, cesaretimi artıran her seçim doğru seçimler yapma kapasitemi de artırır. Öyle ki, zamanla yanlış seçimler yapmam imkansız olur. Öte yandan, her teslimiyet ve kaypaklık beni zayıflatır ve daha fazla teslimiyet ve kaypaklığa neden olur. Sonunda özgür irademi kaybederim. Yanlış yapmamın mümkün olmadığı uç ile doğru seçim yapma irademi kaybettiğim uç arasında çeşitli seçme özgürlüğü dereceleri vardır. Hayat süresince seçme özgürlüğünün derecesi her an farklıdır. İyiyi seçme özgürlüğünün derecesi yüksek ise, iyiyi seçmek az çaba gerektirir. Eğer az ise, büyük bir çaba, yardım ve elverişli şartlar gerektirir… Pek çok insanın hayatta başarısız olmasının nedeni kalıtsal olarak kötü olmaları ya da iradeleri olmadan daha iyi bir hayat sürememeleri değil, karar vermeleri gereken bir yol ayrımında olduklarım görememeleri, hayat onlara bir soru sorduğunda verecek cevapları olduğu halde bunun farkına varamamalarıdır. Yanlış yolda attıkları her adımla beraber yanlış yolda olduklarını anlamaları daha da zorlaşır çünkü bunu anlamak için yolun başına geri dönmeleri, enerji ve zaman harcadıklarını kabullenmeleri gerekir.

Malachi Martin bildiğim en iyi özgür irade tanımını yapıyor: “Aniden bu gücün ne olduğunu kavradı: İradesiydi, özgür iradesi. Özgürce seçebilen bir varlık olmasıydı. Bir kerede psikolojik motivasyonlara ait ruhsal illüzyonları, mantık kurallarını, boğucu ruhsal sınırlılıkları, ahlak kurallarını, sosyal zorunlulukları ve toplumsal kuralları siliverdi. Geriye sadece iradesi kaldı. Sadece seçme özgürlüğü… seçme özgürlüğünün verdiği keder… o geceye kadar hayatında kaç defa özgürce seçim yapabildiğini düşündü. Artık seçme özgürlüğünün verdiği keder sadece ona aitti. Sadece seçebilmek. Herhangi bir dış uyaran olmadan. Herhangi bir anının etkisi olmadan. Herhangi bir baskı olmadan. Seçimini etkileyecek herhangi bir mantık ya da neden olmadan. Ölüm ya da yaşamı düşünmeden. Zaten, şu anda her ikisine de kayıtsızdı. Tamamen özgür seçim… Seçmesi gerekiyordu. Kabul etmek ya da reddetmek özgürlüğü. Karanlığa atılacak bir adım… sadece kendine ait. Sadece kendinin.”

Kötü insanlar ikiyüzlülükte ustadırlar; gerçek kişiliklerini göstermezler -ne kendilerine ne de başkalarına. İşte bu nedenle kötülüğü fark etmek zordur. Tek bir hareketine bakarak bir insanın kötü olduğuna karar vermek ve haklı çıkmak çok seyrek görülen bir durumdur. Böyle bir karara ancak bir dizi davranışı tarz ve şekillerine göre inceleyerek varmalıyız. 

Alfred Adler, psikoterapiye gelen kişinin temel sorunu yüreksizliktir, demişti. Tabii ki bu ifade psikoterapiye gelenlerle sınırlanmıyor. Çeşitli oranlarda hepimiz, alıştırıldığımız şartlanmalar ve geliştirdiğimiz psikolojik savunma mekanizmaları dışındaki seçeneklere yönelme konusunda yüreksiziz.

Gerçekten kararlı davrandığımızda, insanların bazen soru bile sormadan bizi o halimizle kabul edebil- meleri. Bu kararlılığın temelinde tabii ki risk alabilme, dolayısıy- la yüreklilik var. Diğeri de biz kendimiz olup içimizden geldiğin- ce davranabildiğimizde, bizi dibe çekme eğiliminde olan diğer kişinin de bu tavrından vazgeçip bize katılabileceği gerçeği. Çünkü insanlar genellikle hayatiyetin olduğu alanları yeğliyorlar, kendi- leriyle birlikte siyahlara doğru sürüklenenleri değil. Tabii ki bu her zaman böyle olmuyor, kendi öfkesi içinde yoğrulmaktan asla vazgeçmeyen kendine dönük yıkıcı insanlar da var. Ama kendi kli- nik deneyimlerimde, pek çok zaman, yaşam ışığının olduğu yerde ona katılma isteğinin üstün geldiğine tanık oldum.

Bugüne baktığımda gördüğüm en çarpıcı şey, giderek artmakta olan zaman ve mekân sıkışmasının insanlar üzerindeki etkileri. Çoğunluğu kentlerde yaşayan insanların coğrafyaları yok gibi, dört duvar dışına çıktıklarında da iç mekândaymış gibi yaşıyorlar, sıkışık. Zaman akmıyor, dişli çark gibi birbirinden kopuk dilimler halinde yaşanıyor ve insanlar bunun farkında değil. Yetişme, yetiştirme, bitirme, başlama kaygısı yaşanıyor, sürekli “bir şey yap- mak” zorundalar. Üst-sistemler tarafından savrulup sürüklenir- ken, kendini taşımakta zorlanan insanların sayısı giderek artmak- ta ve bazılarının kumandası gerçekten kendilerinde değil. Kent merkezi nüfusunda proje çocuklar yetiştiriliyor ve bu projeler yarıştırılıyor.

Her egonun bir benliği, her benliğin de bir kimliği vardır. Kimlik, bir insanın normlarını, değerlerini, seçimlerini içerir ve egonun dünya içindeki tavrı ve konumu bu doğrultuda şekillenir. Davranışları yönlendirecek referans noktalarının netliği bozuldu- ğunda kimlik algılaması da bulanıklaşır. Bu durumun zemininde çoğu zaman özerk bir varlık olmayı öğrenememiş olma bulunur.

 Özerklik, bir insanın seçimlerini dış etkenlerden ve şartlanmalardan bağımsız şekilde ve iç sesi doğrultusunda yapabiliyor olma özgürlüğüdür. Politik özerklik, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi üst-sistemle ilgili kavramlardan sık söz edildiği halde, bireysel özerklikten neredeyse hiç söz edilmez. Belki de böyle bir hakkımız olduğunu bilmediğimizden, öğrenemediğimizden. Özgürlükten sık söz ederiz, ama özgür olduğu varsayılan bir insanın da özerkliği öğrenememiş olabileceğini düşünmeyiz.

Kent merkezinin bir kesim insanı bera- berliklerde bir tampon kullanma gereği duyuyor, ancak bir “program” yaparak birlikte olabiliyor. Kültürümüzde hâlâ varolan “keyif’ ile gerilim boşaltmaktan öte pek işlevi olmayan “proje beraberlikler” bence birbirinden farklı şeyler. Kırsal kökenli birinin çayını yudumlamaktan aldığı haz ile insanların ne kendileriyle, ne de birbirleriyle ne yapacaklarını bildikleri bazı şehir davetleri bana her zaman farklı görünür. Keyif o anda yaşanıverir, proje eğlenceler ısmarlanır. Pek az insan bu proje türü beraberliklerde “Benim burada ne işim var?” sorusuyla yüzleşebiliyorsa da çoğu farkına varmadan, kendine yabancılaşma pahasına, performanslarının tutsağı oluyorlar. Beğenilmek, fark edilmek, kendini önemli hissetmek ya da sevgi görebilmek için sergilenen performanslardan söz ediyorum. Üstelik, bu sergilemeler sırasında bir paradoksun da yaşanmasına neden olarak. Çevrelerinin beklentisi olarak gördüğü davranışları sergilerken, bir yandan da sergiledikleri yapay kimlikleri gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Olmadığı biri gibi davranırken, o olmadığı biri olmak için ayrıca çaba göstermekten söz ediyorum. Bu da genellikle, insanın vaktiyle ebeveyni tarafından kabul edilme beklentisiyle geliştirmiş olduğu modelden esinlenir. Doğal olarak, geliştirilen model aynı zamanda, insanın içinde yaşadığı toplum grubuna o dönem hâkim olan değerlerden de

Böyle durumları terapi ortamında paranteze alıp yaşananları anlamaya çalışırken, karşı tarafa bazen o be- raberlik süresince ne oranda kendini beraberliğe öylece bırakabil- diğini ya da farkına varmaksızın ne kadar performans çabası gösterdiğini sorduğumda durum daha bir açıklık kazanıyor. Ralph Waldo Emerson’un dediği gibi “Başkalarının olmadan önce kendimizin olmalıyız.”

Kötülüğü, kişinin kendi hastalıklı kişiliğini korumak için, başkalarının ruhsal gelişimini engellemek için güç kullanmaktır, şeklinde açıklamıştım. Kısacası, kötülük şamar oğlanı bulmaktır. Sadece güçlüden değil zayıftan da kaçarız. Kötü insanlar önce güce sahip olmalıdırlar ki onu kötü bir şekilde kullansınlar. Kurbanları üzerinde bir çeşit hakimiyete sahip olsunlar. En sık görülen hakimiyet ailelerin çocukları üzerindeki hakimiyettir. Çocuklar ailelerine bağımlı oldukları için zayıf ve savunmasızdırlar. Dolayısıyla kötülüğün kurbanlarının çoğunlukla çocuklar olması şaşırtıcı değildir çünkü ne özgürdürler ne de kaçabilecek kadar güçlü.

Kötü insanlar acılarını yansıtma yoluyla başkalarına yükleyerek suçluluk duygusundan -kötülüklerinin, yetersizliklerinin ve kusurlarının bilincinde olmanın acısından- kaçarlar. Kendileri acı çekmeyebilir ama çevresindekiler çeker. İnsanların acı çekmelerine neden olurlar. Hakimiyetleri altındakileri kendileri gibi hasta yaparlar.

İnsanların kötülüğü bir hastalık olarak tanımlamak istememelerinin iki nedeni daha olduğunu söylemiştim. Onlara daha kısaca değineceğim. Bu nedenlerden ilki hasta insanlara kurban gözüyle bakılması. Hastalığın başımıza gelen talihsiz bir olay olduğunu düşünme eğilimindeyiz.

Kötülük için de durum böyledir. Bireyin kötülüğü, hemen hemen her zaman çocukluğu, kötülükleri ve kalıtımsal etkilerine kadar izlenebilir. Yine de kötülük bir seçimdir -aslında bir dizi seçimdir. Ruh sağlığımızdan sorumlu olduğumuz gerçeği ruh sağlığımızın bozuk olmasının bir hastalık olmadığı anlamına gelmez. Bir kez daha, hastalığın kurban ya da sorumluluk değil, şu açıdan ele alınmasının en doğrusu olacağına inanıyorum: Hastalık beden ya da kişiliğimizde, bir insan olarak potansiyelimizi gerçekleştirmemizi engelleyen herhangi bir kusurdur.

Kötülüğün bir hastalık olarak nitelendirilmesine karşı çıkan son sav kötülüğün iyileştirilemez olduğu düşüncesidir. Neden tedavinin mümkün olmadığı bir duruma hastalık denilsin ki? Eğer doktorların çantalarında bir gençlik iksirleri olsaydı yaşlılığı bir hastalık olarak tanımlamak anlamlı olabilirdi. Ama yaşlılığı kaçınılmaz bir durum olarak kabul ediyoruz.

Her birimiz benzersiziz. Her birimiz ayrı varlıklarız. Benzersizliğimiz her birimize ayrı bir kimlik verir. Her bireyin sınırları vardır. İlişkilerimizde bu sınırlara saygı duyarız. Ruhsal sağlığa sahip olmak için ego sınırlarımız net olmalı ve başkalarının sınırlarına saygılı olmalıyız. Nerede kendimizin, nerede başkalarının sınırlarının başladığını bilmeliyiz.

Öncelikle paradigma tanımını yaparak başlayalım. “ Paradigma sadece bir fikir ya da yöntem değildir. Paradigma bir dizi temel varsayım ya da ilke, kişinin belirli bir konu hakkında nasıl düşüneceğini ve konuşacağını şekillendiren bir zihniyet ya da referans çerçevesidir. Bir paradigma, kişinin bilgiyi yorumlama biçimlerini şekillendirir ve ne tür sorular soracağını ve bunları nasıl soracağını belirler. Paradigma bir mercektir. Birinin gerçekliği hangi gözle gördüğüdür.  

Paradigma değişiminin belki de en basit ve iyi bilinen örneği astronomi tarihinden gelir: jeosentrik paradigmadan (Güneş ve gezegenlerin Dünya etrafında döndüğünü varsayan) heliosentrik paradigmaya (Dünya ve diğer birkaç gezegenin Güneş etrafında döndüğünü varsayan) geçiş. Bu değişim başladığında, birçok gökbilimci kuşağı gezegenlerin hareketlerine ilişkin kapsamlı gözlemler kaydetmişti. Ancak şimdi tüm ölçümleri farklı bir şey ifade ediyordu. Tüm bilgilerin tamamen yeni bir bakış açısıyla yeniden yorumlanması gerekiyordu. Sadece soruların yeni yanıtları yoktu, soruların kendileri de farklıydı. “Merkür’ün Dünya etrafındaki yörüngesinin yolu nedir?” gibi sorular önemli görünmekten çıkıp düpedüz saçmalık haline gelirken, eski paradigma altında saçmalık gibi görüneceği için hiç sorulmamış olan diğer sorular birdenbire anlamlı hale geldi.   Bu gerçek bir paradigma değişimidir: temel varsayımlarımızda bir değişim; terimlerimizi yeniden tanımlamamızı, dilimizi yeniden ayarlamamızı, sorularımızı yeniden ifade etmemizi, verilerimizi yeniden yorumlamamızı ve temel kavramlarımızı ve yaklaşımlarımızı tamamen yeniden düşünmemizi gerektiren radikal bir perspektif değişimi.”

Otizme bakışı şekillendiren iki paradigma var gibi görünüyor : Patoloji paradigması ve Nöroçeşitlilik paradigması “Patolojik paradigma sadece iki temel varsayıma dayanır:  

1.     İnsan beyninin ve zihninin yapılandırılması ve çalışması için tek bir “doğru”, “normal” veya “sağlıklı” yol vardır (veya insan beyninin ve zihninin yapılandırılması ve çalışmasının girmesi gereken nispeten dar bir “normal” aralık vardır).  

2.     Eğer nörolojik yapılanmanız ve işleyişiniz (ve bunun sonucunda düşünme ve davranış biçimleriniz) baskın “normal” standardından önemli ölçüde farklıysa, o zaman sizde bir sorun var demektir.”

“ Otizmi bir “bozukluk” olarak sınıflandıran psikiyatri kurumu;

otizmi “küresel bir sağlık krizi” olarak adlandıran “otizm hayır kurumu”;

sürekli yeni “nedensellik” teorileri ortaya atan otizm araştırmacıları;

otizmin bir tür “zehirlenme” olduğuna inanan bilimsel olarak cahil kanat delileri;

otizmden “semptom”, “tedavi” veya “salgın” gibi tıbbileştirilmiş bir dil kullanarak bahseden herkes;

Otistik çocuğuna yardım etmenin en iyi yolunun onu “normal” bir çocuk gibi davranması için eğitmeyi amaçlayan Davranışçı “müdahalelere” tabi tutmak olduğunu düşünen anne-baba ve diğerleri;

diğer otistiklere başarının sırrının otistik olmayanların sosyal taleplerine uymak için daha fazla çaba sarf etmek olduğunu tavsiye eden “ilham verici” otistik ünlü. …

tüm bu gruplar ve bireyler, niyetleri ne olursa olsun veya çeşitli noktalarda birbirleriyle ne kadar anlaşmazlığa düşerlerse düşsünler, PATOLOJİ paradigması içinde hareket etmektedirler.”

Eğer biz patolojik paradigmayı savunup, inanıp veya bir şekilde içinde olup çocuğun bağımsız-özgür ve kendine sahip çıkabilecek bir hayatı oluşturmasını bekliyorsak bu kocaman yanılgı olur isteğimiz bu yönde ama yolumuz oraya gitmeyecektir.

Bu patolojiyi savunmak yalnızca en dar değişim çeperlerinin mümkün ve izin verilebilir olduğu anlamına gelir. Çünkü siz egemen olan, çoğunlukça kabul görmüş, otoritenin paradigmasını bir şekilde benimsiyorsunuzdur. Çocuğun iyiliğini istiyorsunuz ama bu iyilik genel olarak onun senin gibi olması, sana benzemesi, seninle sorunsuz uyumlanmasıdır.  

Nick Walker burada ilginç bir saptama yapıyor ve diyor ki;

“Efendinin aletleri asla efendinin evini yıkamaz. Bir sistem içinde çalışmak, onun kurallarına göre oynamak, niyetiniz bu olsun ya da olmasın, kaçınılmaz olarak o sistemi güçlendirir. Ustanın aletleri asla ustanın evini yıkmaya hizmet etmemekle kalmaz, ustanın aletlerini herhangi bir şey için kullanmaya çalıştığınızda, bir şekilde o evin başka bir uzantısını inşa etmiş olursunuz.” Peki bu tam olarak ne anlama geliyor ve alternatif nedir ?

“ Bir kişinin tıbbi bir rahatsızlığı varsa, “kanser hastası” veya “alerjisi olan bir kişi” veya “ülserden muzdarip” diyebiliriz. Ancak bir kişi tarihsel olarak ötekileştirilmiş bir grubun üyesi olduğunda, kimliği hakkında bir hastalıkmış gibi konuşmayız. “O bir siyah” ya da “o bir lezbiyen” deriz. Siyah bir kişiden “zenciliğe sahip” veya “zenciliğe sahip bir kişi” olarak bahsetmenin ya da birinin “eşcinsellikten muzdarip” olduğunu söylemenin son derece uygunsuz olacağının -ve muhtemelen bizi cahil veya bağnaz olarak damgalayacağının- farkındayızdır.  

Dolayısıyla, “otizmli kişi” veya “otizmli” veya “otizmden etkilenen aileler” gibi ifadeler kullanırsak, patoloji paradigmasının dilini – varsayımı örtük olarak kabul eden ve pekiştiren bir dil – kullanmış oluruz otizmin özünde bir sorun, Sende Yanlış Olan Bir Şey olduğu dilini kullanmış oluyoruz.

Öte yandan, nöroçeşitlilik paradigmasının dilinde, nöroçeşitlilikten etnik veya cinsel çeşitlilikten bahsettiğimiz gibi bahsediyoruz ve otistiklerden de diğer sosyal azınlık gruplarından bahsettiğimiz gibi bahsediyoruz: Ben otistiğim. Ben bir otistiğim. Ben otistik bir insanım. Ailemde otistik insanlar var gibi “ Bu dilsel ayrımlar neden bu kadar önemlidir ?

Bu dilsel ayrımlar önemsiz görünebilir, ancak dilimiz düşüncelerimizi, algılarımızı, kültürlerimizi ve gerçeklerimizi şekillendirmede kilit bir rol oynar. Bir otistikle karşılaştığınızda içinizde uyanan his-duygu-düşünce sistemine baktığınızda ne uyanıyor ? Korku, endişe, acıma, şükür etme vb. ancak dikkatli bir şekilde bakarsanız ve kendinizle yüzleşmeye hazırsanız anlaşılır bu. Uzun vadede, otistikler hakkında konuşurken kullanılan dilin, toplumun bize nasıl davrandığı ve kendimiz hakkında içselleştirdiğimiz mesajlar üzerinde muazzam bir etkisi vardır. Kendimizi patoloji paradigmasını güçlendiren bir dille tanımlamak, ustanın aletlerini kullanmak ve böylece kendimizi ustanın evinde daha derine hapsetmektir.”

“Normal beyin” ya da “normal insan” kavramının “üstün ırk” kavramından daha nesnel bir bilimsel geçerliliği yoktur ve daha iyi bir amaca hizmet etmez. Bilenin, tanımlayanın, efendinin tüm araçları (yani sosyal eşitsizlikleri yaratan ve sürdüren dinamikler, dil ve kavramsal çerçeveler) arasında en güçlü ve sinsi olanı “normal insan” kavramıdır.

İnsan çeşitliliği (etnik, kültürel, cinsel, nörolojik ya da başka herhangi bir tür) bağlamında, belirli bir grubu “normal” ya da varsayılan grup olarak ele almak kaçınılmaz olarak o gruba ayrıcalık tanımaya ve o gruba ait olmayanları ötekileştirmeye hizmet eder.   Patoloji paradigmasının temelinde “normal insan” diye bir şeyin var olduğuna dair şüpheli varsayım yatmaktadır. Öte yandan nöroçeşitlilik paradigması, insan çeşitliliği söz konusu olduğunda “normal “i geçerli bir kavram olarak kabul etmez. Peki Nöroçeşitlilik neyi kabul eder?

Aşağıdaki durumlar gündelik hayatımızdaki şiddeti-yoğunluğu ve niceliğine ve durumuna göre oldukça patalojik bir yaklaşım sergiliyor olabiliriz.

Hiyerarşinin katı, tek tip ve en güçsüzü ezen şekilde gündelik yaşamdaki varlığı ve biz, bizden farklı olana bakışımızdaki üstencilik, kendini normal ötekini anormal görmeye yatkınlık hali;

Her türlü ayrıcalık, ötekileştirme, dışlama, ayrımcılık, eşitsizliğin kabulü örneğin son dönemde ki artan mültecilere öfkenizin kaynağını araştırdığınızda ne görüyorsunuz ?

Irkçılık, içinizdeki ötekine, farkı ırka, dine, dile ve kültüre karşı yaklaşımda üstencilik, ben merkezim o kenar tavırları, Ve homofobik düşünceler, ayrıcalığa kayıtsızlık halleri, çeşitliliği kucaklayamama gibi durumlar iç dünyanızda ne kadar var? Günümüz literatürüne göre bunların yoğunluğu-şiddeti-gündelik yaşamınızdaki eyleme vurmaları fazlaysa iç dünyanızda patalojik bir yaklaşıma işaretleri olabilir.

Otizme bakışınızın tüm bu olgulardan birinden veya birkaçından etkilenmediğini düşünemeyiz. Oldukça etkileniyor olabilirsiniz. Bu sadece bir dil değil, bir tavır ve yaklaşımlar bütünüdür. Ayrıştırıp analiz edip farkına varabiliyorsanız bu sizin bahçenizi temiz tutabilir. “

Peki bunu nasıl yapacağız ?“

Devamı yakında

Petrus de Vries

Founding director, Centre for Autism Research in Africa, University of Cape Town

23 Mart 2023 tarihinde, ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC), Amerika Birleşik Devletleri genelinde 11 bölgeden oluşan Otizm ve Gelişimsel Engelleri İzleme (ADDM) Ağı’ndan elde edilen en son bulguları yayınladı. ADDM bölgelerindeki 36 çocuktan 1’inin otizm için “vaka tanımını” karşıladığını ve yaygınlığın Maryland’de 1.000’de 23,1 ile Kaliforniya’da 1.000’de 44,9 arasında değiştiğini bildirdiler. Otizmlilerin yüzde 37,9’unda eşlik eden zihinsel engellilik olduğu belgelenmiştir.

Bu çalışma, belirli bir bağlamda (yalnızca ABD’deki belirli bölgelerde belirli yaşlardaki çocuklar) belirli bir tür otizm araştırmasını (“idari” epidemiyolojik gözetim) örneklemektedir. Yine de Afrika ülkelerinden çeşitli araştırmacılar ve klinisyenler bana bulguların dünyanın bizim bölgemizde de bu kadar yüksek otizm oranlarına sahip olmamız gerektiği anlamına gelip gelmediğini sordular.

Onlara cevabım, Güney Afrika’nın Cape Town kentindeki Afrika Otizm Araştırmaları Merkezi’nde (CARA) ADDM’nin yaklaşımına benzer bir şey yapmaya çalıştığımızı ve çok farklı bulgular elde ettiğimizi anlatmak oldu. Sarosha Pillay ve CARA’daki meslektaşları, Güney Afrika eyaletlerinden biri olan Western Cape’teki kapsamlı Eğitim Veritabanı’na kayıtlı 1 milyondan fazla okul çağındaki çocukla ilgili verileri dikkatle taradıktan sonra yüzde 0,08’lik (1.228 çocukta 1) bir oran buldular. Neredeyse okula gitmeyi bekleyen otistik çocuk sayısı kadar otistik çocuk vardı ve okuldaki çocukların yüzde 90’ı ana akım okullarda değil, otizme özgü eğitim kurumlarındaydı.

Güney Afrika’daki yorumumuz, muhtemelen eğitim sistemimizdeki her 10 otistik çocuktan sadece 1’ini tanıdığımız yönündeydi; bu da farkındalık yaratma, otistik çocukları tespit etme ve onlar için uygun eğitim ortamları geliştirme konusunda önümüzde çok büyük bir görev olduğu anlamına geliyor. İnsanlara, ABD ve Güney Afrika arasındaki keskin farklılıkların, araştırma ve uygulama önceliklerinin bulunduğumuz yere göre nasıl önemli ölçüde değişebileceğini gösterdiğini ve dünyanın bir yerindeki bulguları başka bir yerdeki “eylemlere” “çevirmeden” önce bağlamı dikkate almanın ne kadar önemli olduğunun altını çizdiğini söylüyorum.

Uluslararası Otizm Araştırmaları Derneği (INSAR) konferanslarının düzenli katılımcıları bu yazının başlığını hayal meyal hatırlayabilirler. Boston, Massachusetts’te yapılması planlanan ancak COVID-19 pandemisi nedeniyle çevrimiçi olarak düzenlenen INSAR 2021’deki açılış konuşmamın başlığıydı. Konuşmamda, bugün hala konuşmalarla çok ilgili olan iki “hikaye” anlattım. İlk hikâye, otizm ve diğer birçok eşlik eden durumla güçlü bir şekilde ilişkili genetik bir durum olan tüberoskleroz kompleksi, ikincisi ise Afrika’daki otizm hakkındaydı. Temel mesajlarımdan ilki, hepimizin hizmet verdiğimiz toplumların gerçekten katılımını sağlayan araştırmalar yapmak için çaba göstermemiz ve bunun araştırmamızı nasıl yönlendirdiği konusunda hoş bir sürprizle karşılaşmamıza izin vermemiz gerektiği, ikincisi ise otistik insanların ve ailelerinin çoğunluğunun yaşadığı, ancak neredeyse hiç araştırma yapılmamış olan düşük ve orta gelirli ülkelerde araştırmaları hızlandırmamız gerektiğiydi.

 Bugün İsveç’in Stockholm kentinde başlayacak olan INSAR 2023’ü ve duyacağımız ve göreceğimiz araştırma çeşitliliğini dört gözle bekliyorum. Programa baktığımızda, otizm genetiği ve toplumun nasıl dahil edileceği hakkında konuşmayı planlayan Simons Vakfı Otizm Araştırma Girişimi klinik araştırma direktörü Wendy Chung’dan, Hindistan Goa’da kar amacı gütmeyen bir kuruluş olan Sangath’ta Çocuk Gelişim Grubu direktörü olan ve düşük kaynak bağlamlarında bakım modelleri hakkında konuşmayı planlayan Gauri Divan’a ve Birleşik Krallık’taki King’s College London’da klinik çocuk psikolojisi emerita profesörü olan ve otizmle yaşlanma hakkında konuşmayı planlayan Pat Howlin’e kadar, açılış konuşmaları cesaret verici bir çeşitliliğe sahip.

Bu sunumları ve ilgili panelleri, konuşmaları ve posterleri dört gözle bekliyorum. Ve tüm bu oturumların (açılış konuşmaları dışında) otistik topluluğun ihtiyaç ve tercihlerini ne kadar dikkate alacağını ve kültürel, dilsel ve coğrafi olarak ne kadar temsil edici olacağını merak ediyorum.

Son yıllarda bilimsel çıktıların ne kadar geniş bir yelpazede ve farklı türlerde olduğunu görmek için INSAR dergisi Autism Research’e bakmamız yeterli. Ancak son 10 yılda, otistik (ve otistik olmayan) araştırmacıların nitel ve katılımcı araştırmalar yaptığı farklı bir araştırma türü ortaya çıkmıştır. Otizm Araştırmaları sayfalarında da yeni sorular, yeni yaklaşımlar ve yeni bulgular görmek çok heyecan vericiydi.

“Otizmin dili” hakkında giderek artan bir söylem görüyoruz – otizmden, “şiddetinden” ve otizmle birlikte ortaya çıkabilecek çok çeşitli koşullardan nasıl bahsettiğimiz. Bazen bu durum rahatsız edici bir okumaya neden oluyor. Örneğin, İngiltere’deki Surrey Üniversitesi’nde psikoloji alanında öğretim görevlisi olan Monique Botha ve Stirling Üniversitesi’nde psikoloji alanında öğretim görevlisi olan Eilidh Cage gibi araştırmacılar, otizm araştırmalarında kullanılan dilin otistik insanların kendilerini insanlıktan çıkarılmış, nesneleştirilmiş ve damgalanmış hissetmelerine yol açtığına dikkat çekiyor. “Otizm araştırmaları, otizm hakkında nasıl düşünülmesi ve dolayısıyla otizm araştırmalarının neye benzemesi gerektiğine ilişkin felsefi bir çatışma nedeniyle krizde” diyorlar.

Bu, hepimiz için temelde önemli bir tartışma ve 2021 açılış konuşmamda vurguladığım, yaptığımız otizm araştırmalarının “türleri” ve “nerede” yapmamız gerektiği ile ilgili sorularla çok bağlantılı. Umarım INSAR 2023’te de bu konuşmalardan bazılarını yapabiliriz.

İki yıl önce de belirttiğim gibi, araştırmanın amacı farklı topluluklar için farklı olabilir. Otizm savunucuları, kabul, kapsayıcılık, elverişli ortamlar ve politika değişikliği konularında araştırmalara öncülük etmektedir. Biyolojik araştırmacılar, durumun altında yatan mekanizmalar hakkında temel keşifler yapmaya çalışan ve gelecekteki sonuçları iyileştirebilecek çalışmalara öncülük ediyor. Küresel ve uygulama bilimi araştırmacıları ise yerel ihtiyaçları ve sistemleri anlamaya çalışarak bu ihtiyaçları önceliklendirmekte ve sağlık eşitsizliklerini ve diğer eşitsizlikleri azaltmak için bu sistemleri güçlendirmektedir.

2021’deki konuşmamın anahtar kelimelerinden biri “sosyal duyarlılık” kavramıydı; yani başlangıç noktamız, kendi toplumlarımızın her birinde (ve küresel düzeyde) toplumun her düzeyindeki otizm paydaşlarının “sosyal ve toplumsal” ihtiyaçlarını ve önceliklerini doğru bir şekilde anlamak olmalıdır; bunu öğrendikten sonra, toplumlarımıza katkıda bulunacak ve yaşam kalitelerini ve ortamlarını iyileştirecek araştırmalar yapabiliriz. Bunu yol gösterici ilke olarak kullanırsak, otizmli insanların yaşadığı tüm toplulukların katılımıyla, uygun araştırmalar yapabileceğimizden hiç şüphem yok.

Petrus J. de Vries, Güney Afrika’daki Cape Town Üniversitesi’nde Afrika Otizm Araştırmaları Merkezi’nin (CARA) kurucu direktörü ve Mayıs 2023’ten Mayıs 2025’e kadar Uluslararası Otizm Araştırmaları Derneği’nin başkanıdır.

Kaynak Yazı: https://www.spectrumnews.org/opinion/viewpoint/what-kind-of-autism-research-should-we-do-and-where-should-we-do-it/

Otizmin Tarihi

1938: New York’tan bir psikolog J. Louise Despert, bazıları bugünün otizm sınıflandırmasına benzeyen semptomları olan 29 çocukluk çağı “şizofrenisi” vakasını detaylı açıkladı.

Yani bugün otizm diyebileceğimiz bazı çocukları o günün şartlarında çocukluk çağı şizofrenisi tanısını konuyor. Bu şekilde 1980’li yıllara kadar otizm olduğu halde şizofreni tanısı almış ve yanlış tedavi uygulanmış bir çok çocuk bulunuyor. #otizmtarih #psikoloji

1897’de doğan Anni Weiss ve Georg Frankl, kariyerlerine 1920’lerin ortalarında Viyana Üniversitesi’ndeki bir çocuk psikiyatri kliniğinde önemli klinisyenler ve araştırmacılar olarak başladılar. Çocuk psikolojisi ve sosyal hizmet okuyan Weiss, 1927’den 1934’e kadar oradaydı; Çocuk sorunları konusunda uzmanlaşmış bir psikiyatrist olan Frankl, 1925’ten 1937’nin sonlarına kadar orada bir görevde bulundu. Otizmin tanımlanmasında rolleri kritik olsa da, gazeteci Steve Silberman ve tarihçi Stephen Haswell Todd’un 2015’e kadar varlıkları neredeyse tamamen belirsizdi. sırasıyla ve bağımsız olarak, Silberman’ın 2015’in en çok satan kitabı “Neurotribes” ve Haswell Todd’un 2015 tezinde bunları keşfetti ve yazdı.

Psikiyatrist Erwin Lazar tarafından kurulan ve yönetilen Heilpädagogik Çocuk Kliniği, Avrupa’nın en eski ve en yenilikçi çocuk psikiyatrisi kliniklerinden biriydi. Hem Avusturya’nın her yerinden çocukların sevk edildiği bir gündüz kliniği hem de psikiyatrik araştırma sorunları olan çocukları tedavi eden ve eğiten 21 yataklı – daha çok bir yatılı okula benzeyen, aile gibi özverili personeli olan – bir yatılı hasta koğuşu vardı. faiz.

Asperger bu kliniğe 1932’de yeni basılmış bir doktor olarak katıldı. Eğitimini, Lazar dışındaki kadrodaki tek doktor ve psikiyatrist olan Lazar ve Frankl’ın yanında tamamladı.

Hem Weiss hem de Frankl, ön saflardaki klinisyenler olarak genç hastalarla sürekli temas halindeydi. Bir psikolog ve Rahibe Viktorine adlı bir rahibe ile birlikte Weiss ve Frankl, Asperger’in 1944’teki önemli makalesini yazarken ağırlıklı olarak yararlanacağı hasta gözlem kayıtlarının çoğunu yazdılar. Dikkat çekici bir şekilde, Frankl ve Weiss, bu hastalar hakkında Asperger’den önce gelen makaleler yazdı – 1934’te Frankl ve 1935’te Weiss.

Frankl’ın makalesi, sonraki on yılı Asperger’in görüşünü neredeyse kesinlikle etkileyen şekillerde keşfederek geçirdiği bir dinamiğe odaklandı. Önce “söz dili”ni, yüksek sesle söylenen sözcükleri, ses tonu, beden dili, yüz ifadesi, genel duruş – birinin söylemeye çalıştığı şeyi ileten gerçek sözcüklerin ötesindeki her şeyi kapsayan “duygusal dil” dediği şeyden ayırdı. Frankl, birini dinlediğimizde “iki farklı bilgi kümesi elde ederiz” diye yazmıştı. Örneğin, bir klinisyen bir çocuğun bir dizi olayı betimlemesini duyarsa, “ ne olduğunu, nesnel gerçekleri öğrenir. Aynı zamanda, çocuğun bu olaylar hakkında gerçekte ne hissettiğini fark eder.[çocuğun] duyguları söze dökülmese de.” Yine de bazı çocuklar (Asperger’in otistik olarak adlandırdığı çocuklar gibi) duygusal dili otistik olmayan çocuklardan farklı şekilde işler. Asperger daha sonra bu diğer tür işlemenin, öğretmenlerin ve velilerin seslerinde bir etki eksikliği ile istekleri veya emirleri sunmalarını nasıl gerektirdiğini açıkladı.

Ne Frankl’ın ne de Weiss’in makalesi yeni bir teşhis kategorisi veya sendromu tanımlamaya çalışmadı. Yine de her iki makale de, zaten biliyor gibi göründükleri – bugün otizm özellikleri olarak görülebilecek özelliklerle karakterize edilen – bir “çocuk tipi” hakkında yakın ve hassas çalışmalar sağladı. Ve Weiss’in kliniğin test yöntemini ve testlerin tartışılan hasta hakkında ortaya çıkardıklarını anlattığı makalesi, Haswell Todd’un gözlemlediği gibi, Asperger’in on yıl sonra yazdığı makalenin “hem biçim hem de içerik açısından” gerçek bir prototipiydi.

Ekim 1938’de Kanner’ın 1943 tarihli “Autistic Disturbances of Affective Contact” adlı makalesinde tanımladığı 11 çocuktan ilki olan Donald T. adında 5 yaşındaki bir erkek çocuk da yer alacaktı. O makalenin ilk cümlesinde Kanner, kendisinin ve ekibinin bu vakaları ilk kez not ettikleri yılı tam olarak saptadı: “1938’den beri, durumları şimdiye kadar bildirilenlerden çok belirgin ve benzersiz bir şekilde farklı olan birkaç çocuk dikkatimizi çekti. her vakanın büyüleyici özelliklerinin ayrıntılı bir değerlendirmesini hak ettiğini – ve umarım sonunda alacağını -.

Bu cümle iki nedenle öne çıkıyor. İlki, Kanner’ın bunun bir ekip algısı olduğunu ima eden veya kabul eden “dikkatimiz”i kullanmasıdır. Ayrıca, 1938 yılından bahsetmesi, birkaç faktörün bir araya gelerek Donald T.’nin kimsenin duymadığı bir sendroma sahip olduğunu düşündürdüğü noktayı işaret ediyor.

1938’de özel olan neydi? Hem Avrupa hem de Amerikan çocuk psikiyatrisi birkaç yıldır sadece Bleuler’in “otizmi”ne ya da ayrılığına değil, aynı zamanda bugün otistik teşhisi konulacak birçok insanı da içeren, büyüyen ve giderek artan şatafatlı şizofreni teşhisine de artan bir ilgi gösteriyordu. Bu nedenle, ne Asperger ne de Kanner modern otizm haline gelen şeyi fark edip tanımlamasaydı, başka bir orta yüzyıl çocuk psikiyatrının bunu yapması oldukça muhtemel görünüyor. Bu, havanın modern otizm kavramıyla dolu olduğu anlamına gelmez. Ama esintiler tuttu.

Örneğin Ekim 1938’de, Donald T.’nin Kanner’ın Baltimore’daki kliniğine geldiği aynı ay, Asperger Viyana’da daha önce bahsedilen “otistik psikopatları” anlatan konuşmasını yaptı ve ardından yayınladı. Hem Viyana hem de Baltimore’un o zamanlar çocuk psikiyatrisi konferansında ve profesyonel ağlarda başlıca düğüm noktaları olduğu göz önüne alındığında, Kanner’ın (anadili Almanca olan) Asperger’in dersinin bir tanımını veya hatta bir kopyasını almış olması düşünülebilir.

Bu arada, 1938, Frankl’ın Kanner laboratuvarındaki ilk tam yılıydı. Ve Asperger’in görüştüğü aynı çocukları Viyanalı meslektaşlarıyla görmüş, onlar hakkında yazmış ve tartışmış olan Frankl, muhtemelen Baltimore’daki meslektaşlarıyla bu vakalarla ilgili anılarını veya içgörülerini paylaşacaktı. Ne de olsa, deneyim zenginliği tam olarak Kanner’ın onu işe aldığı şeydi. (Bu, Kanner’ın Asperger’den vaka kayıtlarını kaldırdığı anlamına gelmez. Ancak Kanner’ın 1938’de dikkatine gelen otizm özelliklerine sahip “birkaç çocuk”tan bahsetmesi, diğer kliniklerden gelen vaka raporlarını kolayca kapsayabilirdi.) Ve en az üç durum çünkü bu tür konuşmalar Frankl klinikteyken gelirdi. Frankl’ın orada çalıştığı üç yıl boyunca Donald T.’ye ek olarak, Kanner’ın makalesinde anlattığı iki hasta daha kliniğine geldi.

Son olarak Frankl, 1938’de Baltimore’a daha somut bir şey de getirdi: Kanner’ın Nervous Child’daki ‘infantil otizm’ üzerine makalesiyle birlikte 1943’te yayınladığı “Language and Affective Contact” adlı bir makale taslağı. Bu dönemi yakından inceleyen en az iki akademisyen, bu el yazmasının Kanner’ın otizm kavramını derinden şekillendirdiğine inanıyor.

“Dil ve Duygusal Temas”, Frankl’ın 1934 tarihli “duygusal dil” konulu makalesinde keşfettiği bazı endişeleri ilerletiyor. Son ve en çok odaklanılan bölümü, neredeyse kesinlikle Asperger’in laboratuvarından olan ve konuşulan ve diğer tüm dilleri hiçe sayması, inşa edilen insan bağlantılarından kopuk görünen “diğer insanlarla temas eksikliği” yaratan Karl K. adlı bir çocuğa odaklanıyor. ve tam konuşma ve hatta karşılıklı mevcudiyet ile sürdürülür. Frankl, okul arkadaşlarının arasında “tuhaf bir varlık gibi” dolaştığını ve “bir insan kalabalığının arasında bile … yalnız bir insan gibi davrandığını” yazdı.

Otizmin Tarihi

1952: Amerikan Psikiyatri Birlikleri’nin Mental Bozuklukların Teşhis ve İstatistik El Kitabı’nın (DSM) ilk baskısında, otizm belirtileri olan çocuklar “çocukluk şizofrenisi” olarak etiketlendi.

1956: Leon Eisenberg “The Autistic Child in Adolescence” ( Ergenlikte Otistik Çocuk) adlı makalesini yayınladı. Bu makalede, 63 otistik çocuk 9 yıl boyunca takip edildi ve daha sonra 15 yaşında tekrar değerlendirildi.

1959: Avusturyalı Psikolog Bruno Bettelheim, Scientific American’da 9 yaşındaki otistik Joey hakkında bir makale yayınladı. #brunobettelheim #dsm1 #lioneisemberg #autismtimeline #otizmtarih

Otizm Tarihinden

1920’ler …

1926’da Rusya’nın Kiev kentinde bir çocuk psikiyatristi olan Grunya Sukhareva, bilimsel bir Alman psikiyatri ve nöroloji dergisinde otistik özelliklere sahip altı çocuk hakkında yazı yazar.

Grunya Efimovna Sukhareva’nın 1925’te hem Kanner hem de Asperger’den önce otistik özelliklerin klinik bir tanımını ilk yayınlayan olmadaki çığır açan rolü nispeten yakın zamanda ortaya çıktı. Bununla birlikte, Sukhareva’nın çalışmaları Rusya dışında çok az biliniyor ve büyük ölçüde tanınmıyor.

Otizm kavramsallaştırma ve kategorizasyonunun doğuşuna yaptığı önemli katkısı için çeşitli dergilerde yazılar yeni yayınlanmaya başlandı. Bı makaleler çoğaldıkça hem biyografik ve tarihsel bir arka planına dair bilginiz artacaktır. Sukhareva’nın geniş kapsamlı psikiyatrik çalışmaları ortaya çıkmaya başladı ve hem şizofreni hem de otizmi kavramsallaştırmadaki öncü çabaları açıklığa kavuşturulacaktır.

1920’lerin başında genç bir Yahudi çocuk psikiyatrının 11 çocuğu (6 erkek ve 5 kız) tedavi ettiği Moskova’da kuruldu. Grunya Sukhareva çocuklarla ilgili bulgularını iki Alman gazetesinde yayınladı – biri 1926’da erkekler hakkında, diğeri ise kızlar hakkında 1927’de bir makale – burada vakaların daha önce tanınmayan bir grup bozukluğu temsil ettiğini belirtti. Bugün, bu vaka incelemeleri otizmli çocukların tanımları olarak okunur; özellikleri hem Kanner’ın hem de Asperger’in kriterlerine ve ayrıca Ruhsal Bozuklukların Teşhis ve İstatistik El Kitabında ve diğer yerlerdeki günümüzün resmi tanı kılavuzlarına uygundur.

Sukhareva, 150’den fazla makale ve birkaç kitap yayınlayarak neslinin en önde gelen Sovyet psikiyatristi oldu. Çalışmalarının yaklaşık bir asırdır neredeyse görünmez olması, otizm araştırmalarının tuhaf tarihindeki en tuhaf şeylerden biri. 

Not: Ne Kanner’ın ne de Asperger’in Sukhareva’dan haberdar olmaması mümkün ama olası görünmüyor. Her iki adam da içine kapanık, şizofren, “şizoid” ya da “psikopat” çocuklar hakkında bulabildikleri hemen hemen her şeyi okudular. Her iki adamın da aynı şekilde Sukhareva’nın çalışmalarına rastlamış olabilecek iyi okumuş çalışanları vardı. Her ikisi de, Sukhareva’nın 1926 ve 1927’deki makalelerini yayınladığı dergiden, Berlin merkezli Monatsschrift f ü r Psychiatrie und Neurologie’den ( Aylık Psikiyatri ve Nöroloji Dergisi)), otizm ve şizofreniyi konu alan bir avuç Avrupa dergisi arasında öne çıktı. 1949 tarihli bir makalesinde Kanner, Sukhareva’nın 1932 tarihli başka bir otizm makalesine atıfta bulunarak, otizmin “çocukluk şizofrenisinin temel doğasıyla o kadar yakından ilişkili olduğunu ve ondan, özellikle de Ssucharewa tarafından tartışılan sinsi başlangıçlı vakalardan ayırt edilemeyecek kadar yakından ilişkili olduğunu” söyler. ” Peki o ve Asperger, onun altı yıl önceki çalışmalarını nasıl gözden kaçırmışlardı?

Pek çok bilim insanı, her halükarda, Avrupa dergilerine dalmış olan Asperger’in muhtemelen Sukhareva’nın bir veya iki otizm makalesine rastladığını, ancak 1930’ların ve 1940’ların Avusturya’sının kurumsallaşmış antisemitizmi nedeniyle onlardan (veya diğer Yahudilerin eserlerinden) bahsetmediğini öne sürüyor. Aynı şekilde, Batı kültüründeki cinsiyetçiliğin derinliği göz önüne alındığında, Kanner ve/veya Asperger’in, sırf kadın olduğu için Sukhareva’nın çalışmalarını görmezden gelmeyi uygun bulmuş olması mümkündür. Anti-Sovyet duygular da rol oynamış olabilir.

Sukhareva bu çocukları Moskova’daki kliniğinin işlettiği küçük hastane okulunda gözlemlemişti. Asperger ve Kanner kliniklerinde olduğu gibi, Sukhareva da klinisyenlerin hastalarıyla daha uzun zaman geçirmelerine ve onları daha iyi tanımalarına izin verdi. Ve Asperger ve Kanner gibi Sukhareva da, çocukların görünüşte düzenlenmiş iç yaşamları ile daha kaotik bir toplumdaki yerleri arasındaki çatışmalara dikkatleri açısından zengin ve neredeyse romansı klinik açıklamalar yazdı.

Örneğin on yaşındaki MR, “asosyal, kendini diğer çocuklardan izole ediyor.” Başka bir hasta son derece konuşkan, “tekrarlayan, saplantılı temalarla işaretlenmiş” konuşmalarla, ancak okulun ortak oyunlarına hiç katılmıyor, neredeyse her şeye sessiz tepkiler veren “düzleştirilmiş” duygusal bir yaşamı var ve “bir fantezi dünyasında yaşıyor”. saplantılı durumlar ve zorlayıcı sayma. Saplantılarında belirgin bir şekilde Aspergian olan başka bir çocuk, 3 yaşında tekerlemeler söylemeye başladı, ancak oyunlarından kaçındığı diğer çocuklar tarafından “konuşan makine” olarak adlandırıldı.

Özetinde Sukhareva, bu grubu ayıran birkaç özelliği tanımlıyor: soyutlama ve “saçma düşüncelere eğilim” ile belirginleşen “tuhaf bir düşünme türü”; onları başkalarından uzaklaştıran ve “diğer çocuklar arasında asla tam olarak kendileri değil” bırakan bir “otistik tutum”; ve obsesif-kompulsif davranışa yönelik eğilimler.

Ancak Sukhareva, yalnızca Asperger benzeri bir otizmi tanımlamadı. Otizme dair spesifik ama geniş bir bakış açısını detaylandırarak, sadece Kanner ve Asperger’i değil, aynı zamanda 55 yıl sonra Wing ve giderek birbirine bağlı bir otistik topluluğun aktivizmi tarafından teşvik edilecek olan otizme ilişkin ‘spektrum’ görüşününde ortaya çıkmasına vesile olan araştırmacılardandır.

O halde Sukhareva’nın önemli makaleleri zamanının çok ilerisindeydi. Yine de otizm alanı savaş sonrasında genişlese bile, Kanner 1949’da makalesine atıfta bulunduktan sonra bile, 70’lerine kadar bu alanda aktif kalmasına ve 89’a kadar yaşamasına rağmen, çalışmalarından nadiren alıntı yapıldı ve Sovyetler Birliği dışında (ve daha sonra Rusya’da) ), nadiren fark edildi.

Kaynak YAzılar: https://www.spectrumnews.org/news/the-new-history-of-autism-part-i/

#otizmtarih #otizm #timeline