Sorting by

×

Röportajlar

Çocuğumuzun otistik olduğunu öğrendikten sonra ülkemizde “genelde kabul gören ”otizmi var, otizmli” şeklindeki tanımlamayı ilk zamanlarda, hepimizin yaşadığı paniğin de etkisiyle, fazla da sorgulamadan kabul ettim..

Ta ki bu şekilde bir tanımlamayı bizim (yani otistik olmayan veliler, doktorlar, araştırmacılar vb.) otistiklere yakıştırdığımızı, aslında otistiklerin büyük çoğunluğunun bu şekilde bir tanımlamayı kabul etmediklerini ve bu konuda çok hassas olduklarını nedenleriyle birlikte anlayana kadar. 

Yani bizler (bu konuda “uzman” araştırmacılar da dahil) aslında otistiklerin kendileri için neyi uygun gördüklerini hiç dikkate almadan ve epeyce de ukala bir şekilde (ve aşağıda çok sade ve çarpıcı bir şekilde açıklanan nedenlerle) onları “otizmli kişi” olarak tanımlamanın daha doğru olduğunu düşünüyoruz. 

Kişisel olarak artık yeni tarihli herhangi bir İngilizce yayında “otizmli” tanımını gördüğüm anda gerisini okumuyorum çünkü otistiklerin bu konuda hassas olduklarının artık gayet iyi bilinmesine rağmen konunun bu kadar içinde olan kişilerin bunu noktayı hiç “kaale” almayan her hangi bir araştırmasının otistiklerin yararına olması ihtimalinin de az olduğunu düşünüyorum.

Bu tartışma İngilizce konuşulan ülkelerde otistiklerin örgütlenme seviyesi nedeniyle neredeyse sona gelmiş durumda. Ülkemizin otizm ve benzer konularda genelde ne durumda olduğu düşünüldüğünde hiç öncelikli değil ancak yine de ilgilenen olabilir ve madem yolun başındayız, neden doğrusu ile başlamayalım? 

Nedenlerini ben, otistik olmayan bir kişi olduğumdan, tartışmayacağım çünkü bunun “benim görüşüm” olduğu veya eksik veya yanlış aktardığım sanılabilir ve başkaları da mantıklı görünen nedenlerle “otistik” yerine “otizmli” demenin daha doğru olduğunu veya sadece “böylesini tercih ettiklerini” savunabilir. Bu nedenle bu konuda otistiklerin çeşitli konularda makaleler yazdıkları Neuroclastic dergisinde Sam Stein’ın yeni yayınlanan ( https://neuroclastic.com/2019/07/15/person-with-autism-or-autistic-person/ ) ve benim bildiğim tüm otistik derneklerinin (otistik olmayanların kurdukları dernekler değil) görüşünü de gayet güzel özetleyen bir otistiğin yazısını çevirmeye (biraz sadeleştirerek) çalıştım (merak edenler için; otistiklerin etkili bir şekilde önce Amerika sonra İngiltere ve diğer ülkelerde örgütlenip kendileri için konuşmaya başladıkları 1990’lı yıllardan itibaren konu ile ilgili başka bir sürü kaynak ve tartışma da mevcut).

*Çevirinin bazı yerlerinde (parantez içinde italik karakterlerle vurgulamalar yaptım). Profosyonel bir çevirmen değilim, iyi bir iki dilli okuyucuyum o nedenle anlam değişikliği olmadan anlaşılır cümleler ile bir çeviri yapmaya çalıştım. Ayrıca konu hakkında “uzman” da değilim, sadece fazla meraklı, özellikle yetişkin otistikleri izleyen, ciddi otistik örgüt yayınlarını okuyan bir otistik çocuk babası, herhangi birisiyim.

Jim Sinclair – Otizmi olan kişi mi Otistik kişi mi?

Benim otizmle ilgili “kişi-önce” tanımlaması ile ilgili sorunum.

Otistik savunulucukla ilgili politik konularda oldukça yeniyim, bu nedenle özel bir tartışma konusunda güçlü duygularım olması beni şaşırtır. Konu dilde kişi önce veya kimlik önce sorusu (İngilizce sözcük dizilimi Türkçe ile ters olduğundan kişi önce yani “person with otizm” dilimize otizmli kişi olarak çevrilmektedir ancak çevirinin bütünlüğü açısından “person first” kişi-önce olarak çevrilecektir).

Tartışma genelde “otizm velileri” (yani, otistik çocukları olan otistik olmayan veliler) ile otistik yetişkinler arasındadır. 

Bu gün size neden “otistik kişi” tanımını  “otizmi olan” kişi tanımına tercih ettiğimi açıklamak istiyorum.

“Kişi önce” tanımlaması köklerini kendilerini “kurban” veya “hasta” gibi tanımlamalardan uzaklaştırmak isteyen 1980’lerdeki AIDS aktiviziminden kaynaklanmaktadır (Türkçe’de ayrım bu kadar belirgin olmasa da benzer bir şekilde sonraki yıllarda aynı eğilimin olduğunu, kör yerine görme özürlü gibi, söylemek pek yanlış olmaz sanırım).

Bu tanımlama şekli, diabet, astım gibi  benzer kronik sağlık sorunları ve belli engelleri olan diğer savunucu guruplar (STÖ) arasında da yayıldı.

Bunun arkasındaki düşünce insanların tıp personeli tarafından önce “diabet hastası” değil önce “kişi olarak” tanımlanmasıydı (diyabetik değil diyabetli kişi) .

Benim aslında bu gibi durumlarda “kişi-önce” tanımlamasıyla ilgili bir sorunum yok ve aynı zamanda bu konuda kararı ilgili toplulukların vermesi gerektiğini düşünüyorum.

Otizm , gelişimsel bir durum olduğundan,  sağlık personeli ve “hastalar” arasında bambaşka bir kategorideki insanları, yani “ebeveynleri” de içerdiğinden benzersizdir.

Fazla genellemeden, otizm ebeveynleri “kişi-önce” tanımlamasının en hararetli savunucuları olma eğilimindedirler (ne kadar doğru bir tesbit). Onların OTİSTİK bir çocuğu yoktur, onların OTİZMİ OLAN bir çocuğu vardır. Onlar çocuklarını SEVERLER ancak otizmden NEFRET EDERLER, onlar otizm ile SAVAŞMAK veya YENMEK isterler. (Açık yürekli hangi otistik çocuk velisi bu paragrafa yanlış diyebilir, en azından bir süre hepimiz bu süreçten geçmedik mi?)

Bu nedenle, çocuklarını savunurken aynı zamanda otizme ve otistik deneyime karşı tavır alırlar.

Onların bakış açısına göre otizm çocuğun kişiliğinden tamamen ayrı hastalık gibi bir şeydir ve bunda övülecek bir şey yoktur aksine çocukları ve kendileri için bir yük olarak görülmelidir.

Otizmin aklıma ve çekirdek kimliğime nasıl nakşedildiğini yeni fark etmeye başlayan bir yetişkin, bir otistik olarak bu bir çeşit saldırganlıktır. Otizmi benden çıkarmak, beni ben yapan herşeyi çıkarmak ve bunu nörotipik düşünme şekliyle değiştirmek beni tamamen farklı bir kişi yapacaktır.

“Otizmin seni tanımlamasına izin verme” cümlesi muhtemelen ancak benim kafamın içide her gün yaşamak zorunda olmayan birinin ağzıdan çıkabilir. Tabi ki otizm beni sadece tanımlamakla kalmıyor, aynı zamanda benim beynimin nasıl çalıştığının da çok iyi bir tanımlayıcısı.

Örneğin, çok küçük detaylara odaklanma yeteneğim bazen bir yük olabilir, ancak bunu sizin gözlerinizi fiziksel olarak kapatmadan görmeyi durdurabileceğinizden daha fazla durduramam.

Otizm beni tanımlamaz, o benim.

Fakat şunu belirtmeliyim ki, tüm otistik insanlar bu konuda bu kadar güçlü hissetmiyorlar ve bazıları da tamamen aynı fikirde olmayabilir. Ve bu tamamen onların haklarıdır. Bu konu hakkında sadece benim alçakgönüllü görüşüm.

Bu aynı zamanda, bir konuşmada daha iyi geliyorsa, “otistik kişiyi” ya da “otizmli insanları” hiç kullanmadığım anlamına da gelmez.

Birisi gündelik konuşmada kullanırsa rahatsız da olmam.

Bu dilbilgisi polisliği ile ilgili değil.

Bu daha çok, diğer insanları düzelten ve her durumda kişi-önce (otizmli) denilmesinde ısrar eden insanlar hakkında. Bana göre bu çok garip, sanki “politik olarak doğru” olmak için çok fazla çabalıyorsunuz; ve dürüst olmak gerekirse, bu bizi dışarıda bırakıyor ve bizi “diğerleri” yapıyor.

Kullanılması gereken kelimenin etrafından bu kadar bariz şekilde dolaşmak, onu bir aşağılama, hakaret veya utanılacak veya mümkün olduğunca bahsetmekten kaçınılacak bir şey gibi gösterir.

Bana gerçekte ne olduğumu söylemekten kaçınmak daha kibar bir davranış değil.

Ama bence gerçek tehdit, “kişi-önce” (otizmli) tanımlamasını nörolojimizi hastalık olarak göstermek amacı ile kullanan kuruluşlardan geliyor (Autism Speaks, ve Türkiye’de bu kuruluştan hayranlıkla bahseden bir kaç bilinen otizmli ilgili vakıflar vb.). 

Çünkü otizm durumunda kişi-önce şeklinde tanımlama, tanımı gereği otizmi kişiden ayırır (diğer herhangi bir hastalıkta olduğu gibi), ve “tedaviler”, “ortadan kaldırmak” ya da daha kötüsü için kapıyı açar… Sırada ne var, otizmi “ortadan kaldırmak” için gen düzenleme? (Autism Speaks’in topladığı kaynağın çok küçük bir kısmını otistikler için harcarken kayda değer bir kısmını otizmin anne karnında tesbit edilip gebeliğin sonlandırılması araştırmalarını destek için harcadığı bilinmektedir.)

Bu sadece kötü bir rüya değil mi? Çoktan başladı.

Dil önemlidir. İngilizce dili, ilk dili İngilizce olmayanlara (veya aslında otistik insanlara) oldukça opak olabilecek bir incelik ve nüans cennetidir (aynen Türkçe gibi). İngilizce ilk düşünce dili olmayan insanları hayal edebiliyorum, “Önemli olan nedir? Bana aynı geliyor! ” (Benim de duymaktan bıkmadığım bir cevap). 

Ama anadili İngilizce olan (veya Türkçe) bir konuşmacıdan alınca, bu konuda bir fark var. İnce bir şey, ama orada. Ve etkisi ağır.

Şimdi, geçmişte bu tür bir dili kullanan hiç kimseyi iyi niyetlerle utandırmak ya da küçümsemek niyetinde değilim. 

Bu daha çok, size nazikçe bildirerek bilinci artırmak için yapılan bir girişimdi, biz hiçbirimiz birinci dilden (otizmli denmesinden)  pek hoşlanmıyoruz.

Son Söz : Yazı İngilizce dilinde bir tanımlama tartışması olmasına ve bir tabi ki Türkçe konuşuyor olmamıza rağmen eğer çok samimi bir şekilde kendiniz ile hesaplaşırsanız, yazarın söylediği her şeyin Türkçe’de de tam olarak doğru olduğunu yani çocuğunuza “otizmli” derken aslında çocuğunuzu ve otizmi ayırarak kendinizi rahatlatmadığınızı söyleyebilir misiniz? Ben söyleyemem, ilk aylarda oğlumuzun “bir hastalığının” olması bana rahatlatıcı geliyordu ama otizmi biraz da olsa derinliğine öğrendikten ve özellikle de oğlumuzun farklılığının aslında yaşantımızı-dünyamızı nasıl renklendirdiğini fark ettikten sonra artık böyle düşünmüyorum, bu nedenle de çocuğumuzdan “otistik” olarak bahsediyorum ve “otizmli” tanımlamasından rahatsız oluyorum.

Ayrıca, “otizmli” şeklindeki tanımlama yıllar önce otizmin tedavi edilmesi gereken bir “hastalık” olarak kabul edildiği yıllarda Türkçe’ye İngilizce’den çeviriyle geçmiş ve genel bir kabul görmüş olabilir (yukarıda gayet güzel anlatılan nedenlerle). Ancak bu şekilde bir tanımlama otizmin bir hastalık değil bir farklılık olduğunun genel olarak kabul edilmesi ile birlikte (otizme eşlik eden ve tedavi edilebilir nörolojik durumlar elbette olabilir) artık neredeyse sadece otistiklerin “düzeltilmesi” (davranışçı terapiler vb.) veya “otizmle savaş” gibi fikirleri savunan ve otistik örgütlerini tamamen göz ardı eden örgüt (Autism Speaks gibi) veya kişiler tarafından ısrarla kullanılmaktadır. “Otizmli” diyerek buna alet olmamak için de “otistik” demenin doğru olduğuna inanıyorum.

Sam ile aynı fikirdeyim, dil düşünceyi de şekillendirir, nüanslar önemlidir, çocuklarımızı neden “camiada kabul gören budur diyerek” “veremli”, “cüzzamlı” duygusu veren bir şekilde tanımlıyoruz? Yoksa içten içe Sam’in söylediği gibi biz de otizmi bir hastalık bir lanet olarak mı görüyoruz?….

Sayın Ahmet YILMAZ’a çeviri için teşekkür ediyoruz.

8-Haziran-2020

Önerilen Yazı : https://www.autism.se/RFA/uploads/nedladningsbara%20filer/Interview_with_Jim_Sinclair.pdf

Damga Çeliktaban, HT Magazin’de Erdoğan Çalak ile röportajını sayfaya taşıdı.

Psikiyatr, psikoterapist Erdoğan Çalak’ı ‘Küresel Sistemde İnsan Kalmak’ kitabından tanıdım. Uzun zamandır üzerine düşündüğüm konularla ilgili, bildiğimiz ama ifade edemediğimiz açıklamalar sunuyor kitap. İçinde yaşadığımız çağda insan olmanın zorluklarını, birçok kişinin farkında olduğu ama dillendirmediği, dillendirse de cevabını tam bilemediği “Delirdik ama bir sor neden?” haline ışık tutuyor. Dedim bir de gidip yüz yüze konuşayım, dünyanın ve insanın neden olduğu gibi olduğunu… Güzel bir sohbet çıktı.

İnsan türü olarak ne durumdayız?

Dünya 8 milyar insanı beslemiyor, taşıyamıyor. 8 milyar insanın canlı kalması, karnını doyurulabilmesi, dünyanın mevcut kaynaklarıyla sağlıklı bir şekilde yaşayabilmesi mümkün değil. Bu da gezegenin bütün kaynaklarının hızla tüketilmesine, dünyanın çöplüğe dönüşmesine, bir sürü gereksiz malın veya işin ayakta tutularak sistemin yürü- yormuş, dönüyormuş gibi yapılmasına yol açıyor. Gezegenin kaynaklarının taşıyabileceğinden daha fazla yükü üstlenişi bir tehlike. İnsanların bugün çalışabiliyor olması, aç kalmaması için bulunmuş olan yollar da çıkmaza yol açıyor. Endüstriyel tarım, GDO’lu gıdalar, toprağın verimsizleşmesi hep ucuz gıda için. Ucuz gıdaya ulaşma yolunda kaynaklar sömürülüyor ama bundan vazgeçelim dersek büyük bir gıda eksikliği oluşmaya

başlar ve dünyada ancak çok fazla parası olanın hayatta kalma şansı olur. Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık. Öyle işte.

‘Devletlerin sonu geldi artık’

Dünyayı kurtarıp tüketimi mi azaltalım yoksa insanları heba edip dünyayı mı kurtaralım gibi bir duruma geliyor…

Madem bu gezegenin
üzerinde yaşıyoruz aslında bu gezegenin kaynaklarını ve geleceğini de düşünmek durumundayız. Ama bir yandan da bu insanlar ne olacak? Sistem her yerde minimum masrafla maksimum gelir elde etme mantığıyla çalışıyor. Şu andaki sistem insanları besliyor ama bu gezegenin tüketilmesi ve yok edilmesi pahasına. Diğer boyutta da Iphone 8 çıkıyor. “3, 5 ve 7 çalışıyor. Ne lüzumu var 8 yapıyorsun?” denince, “Yapılmasa işsizlik olur” deniyor. İşsizlik demek yabancı düşmanlığı demek, açlık demek, sefillik demek. Yani olan problem sürekli kendini üretiyor. Yapay bir bolluk, teknolojinin hesapsız kullanılması, tamamen kâr ve para kazanma amacıyla her bulunan gelişmenin servis edilmesi bütün dünyanın dengesini bozdu. Gezegende “10 ya da 50 yıl sonra ne olacak?” diye soran yok. Dünya düzeni değişmeden bunlar düzeltilir mi? Dünya kaynaklarının çok eşitsiz bir kullanımı var, elinde para olanlar öte tarafları harabeye çeviriyor. Kimse bunları düşünmek istemiyor ve kimse de gündeme getirmiyor.

Hep sığ sorunlarla uğraşıyoruz yani…

Barış isteyenler, insan severler veya yardım kuruluşları var. Marjinal gözüyle bakılıyor. Yüzlerle, binlerle sayılabilecek sayıda insan en fazla. Diğer insanlara

bu konular intikal etmiyor. Bana sorarsan devletlerin sonu geldi artık. Bütün dünyayı yönetebilecek ve gözetecek başka bir sisteme geçilmesi gerekiyor. Her devletin kendi çıkarını düşündüğü, ordusuyla orayı burayı işgal ettiği dünyanın sonu geldi aslında. Çünkü her devlet ya da toplum kendi çıkarını düşündüğünde büyük felaketlerle gezegenin sonunu getirecek bir yola girmiş oluyoruz.

‘Yeni bir dünya sistemi kurulacak’

Nasıl olacak peki?

Herkesin iyiliğini düşünen, insanların inanıp güvenebileceği yeni bir dünya sistemi kurulacak ve bazı kurallar konacak. Ancak “Kendi çocuğuma kendim bakacağım” diyenlerin çocuğu olabilecek. Ebeveynlik ehliyeti olacak; kişinin kendine bakıp bakamadığı, kendini ne kadar sevdiğinden yola çıkarak doğurduğu çocuğu sevip sevemeyeceğini söylemek mümkün. Mesela en basitinden sevgi nedir? Bir insana duyduğumuz ihtiyaç ne? Bir insanı kendi parçamız yaptığımızda onu sevmiş mi oluyoruz? Bunlar tartışılmıyor. Farkına varıp tartışmaya başlamak lazım ki bu herkesi kapsayan ortak çözüm üretme mecburiyeti gündeme gelsin.

“Yaşamımızın anlamı ne?” sorusuyla başlasak olur mu?

Önemli bir soru bu. Nasıl çocuklar oyuncaklarla mutlu olmuyor, oyuncak annenin, babanın yerini tutmuyorsa, cep telefonu,

bilgisayar, araba gibi şeyler de bir insanı mutlu etmeye yetmez. En azından bunu fark ederiz belki.

‘Anneyle bağ sevgiyi doğurur’

Peki biz niye satın aldığımız şeylerle mutlu olacağımızı sanıyoruz?

Dünyada en nadir olan şey gerçek bir sevgi enerjisi. Bu enerji eksik olduğu için anlık çıkarlara, o anki kendini iyi hissettirecek şeylere doğru kayıyoruz. Böyle olunca o boşluk oyuncakla doluyor.

Kitabınızda annesi tarafından bakılmayan çocukların sevgi ilişkisinde mutlu olmayı öğrenemeyeceğini ve tüketime yöneleceğini yazıyorsunuz. Artık çocuklar çok zamanlarını bakıcılarla geçiriyor, annelerini işten kalan zamanlarda görüyorlar. Bu yaşayışın sonuçları neler?

Annesi tarafından büyütülen bebek anneyle bir ruhsal bağ kurar ve o bağ üzerinden de çocuğa pozitif bir enerji akar. Sevgi enerjisi yüksek olunca haset enerjisi azalır. Yeterli annelik almamışsa veya annenin çocukla bir bağkuramadığı durumlarda

insanın kendiyle ilişkisi zayıf olur. Kendi dünyasında ne olup ne bittiğini, çektiği acının nereden kaynaklandığını, niye sıkıntı duyduğunu, neyin eksik olduğunu algılamakta zorlanır.

Sisli bir iç dünya içinde salınır gider yani?

O sisli dünyanın görülen, tanımlanabilir, dile getirilebilir bir dünya olması annenin bebeğini görmesi, duyması ve anlamasıyla öğrenilir.

‘Bebekle ilişki kuramayanlar var’

Anneanne aynı fonksiyonu yerine getiremez mi?

Annenin farkı kendi karnında büyüttüğü bebeği normal koşullarda parçası gibi algılaması. Bu da otomatikman bir bütünleşme ilişkisi kurmasına sebep olur.

Zaten bebek de ilk yıllarında anneyi parçası sanıyor…

Bu bütünleşme duygusuyla bebek doğum travmasını minimuma indirger. Otizm, bebeğin annenin kendi parçası olmadığını çok erken anlaması olarak tarif edilebilir mesela. Gerçek onu yakıyor: Annem ayrı bir insan, ben ayrı bir insan. Otizmde anne bebek bütünleşme ilişkisini kuramıyor.

Karındayken mi yoksa doğduktan sonra mı?

Normal şartlarda anne eğer iyi bir annelik aldıysa, karnındaki bebek kıpırdanmaya başladığında onunla ilişki kurma kapasitesi var. Ama hamile olduğunun

idrakında olmayan ya da işine gücüne kaptırıp bebekle ilişki kuramayanlar da var. Bir kısmı doğumla beraber bebeği görünce ilişki kuruyor, bir kısmı onu da beceremiyor.

Bağ kuramadığının farkında da olmuyor mu bu insanlar?

Bebeğe sadece bakım veriyor. Acıkmıştır, susamıştır filan diye bebeği hayatta tutmaya çalışıyor ama o ilişki kurulmuyor. Kurulmadığında bebeğin içindeki haset enerjisi çok fazla kalıyor. Ve bugünkü küresel sistem insanlarda birbirine karşı haseti kaşıyarak ayakta kalıyor. “Başkaları bendekini görsün, haset etsin” diyorsun. Bu bir üstünlük ve statü olmaya başlıyor, bir yandan da haset etmeyeyim diye her beğendiğini almaya kalkışıyorsun. O da muazzam bir tüketim ortamı oluşturuyor ve bunu yapabilmek için çalışmak zorundasın. Dolayısıyla da çocuğuna da başkası bakıyor. Çocuğun da aynı senin gibi hasetli bir enerjisi olacak o da aynı şeyleri yapacak. Bu da devamlı kendini üreten bir çıkmaz.

‘Haset, sahibini yok eder’

Haset ile kıskançlık arasında ne fark var?

Kıskançlık şu: Birini seversin onun başkasıyla ilgilenmesi sende bir öfke uyandırır. Sevdiğin insanın ilgilendiği kişiye öfke duyarsın. Dolayısıyla kıskançlık aslında sevgi nesnesinin kendisine değil çevresine hissedilir. Hasetteyse

sevgi nesnesinin kendisine dönen bir öfke var. Haset, sevgi nesnesini yok etmek ister. Sevgi nesnesi yok olunca insan hastalanır. İnsan doğduğu andan itibaren başka bir insanla ilişkisi üstünden var olabildiği için, bebek önce anne daha sonra sevgili, eş ile ilişki kurar. Arkadaş, dost ilişkileri de var ama o ilişkilerde derinlik daha az. Özel hayata doğru gittikçe bağlılık, beklentiler ve derinlik artar. Bir insanın o derinlik yaşanmadan mutlu olması mümkün değil. Var oluşuna ters; bu ancak otizmli için mümkün…

Çalak artan tüketim hevesi ve teknoloji bağımlılığının özel hayatı sabote ettiğini ve bir kısırdöngüye yol açtığını şu sözlerle

anlatıyor:

“Bugün insanlık sevmek yerine oyuncaklarla oyalanmaya çalışan çocuk halinde. Böyle büyüyen insanlar ailenin ortadan kalkmasına zemin hazırlıyor. Birisi bir odada maç seyrederken, diğeri başka bir odada dizi izliyor; karı- koca arasındaki bağ gittikçe zayıflıyor, birbirine olan yatırımı azalıyor ve bu da uzaklaşmaya yol açıyor…”

Peki ya cinsellik?

Aşkın soyu tükenirken cinselliğe de ihtiyaç kalmıyor. İlişki başlıyor, 3 gün sonra sıkılmaya başlıyorlar. İhtiyaç kalmadı, dürtü kalmadı. Erkekler mastürbasyonla, kadınlarsa dürtüsüzlükte rahat ediyorlar. İnsan ilişkisinin bu kadar kıymetsizleştiği başka bir dönem olmamıştır. Bir insana ihtiyaç duymak yerine oyuncaklara yöneliyor… Telefonunu eline alıp onunla meşgul oluyor, günlerini, gecelerini böyle geçirebiliyor. Ne oluyor o zaman, hayatında bir şeyi kullanmayı kendisi için doyum haline dönüştürmüş olan insan kendisini de çok kolay kullandırtıyor. Çözüm diye aranan şeyler problemi büyütüyor. Acaba diyorum kutsal kitapların kıyamet filan dediği bu mu?

‘Çekirdek ailenin doğuşu’

Önceleri nasıldı ki?

Aslında 1950’lere kadar dünyanın sürekli geliştiğini görebilirsin. Bundan 200 yıl öncesinin aile sisteminde kadınla erkek akşamları görüşüyordu, kadınlar kendi aralarında, erkekler kendi aralarında bir dünyaları var. 1700’lü, 1800’lü yıllara gittiğin zaman idealize bir

aşk var. Verem oluyor aşkından. Ama doğru düzgün bir cinsellik, yakınlık, aşk ilişkisi yok. Çocukları yaşlı kadınlar büyütüyor, kadınlar çalışıyor. 1800’lü ve 1900’lü yıllardan itibaren çekirdek aile oluşuyor; çocuklara ailenin, annenin bakması norm oluyor ve ortaya çok parlak bir kuşak çıkıyor. Daha çok keşiflerin, icatların yapıldığı, teknolojide, bilimde sıçramaların olduğu bir döneme giriyor insanlık. Fakat başka yan tesirler çıkıyor. Bu sisteme geçildiğinde babalar kızlara, analar oğullara bir düşkünlük gösteriyor. Histeri dediğimiz bir hastalık kategorisi çıkı- yor ortaya. Daha önceki çağlarda öyle değil. Çekirdek ailenin oluşması kendi içinde bir sürü problemi getiriyor. Milliyetçilik çıkıyor. Çünkü çocuk sahibi olmanın dayandırıldığı şey topluma iyi yetişmiş, başarılı vatandaş katmak oluyor. Bu sefer yetiştirilen insanlar, Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’nda ölmek durumunda kalıyor.

Sonra?

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kadın-erkek ilişkisinin, ailenin yeniden idealize edildiği ve daha yaşanılabilir bir dünyaya çocuk yetiştirmek anlayı- şında bir dönem var. 1950’lerin başıyla 60’ların ortalarına kadar doğanlar o altın çağdan nasibini almış bir kuşak. Kadının kadın gibi olması, erkeğin erkek gibi olması veya önce çocukları düşünüp sonra büyüklerin düşünülmesi, çocukların güvenli ve iyi olduklarından emin olmadan büyüklerin kendine zaman ayırmaması gibi daha fazla sevgi içeren bir dönem bu. Ama bu dönemde sanki insanlar okula giderlerse ve eğitilirlerse zaten mutlu olurlar gibi bir anlayış başlıyor. Modernist bir damar. Çocuğa verilmesi gereken duygusal katkı yerini yavaş yavaş “İyi eğitim

görsün” anlayışına bırakıyor. Bu da bir takıntı haline geliyor. Bence önemli bir şey atlanıyor: Özel hayat bir içsel deneyim alanıdır. Özel hayat bilgiyle yaşanamaz, duygularla yaşanır.

Peki kendi duygusunu tanıyamayanlar nasıl yaşar özel hayatı?

Birbirlerini anlamayan, karşı tarafa kendini anlatamayan, kendini anlamadığı için anlatamayan insanların oluşturduğu sisteme dönüşüyor. Bireyselleşmiş toplumlarda beklentiler karşılanmayınca, aile dışı ilişkilere kayıyor insanlar. Bir insanın kalıcı bir sevgi ilişkisi götürebilmesi ve o ilişkide cinselliğin azalmadan sürdürülebilmesi için insanların minimum problemli hale gelmesi lazım.

‘Kadının aşık olabileceği gibi bir adam’

Aşk da tükeniyor diyorsunuz ya, biraz açar mısınız!

Eskiden bir erkek çocuk yetiştirilirken bir kadının âşık olabileceği bir insan olarak büyümeye çalışırdı. Onunla ilgili sorumluluk alabilmek, o sorumluluğun gereğini yerine getirebilmek gerekiyorsa onu korumak için ölümü göze almak gibi özellikleri olsun istenirdi.

Şövalye ruhu gibi mi?

Aynen. Bu ruh normal bir aile içinde büyüyen bir erkek çocuğun ruhuna işlenirdi. Yalan söylemeyen, dürüst, çalışkan, disiplinli, gereğini yapabilen, güvenli, korkuları tarafından yönetilmeyen falan filan. Bu profil kadınların âşık olacağı profildir. Kadın beraber olduğu adamda o profili ne kadar buluyorsa, o kadar cinsel hayatı

olur.

Peki buldum sanıp bulamazsa ne olur?

Bir süre sonra ilgisi kalmaz, ayrı odalarda yaşamaya başlarlar, cinsel hayatları biter. Kadın aşkla bağlanacağı adamı ister. Saçını iyi tarayan, bilmem ne marka giyip kendini görünür kılmaya çalışan birisi değildir âşık olunacak adam. Erkeğin bu ideali bırakıp iyi pazarlamacı, hiçbir şeyden eksik kalmamaya çalışan bol oyuncaklı bir şeye dönmüş olması en çok kadına kaybettirir. Kadının aşkla bağlanacağı insan kalmayınca çoluk çocuğa yönelir. İşte bu yüzden kadınlar erkeklerden daha çok antidepresan kullanıyor.

‘Sevemeyenlerin canı sıkılır’

İlişkilerdeki aşk eksikliği çocuklara nasıl yansıyor?

Anne-babaların birbirlerine olan yatırımı azalınca, çocukları bir tutunma nesnesine çevirirler. “Aşkım aşkım” diye çocuğu kendilerine bağlamaya çalışırlar ya da anne-baba arasındaki duygusal alışveriş eksikliği dünyayı o kadar sıkıcı bir hale getirir ki, çocuk oturur, bütün gün çizgi film seyreder. Ondan sonra bir ilişki kuramayacak, yürütemeyecek, ilişki ihtiyacını minimumda hissedecek ama ağır bir şekilde can sıkıntısından şikâyetçi, o can sıkıntısını gidermek için de abuk sabuk yollar bulmaya, uyuşturucuya kadar kaymaya eğilimli insanlar yetişir. Uyuşturucunun altındaki en önemli sebep can sıkıntısıdır. Can sıkıntısının sebebi de sevemiyor olmaktır. Sevebileceksin ki çocuk sevmeyi öğrensin.page15image23576576

‘Anneler çocuklarına nasıl bakmalı’

‘Küresel Sistemde İnsan Kalmak’ adlı kitabınızda sıklıklapage15image23582192

“Çocuğa ilk 3 sene annesi baksın” diyorsunuz…

Annelik tıpkı sevişme gibidir, akılla yapılmaz. İnsanın içinden gelmeli. İnsanlar eğer bir şeyi düzeltmek istiyorlarsa en önemli mesele kendi çocuklarına bakmaya çalışacaklar. Çok iyi altından kalkacaklar mı? Hayır ama çaba sarf edecekler ve bu desteklenecek. Annelerin çocuklarına kendilerinin bakmaları, toplum tarafından desteklenmeli. İsveç’te, Norveç’te olduğu gibi. O toplumlar annelerin maaşını ödüyor çünkü biliyorlar ki problemli bir çocuğun topluma maliyeti çok daha yüksek olacak.

Ya babalar?

Kocalarının desteği eksik. Kocalar eğer iyi bir annelik almadılarsa uzun süreli, kalıcı ilişkilerde eşlerini anne yerine koyma eğilimi gösterirler. Bu da cinsel hayatı bitiren sebeplerdendir. Cinsel disfonksiyonlara neden olur. Böyle bir durumda baba çocuktan uzak durur, çocuğa öfkesi olur. Ya da anneden uzak durur, iş icat eder. Bir ilişkiyi özel yapan şey insanların o derin katta uyanmasıdır. Bu da içindeki bebeksi tarafın uyanmasıdır; uyanmıyorsa ilişki mantıklı bir ilişki olur ama aşk ilişkisi olmaz. İnsan dünyasının bütün zenginliği devre dışı kalmış olur. Ondan sonra da “Canım sıkılıyor”, sıkılır tabii…

‘Bir fotoğrafın peşinde’

Kitapta insanların hayatın değil, fotoğrafın peşinde olduğunu ifade ediyorsunuz. Bu ne demek?

İnsanlara bak, herkesin fotoğ- rafı olmalı, beğeni almak peşindeler. Fotoğraf dediğin şey iki boyutlu, derinliği olmayan bir şey. İnsan bunun peşinde niye koşar ki? Duygu dünyanı çöpe atman gerekiyor fotoğraf olmak için. Eskiden ayıplanan şeylere herkes hayran hayran bakıyor artık. Bu ne demek; sistem hasta demek.

Neden oluyor bütün bunlar?

Sistemi dejenere edecek çok sebep var. Ancak ciddi bir dikkat, bilgelik ve ahlak sahibi insanlar tarafından yönetilen toplumlar bu tuzaklara düşmez. Şirketler tarafından yönetilince böyle oluyor. Bütün hikâye o. Niye bunlar oldu, çünkü dünyayı şirketler idarepage17image23576784

etmeye başladı.

Şirketler de insanı değil, parayı önemser…

Şimdi insanlığın o şirketlerden kurtulması gerekiyor. Yetkiyi, iktidarı, onların gücünü ellerinden alması gerekiyor. Batı sistemi mesela şunun farkında: Eğer basın özgür olmazsa iktidarlar dejenere olur. Kontrol mekanizması olmayan sistemler çöker. Hem şirketlerin, hem vatandaşların, hem yöneticilerin hem de tüm dünyanın başına bela olur.

Bu makale Otizm Network International Bülteni’nde Our Voice , Cilt 1, Sayı 3, 1993’te yayınlanmıştır. 1993 yılında Toronto’da Otizm Uluslararası Konferansında otizm aktivisti Jim Sinclair’in ebeveynlere yönelik sunumunun bir özeti ve otimztv tarafından çevrilmiştir.

“Ebeveynler genellikle çocuklarının otizmli olduğunu öğren- diklerinde bunun başlarına gelen en travmatik şey olduğunu söylerler. Otizmli olmayan insanlar, otizmi büyük bir trajedi olarak görür ve özellikle ebeveynler çocuğun ve kendi yaşam- larının, hayat döngüsünün tüm aşamalarında sürekli hayal kı- rıklığı ve acı görürler.

Ancak bu keder, çocuğun kendi otizminden kaynaklanmaz. Ebeveynlerin ümit ettiği ve beklediği normal çocuğun kaybı- nın kederidir. Ebeveynlerin belirli bir yaştaki çocuklardan bek- lentileri ile kendi çocuklarının gerçek gelişmeleri arasındaki tutarsızlıklar, otizmli bir kişiyle yaşamanın pratik karmaşıklı- ğından daha fazla strese ve acıya neden olur.

Ebeveynler, çocuklarıyla ilgili beklentilerine ve çocuğuyla ‘’sağlıklı-normal’’ bir ilişkinin gerçekleşmeyeceği gerçeğine uyum sağladıklarında bir miktar keder doğaldır. Ama normal bir çocuk beklentisinin getirdiği hayaller ve keder ile ebeveyn algılarımızın ayrılması gerekiyor: Fırsat verilirse otizmli çocuk ile bakıcıları ve yetişkinlerle -kimin desteğe ihtiyacı varsa çok anlamlı ilişkiler oluşturabilir.


Otizm bir eksiklik değildir Çocuğun otizmine bir acı kaynağı olarak odaklanmaya devam etmek; hem ebeveynlere hem de çocuğa zarar verir ve aralarında kabul gören ve otantik bir iliş- kinin gelişmesini engeller. Kendi iyiliği ve çocuklarının iyiliği için, ebeveynleri otizmin ne anlama geldiğine ilişkin algılarında köklü değişiklikler yapmaya çağırıyorum.

Sizleri otizmimizi anlamaya ve kederinize bakmaya davet edi- yorum:
Otizm bir muhtaçlık değildir. Otizm, bir kişinin sahip olduğu bir şey değildir veya bir kişi- nin kendi içine hapsolmuş olduğu bir “kabuk hali” değildir. Otizmin arkasında saklanmış normal bir çocuk yoktur. Otizm, olmanın bir yoludur. Her deneyimi, her hissi, algıyı, düşünceyi, duyguyu ve karşılaşmayı, varlığın her yönünü renklendirir. Otizmi kişiden ayırmak mümkün değildir, eğer bu mümkün olsaydı, bırakmış, terketmiş olacağın kişi seninle başladığın aynı kişi olmazdı. Bu önemlidir, bu yüzden düşünmek için bir dakikanızı ayırın: Otizm bir varlık biçimidir.

Otizmi kişiden, kişiyi otizmden ayırmak mümkün değildir.
Bu nedenle, ebeveynler şunları söylediğinde, “ Keşke çocuğumda otizm olmasaydı,” gerçekten dedikleri şey: ‘”keşke otizmli çocuğum olmasaydı ve onun yerine farklı (otizmli ol- mayan) bir çocuğum olsaydı.”

Burayı tekrar okuyun lütfen. Varoluşunuzun yasını tutarken hissettiğiniz şey budur. Bir tedavi için dua ederken duyduğu- muz şey budur. Bu bizim bildiğimiz şey, bize umutlarınızı ve hayallerimizi anlattığınızda: en büyük arzunuzun, bir gün ol- maktan vazgeçeceğimiz ve sevebileceğiniz yabancıların yüzü- müzün arkasına taşınacak olmasıdır.

Otizmli çocuğunuzla ilişki kurmaya çalışıyorsunuz ve çocuk buna ne bir tepki ne de cevap veriyor. O seni görmüyor; Ona ulaşamazsın; bunu es geçemezsin, Başa çıkılması en zor şey bu değil mi? Tek şey, ama doğru değil.

Tekrar düşünün: Kendi normal çocuk anlayışınızı, ebeveyn- lik hakkındaki kendi duygularınızı, kendi deneyimlerinizi ve ilişkiler hakkındaki sezgilerinizi düşünün. Çocuğa ebeveynlik yapmaya, ilişki kurmaya çalışıyorsunuz. Ve çocuk, o sistemin bir parçası olarak tanıyabileceğiniz diğer insanlarla veya ço- cuklarla kurduğunuz gibi hiçbir şekilde size yanıt vermiyor.

O çocukla ilişkide aciz olduğu (nuz) anlamına hiç gelmez. Bu, yalnızca çocuğun paylaşmadığı bir sistem, bir işaret ve anlam anlayışı olduğunu varsayıyor demektir. Sanki dilinizi anlama- yan biriyle yakın bir sohbet etmeye çalışıyorsunuz gibi. Elbet- te, kişi neden bahsettiğinizi anlamaz, beklediğiniz şekilde ya- nıt vermez ve tüm etkileşimi kafa karıştırıcı ve nahoş olabilir. Anadili sizinkiyle aynı olmayan biriyle iletişim kurmak için daha fazla çalışma gerekir. Otizm, dil ve kültürden daha de- rine iner; otizmli insanlar herhangi bir toplumda “yabancılar” gibidir.

Toplumda paylaşılan anlamlar hakkındaki varsayımlarınızdan vazgeçmek zorunda kalacaksın. Daha önce düşündüğünüzden daha temel seviyelere çıkmayı, anlattıklarınızın, gösterdik- lerinizin anlaşıldığından emin olmak için kontrol etmeyi öğ- renmeniz gerekecektir. Kendi tanıdık bölgenizde olmanın, so- rumlu olduğunuzu bilmenin kesinliğinden vazgeçmek zorunda kalacaksınız. Çocuğunuzun size dilini biraz öğretmesi için izin verin, sizi dünyasına çekmesine küçük bir yol göstersin.

Ve, eğer başarılı olursanız, sonuç normal bir ebeveyn-çocuk ilişkisi olmayacak. Otizmli çocuğunuz konuşmayı öğrenebilir, okulda düzenli derslere katılabilir, koleje gidebilir, araba kulla- nabilir, bağımsız olarak yaşayabilir, bir kariyere sahip olabilir – ancak diğer çocukların kendi ebeveynleri ile ilgili olduğunu gördüğünüzde bu çocuklar belki de sizinle ilgili olmayabilir. Ya da otizmli çocuğunuz asla konuşamaz, bağımsız bir özel eğitim sınıfından korunaklı bir faaliyet programına ya da bir okul-ev programına dahil olabilir, yaşam boyu tam zamanlı bakım ve denetime ihtiyaç duyabilir – ancak bu tamamen sizin erişiminizin ötesinde değildir.

İlişkilerimiz farklı. Beklentilerinizin normal olduğunu söyle- diği şeyleri zorlayın; hayal kırıklığı, kızgınlık, hatta öfke ve nefreti içinizde bulacaksınız. Önyargılar olmadan ve yeni şey- ler öğrenmeye açıklıkla saygılı bir şekilde yaklaştığınızda asla hayal edemeyeceğiniz bir dünya bulacaksınız.

Evet, kendi çocuğunuzla ilişki kurmak; otistik olmayan bir ki- şiyle ilişki kurmaktan daha fazla iş gerekir. Ama yapabilirsiniz !!! Otizmli insanlar çok daha sınırlı bir ilişkilen(dir)me yaşa- yacaksınız ve kendi kapasitelerine göre davranacaksınız ama yapılabilir.

Tüm hayatımızı biz bunu yaparak geçiriyoruz. Sizinle ko- nuşmayı öğrenen her birimiz, her biriniz toplumunuzda işlev görmeyi başarabildik, her birimiz sizinle bağlantı kurmayı ve sizinle bağlantı kurmayı başarabiliriz, yabancı topraklarda faa- liyet gösteriyoruz, yabancı varlıklar ile temas kuruyoruz. Tüm hayatımızı bunu yaparak harcıyoruz. Ve sonra bize sizler ilişki kuramayacağımızı söylüyorsunuz.

Otizm ölüm değildir. Otizm, çoğu ailenin beklediği ya da bir çocuğu olacaklarını duydukları zaman gelmesini bekledikleri şey değil. Bekledikleri şey, onlar gibi olacak, dünyasını payla- şacak ve yabancılarla temasta bulunacak, sorumluluğunu ala- cak, kendi işinin peşinde, eğitim gerektirmeden onlarla ilişki kuracak bir çocuk. Çocuğunun otizm dışında bir sakatlığı olsa bile, ebeveynler kendileri için normal görünen terimlerle o ço- cukla ilişki kurmayı bekler; ve çoğu durumda, çeşitli sakatlık- ların sınırlandırılmasına izin verilmesine rağmen, ebeveynlerin dört gözle beklediği bir bağın oluşturulması mümkündür. Fakat çocuk otistik olduğunda tüm bunlar olmaz. Yas tutan anne-babaların çoğu, beklenen normal bir çocukla beklenen ilişkinin gerçekleşmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu keder çok gerçektir ve insanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için bunun anlaşılması gerekir ama bunun otizm ile ilgisi yok.

Asıl konu, sizin için son derece önemli olan bir şey beklediği- niz ve büyük bir neşe ve heyecanla dört gözle beklediğiniz ve belki de bir süre için gerçekten bulunduğunu düşündüğünüz – ve sonra, belki de kademeli olarak, belki de aniden , dört gözle beklediğiniz şeyin olmadığının fark etmekle başlıyor

.page2image65817232

Olmayacak. Diğer normal çocuklarınız ne olursa olsun, bu kez beklediğiniz ve planladığınız, hayal ettiğiniz çocuğun gelme- diği gerçeğini hiçbir şey değiştirmeyecek.


Bu, ebeveynlerin çocuk doğduğunda kısa süre travma yaşama- ları ile, sadece bebeklik döneminde ölmeleri için tuhaf düşün- celere girmeyle aynı şeydir. Bu otizmle ilgili değil, parçalan- mış beklentilerle ilgili. Bu konuları ele almak için en iyi yerin otizme adanmış örgütler değil, ebeveyn kaygı danışmanlığı ve destek grupları olduğunu düşünüyorum. Bu ortamlarda ebe- veynler kayıplarıyla yüzleşmeyi öğrenirler – bunu unutmamak için değil, kederin yaşamlarının her uyanışında yüzlerine çarp- madığı geçmişteki gibi olmasına izin vererek öğrenirler. Onlar çocuklarının olduğunu kabul edebilir olmayı öğrenene dek, geri gelmeyecek bir şeyin kederini anlayacaklardır. En önem- lisi, hayatta kalan çocukları için kaybedilen çocuğa duydukları üzüntüyü gidermemeyi öğrenirler. Hayatta kalan çocuklardan biri, yas tutulan çocuğun öldüğü zaman geldiğinde bu kritik öneme sahiptir.

Siz çocuğunuzu otizme kaybetmediniz. Evet, bir çocuğu kay- bettiniz, çünkü beklediğiniz çocuk asla ortaya çıkmadı. Bu va- rolan otistik çocuğun suçu değil ve bizim sorumluluğumuzda olmamalı. Bizi görebilen ve kendimize değer verebilecek ai- lelere ihtiyacımız var ve bunu hak ediyoruz, vizyonumuz asla yaşamamış çocukların hayaletleri tarafından gizlenen ailelere değil. Yapmanız gerekiyorsa, kendi hayalleriniz için üzülün. Ama bizim için yas tutmayın. Hayattayız. Biz gerçeğiz.

Ve biz burada seni bekliyoruz. Otizmle ilgili olması gerekti- ğini düşündüğüm şey budur: yas tutmamak ve ne olduğunu araştırmak. Sana ihtiyacımız var. Yardımınıza ve anlayışınıza ihtiyacımız var. Dünyanız bize çok açık değil ve güçlü deste- ğiniz olmadan başaramayız. Evet, otizmle gelen bir trajedi var:

ne olduğumuzdan değil, başımıza gelenlerden dolayı. Bir şey hakkında üzülmek istiyorsan, bu konuda üzül. Buna üzülmek- ten daha iyisi olsa da, kızmaya başla – ve sonra bir şeyler yap. Buradaki trajedi, burada olduğumuz değil, dünyanızın bizim için yerimiz olmaması. Aksi halde, kendi ebeveynlerimiz bizi dünyaya getirdiği için hâlâ yas tutuyorlarsa, bu nasıl olabilir? Bazen otizmli çocuğunuza bakın ve kendinize bu çocuğun kim olmadığını söyleyin. Kendiniz düşünün: “Bu beklediğim ve planladığım çocuğum değil.

Bu, hamilelik ayları boyunca ve doğum saatlerinin tümü için beklediğim çocuk değil. Bu paylaşmayı planladığım çocuk de- ğil. Tüm bu deneyimler ne için ? O çocuk hiç gelmedi. Bu o çocuk değil. “ Öyleyse git yapman gerekeni yap , otizmli ço- cuktan uzaklaş – gitmeyi öğrenmeye başla.

Gitmesine izin vermeye başladıktan sonra geri dönün ve tek- rar ‘’otistik’’ çocuğunuza bakın ve kendinize şunu söyleyin: “Bu beklediğim ve planladığım çocuğum değil. Bu çocuğun kim olduğunu ya da ne olacağını bilmiyorum ama yabancı bir dünyada mahsur kalmış, kendi türünün ebeveynleri olmadan bakacak bir çocuk olduğunu biliyorum. Ve bu yabancı çocuk hayatımın içine düştüğü için, istersem o iş ben üstlenebilirim. “ Bu beklenti sizi heyecanlandırıyorsa, gelip bize, güç ve karar- lılıkla, umutla ve neşeyle katılın. Bir ömür boyu sürecek serü- ven önünüzde.”

Jim Sinclair
Sinclair J. (1993) Don’t mourn for us. Our Voice, the newslet- ter of Autism
Network International, 1(3). Online at www.jimsinclair.org/ dontmourn.htm
Çeviren : Özgür ATLAS OtizmTV Editör

page3image65896656

Kaynak : https://www.oced.org.tr/nisan-mayis-haziran-2020-e-dergi/

Eksik Olan (53): Eksik parçamız, Agah Aydın ile söyleşi

https://soundcloud.com/medyascopetv/eksik-olan-53-eksik-parcamiz-agah-aydin-ile-soylesi

Popüler (16): Agâh Aydın ile “Neler oluyor bize?”

https://soundcloud.com/medyascopetv/populer-16-agah-aydin-ile-neler-oluyor-bize

Eksik Olan (63): Agah Aydın ve İlker Küçükparlak ile yeni insan ve zihinsel devinim

https://soundcloud.com/medyascopetv/eksik-olan-63-agah-aydin-ve-ilker-kucukparlak-ile-yeni-insan-ve-zihinsel-devinim

Agah Aydın ile söyleşi: ” Özel yaşamına giremez, intihar haberlerini öyküleştiremezsiniz. ”

https://soundcloud.com/medyascopetv/agah-aydin-ile-soylesi-ozel-yasamina-giremez-intihar-haberlerini-oykulestiremezsiniz

PSİKOROOM / AGAH AYDIN

Time dergisinin 2010 yılında yayımladığı en etkili 100 isim listesinde “Kahramanlar” kısmında yer alan Temple Grandin, 1947 doğumlu hayvanbilimi uzmanıdır. En etkili 100 isim arasında kahraman olarak yer almasına ve yedi dalda Emmy ödülü kazanmış hayatını anlatan bir film olmasına sebep olan durum ise Grandin’in Amerikan hayvancılığında çığır açan buluşlara sahip bir otistik olması.

1947 yılında doğan Amerikalı hayvanbilimci ve aktivist Grandin’e otizm tanısı iki yaşında iken beyin hasarı olarak konuldu. Dört yaşına kadar konuşamayan Grandin, sese fazlasıyla duyarlıydı. Gürültülü ortamlar onu sinir krizine sokup çığlık atmasına sebep oluyordu. Otizmin tanımının yeni yeni yapıldığı yıllarda doğan Grandin için bütün doktorlar bakımevine yatırılması gerektiğini söylüyordu. Doktorların bütün önerilerine karşın, Harvard Üniversitesi mezunu ve uçaklardaki oto pilot sisteminin mucitlerinden John Coleman Purves’in kızı olan annesi, bu öneriye karşı çıktı. Kızını; kendi çabası, konuşma terapistleri ve bakıcılar yardımıyla eğitti. Temple Grandin bu sayede konuşmayı öğrenip liseye kadar normal bir okula gidebildi. Lisede, okulda yaşadığı sorunlar ve bir öğrenci ile olan tartışmasından dolayı okuldan atılarak davranış bozuklukları olan öğrencilerin gittiği okula gitmek durumunda kaldı. Burada hayatını etkileyen en önemli kişilerden biri olan ve Grandin’in bilime olan ilgisini fark eden fen bilgisi öğretmeni ile tanıştı. NASA’da da çalışmış olan fen bilgisi öğretmeni William Carlock, Grandin’in bilime olan ilgisini ve diğer çocuklardan farklı düşündüğünü fark edip onu bilime yönlendiren isim oldu. Carlock, Grandin’e lise hayatından sonra da destek verdi ve bilim yolunda ilerlemesini teşvik etmeyi sürdürdü.

Liseden sonra lisans eğitimini psikolojide tamamlayan Grandin, daha sonra yüksek lisans ve doktora derecelerini hayvanbilimi üzerine tamamladı. Amerika’nın en büyük kurumsal buğday çiftliğine sahip bir ailede doğan Grandin, bu çiftlik hayatından dolayı sürekli hayvanlarla iç içeydi. Teyzesinin çiftliğinde geçirdiği bir yaz tatilinde, hayvanlarla (özellikle ineklerle) farklı bir etkileşim kurduğunu fark etti. Hayvanların davranışlarından, çıkardıkları seslerden duygu durumlarını anlayabiliyordu. Hayvanlarla kurduğu bu etkileşim ve aldığı eğitimler ile Amerikan hayvancılık sisteminde çığır açan buluşlar yaptı.

Temple Grandin yazdığı kitapların yanı sıra, dünyanın çeşitli yerlerinde katıldığı konferanslar ve eğitimlerle insanlara otizm hakkında bilgi vermektedir.

Otizm nedir?
Spektrum bozukluğunun beş türünden biri olan otizm, sosyal etkileşime ve iletişime zarar veren nöro-gelişimsel bir bozukluktur. Bu bozukluğa neyin sebep olduğu tam bilinmemekle birlikte, genetik, çevresel faktörler ve immünolojik etkilerin otizme yol açtığına dair çalışmalar vardır. Irk, etnik grup, sosyal statü, ailenin yaşam biçimi ayrımı olmaksızın toplumun tümüne yayılan bir bozukluktur. Sosyal ilişki kuramama, duyguları ifade edememe, göz kontağı kuramama, tekrarlayıcı motor hareketler, sınırlı ve yoğun ilgi alanı ve duyusal hassasiyet otizmin belirtilerindendir.

Geçmiş dönemlerde yapılan çalışmalar, otizm tanısı konulmuş bireylerin %75’inin yetişkinlikte bir bakımevinde yaşadığını veya hayatını tek başına idare ettiremediğini göstermektedir.(1) Otizmin günümüzde en yaygın rastlanan nörolojik bozukluk olması nedeniyle geliştirilen güncel tedavi ve eğitim yöntemleri ile otistik bireylerin toplum içerisinde daha rahat yaşayabilmeleri sağlanmaktadır.

Otizmle ilgili bazı temel istatistikler şöyledir:

  • Otizm spektrum bozukluğu tanılı bireylerin önemli bir bölümünde (yaklaşık %35), beyindeki anormal elektrik hareketlerine bağlı olarak; nöbet, istemsiz hareketler, bilinç yitimi vb. nörolojik sorunlar da görülebilir.
  • Önceki yıllarda otizm spektrum bozukluğunun görülme oranının 500’de bir olduğu kabul edilirken, son verilere göre, otizm spektrum bozukluğunun yaklaşık her 68 çocuktan birini etkilediği düşünülmektedir. Ayrıca, erkeklerdeki yaygınlığı kızlardan 4.3 kat fazladır.
  • Sanıldığının aksine, otizm spektrum bozukluğu tanılı bireylerin çoğunda, farklı düzeylerde zekâ geriliği görülür. Ayrıca, zekâ testlerinde, belli alanlar, diğer alanlara kıyasla çok daha geri çıkabilir.
  • Otizm spektrum bozukluğu tanılı bireylerin pek azında (yaklaşık %10), çok güçlü bellek, müzik yeteneği vb. üstün özelliklere rastlanır.

Temple Grandin ile otizmi, yaşadığı sıkıntıları, gençlere tavsiyelerini ve gelecek hakkındaki düşüncelerini Bilim ve Ütopya okuyucuları için konuştuk.

Söyleşinin tamamı Bilim ve Ütopya’nın nisan 2018 sayısında!

Dr. Temple GRANDIN
Zoolog
Söyleşi: Sinem SERAP

Kaynak : https://bilimveutopya.com.tr/otizmin-engelleyemedigi-kadin

Ağırlıklı olarak otizm, dil ve konuşma bozuklukları ve öğrenme bozuklukları üstüne çalışmalar yapan Prof. Dr. Barış Korkmaz ile Otizm, Beyin gelişimi ile Dil Gelişiminin etkileşimi ve Hiperaktivite, Dikkat Bozukluğu üzerine bir sohbet Gerçekleştirdik. Sayın Korkmaz’a Magg4’e zaman ayırdığı için teşekkür ederiz. 

Okularımız için kendinizden bahsedebilir  misiniz? 

Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Meslek yaşantımın önemli bir kısmını otizme ve gelişimsel dil sorunlarına adamış biriyim. Bu dünyada az rastlanan bir ayrıcalık bir çocuk nöroloğu açısından. Çekirdek ailemde ve yakınlarımda Otizimli biri yok. Merakımın nedeni insanı anlamakla başladı. Mesleğime uygun olarak da otizm o açıdan çok elverişli bir model teşkil etti. Eğer övünerek söyleyeceğim bir şey varsa orta öğretimimi yedi yıl boyunca Bornova Lisesi’nde yaptım. Çünkü ben orada şekillendim. Sonra herkesin öngördüğü şekilde mesleki eğitim ve mesleki basamakları tırmanarak Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde asistanlıkla başlayıp şimdi öğretim üyesi olarak görev yapmaktayım. Birçok uzmanın yaptığı gibi ya da yapması gerektiği gibi yurtdışında stajlar yaptım. Kongrelere katıldım. Yerli yabancı yayınlar yaptım. En önemsediğim şey klinikte aile ve çocuklarla empati kurmak. Onlara uygun bir dili bulmak. Anlaşılır olmak. Umutlarını gerçekçi olarak desteklemek oldu. Yine de her aileye iyi geldiğimi söylemeyeceğim. Benim de mutlaka hatalarım ve yanlışlarım vardır. Her insan hata yapabilir. Önemli olan bunu kabul etmesi ve görmesi. Önemli olan seyirci ortamı, iyi bir iletişim ortamı. Aile, çocuk, hekim ve diğer uzmanlar arasında.

Uzun süredir bahsettiğiniz gibi hem uzman olarak hem de bilim insanı olarak çalışmalarınızı sürdürüyorsunuz. İlgi alanınız olan hastalığın nasıl tanısını konulduğunu ve o süreci bize anlatabilir misiniz? 

Gözüne dayanarak konuluyor. Kesin bir görece tanı kriteri yok. Kan tahlili yok veya bir laboratuvar tahlili yok. Bu karışıklıklara yol açıyor. Onun için yapılandırılmış bazı ölçekler ve testler kullanılıyor ama tam olarak değil. Deneğime ve bilgi birikimine bağlı klinik gözlem en güvenilir olanlardan bir tanesi. Soru çizelgede ölçüm yapılan gözlemler, tarama testleri, araştırma yapılacağı zaman ve ya kuşkuda kalındığı zaman destek olunacak materyaller. Bazen tanıyı 8 aylıkken şüphelenmek mümkün. İkinci aşama 18 ay. Üçüncü aşama 3 yaş. Kesin tanıyı üç yaşından sonra gözlemlere dayanarak konuşuyoruz.

Eğer çocuk konuşmaya zamanında başlamışsa tanı konması iyice gecikebilir hatta konamayabiliyor. Okulda dikkat eksikliği, hiperaktivite bozukluğu olan çocukların belirli bir bölümünün altında aslında otizmin yüksek formları yatıyor olabilir. Fakat tanı için az bir kısmı genetik temeli bulunmuş bir otizm türüdür. Onlarda da inceleme başladı. Henüz daha piyasada yaygınlaşmadı. Yani bazı genler aranarak da otizmle bağlantısı kurulabiliyor.

En son okuduğum bir yöntem ise klinik gözlem tanısını en güçlü destekleyecek yeni bir laboratuvar tanısı bulunduğu -bu yeni bir bilgi- tükürük testiyle. Türkiye’de henüz uygulaması söz konusu değil. Avrupa’da da Amerika’da da henüz deneme aşamasında. Fakat yüzde seksen doksan güvenilir olduğu tek başına tanı koydurmuyor ama kullandığınızda eğer tükrük testinde de pozitif sonuç elde edilirse çok iyi sıkı bir Genetik analiz gerektiriyor.

Belki bu tükürük testinin Türkiye’deki önderlerinden biri siz olacaksınız.

Gerçekten olmak isterim. Çünkü pek çok aile kuşkuda kalıyor. Değişik uzmanları dolaşıyorlar. Bu kesin tanıyı yine sağlamıyor. Ama kesin tanıya büyük destek sağlıyor.

Şimdi bahsettik biraz ama tam tanısını koymak için otizm nedir? Otizm çok karıştırılıyor ve diğer konularla da aslında birleştiriliyor. Bunun sınırlarını çekebilmemiz mümkün mü?

Şimdi bu konuda söyleyeceğim şeyler çok çeşitli. Sorularınızın tamamını karşıladığı gibi belki yeni sorular sorulmamış soruların cevabını da içeriyor olacaktır. Otizm otizm yapan temel çekirdeğidir. Zihinsel süreçlerde ve davranışlarda bir çeşit çelişkidir. Bu biraz insana karmaşık geliyor ama bir çocuk mesela matematikte başarılı ama kimyada başarısızsa organik kimyada iyiyse anorganik kimyada iyi değilse bütün bu uygunsuz zihinsel işlev durumları duygularıyla düşünceleri arasındaki paradoksal durumlar, yani gülünecek yerde etkili olmaması ama kendisinin tamamen farklı bir gülme anlayışının, espiri anlayışının olması gibi bunların hepsi otizmle dipten dibe bağlantılı durumlar.

Esas sorun kontak sorunu. İki insan bir araya gelince aralarında duygusal bir etkileşim başlar. Duygusal etkileşim sırasında birbirlerini anlamaya doğru giden sıcak bir iletişim olur. Bir türlü o arayüz, kontak gelişmez. Onun içinde insan ilişkilerinde zevk alamazlar. İnsan ilişkileri onlara korkutucu, kompleks, aldatıcı, tehditkar gelir ve bir çeşit içe dönüş savunuştur. Otizm kelimesinin anlamı otodan gelir zaten kendine dönüşten kaynaklı. Bir çeşit savunmadır bir anlamda. Bir yandan bir kısmı bu korkunun karşısında tamamen kabullenip yalnızlığını arar, bir kısmı ise korkar ama bir yandan da yalnızlıktan sıkılır, çaba gösterir, çaba gösterirken saldırgan olabilir, tavize uğrayabilir, üzgün olabilir. Otizmin aslında yelpazesi çok geniş. Hafiften ağıra doğru gidiyor. Önemli olan otizmden çok asosyal problemleri yani öğrenme bozuklukları, dikkat bozuklukları, davranış bozuklukları, iletişim bozuklukları mesleki okul yaşamını sürdürememesi gibi bunlar otizmin ana sorunlarından kaynaklanan ikinci sorunlar ve bunlarla uğraşmak gerekiyor. Şiddeti değişken seyri belirten etkenler zeka düzeyinin iyi olması ve anlaşılabilir kullanılabilir bir dil gelişiminin olması ve erken eğitimini alması son derece büyük önem taşıyor.

Beynin tüm bağlantılarında sorun var fakat bu her çocukta bu bağlantılardaki sorunun düzeyi ve yaygınlığı farklı. Onun için hiçbir otizmli çocuk diğer bir otizmli çocuğa benzemiyor. Fakat otizm kelimesi her zaman kötü anlaşılmamalı. Dediğim gibi çok pozitif yanları da var.

Zihinsel yetersizliği olan çocukların doğada var olmaları zor. Otizm daha ağırlıklı insana özgü bir hastalık gibi bir insanın benlik oluşumuna ait bir hastalık gibi fakat bir yandan da insanlığın dar boğazlarından çıkması her şeyi çok farklı bir yapıda görme yetisine sahip otizm özelliği olan insanlar sayesinde olmuştur. Yani biz hala tekerleği bulamamış, ateşi kullanamıyor olabilirdik. Belli ki bu tip yetenekler önemlidir. Otizmin nedenleri arasında genetik bir yatkınlık var. Bunu ikizlerden biliyoruz. Son derece önemli bir konu var. Otizmli çocuk bir takım özelliklerini anne babasından ve ya yakını akrabalarından toplayarak alıyor. Bu ilişkinin kurulması hem otizmin genetik bir temeli olduğunu gösteriyor hemde ailenin çocuğu anlamasını ve kendini anlamasını kolaylaştırıyor. Dolayısıyla birbirleriyle iyi anlaşamayan bir anne ve baba otizmli br çocuktan sonra daha iyi anlaşma fırsatını bile elde edebilirler. Çünkü artık çocuktaki özellikleri kendilerinde de olduğunu ve aralarındaki geçimsizliklerini nedenin bunlar olduğunu kavrayabilirle.

Merak ettiğim bir şey oldu. İkizlerde mesela bir tanesinde varsa diğerinde de rastlanıyor mu?

Yüzde yüz değil. Ama yüzde doksana yakın bir problem var. Otizmin çekirdeği muhtemelen genetik. Asosyal problemler için otizmi aslında sorun yapan ve korkutan sorunlar için çevresel etkenleri daha fazla. Sosyokültürel seviyesi düşük, annenin anlayışsız olduğu, empatik olmadığı, ortamın kötü olduğu çocuklarda otizmin daha ağır seyrettiğini görüyorum. Dolayısıyla çevresel faktörler de var. Çevresel faktörler içerisinde giderek yaygınlığı artıyor. Giderek yaygınlığı artması bizim tanımızla daha iyi tanıyor olmamızla ilgili ama aslında endüstrileşmeyle, modern toplumla da ilgili. Modern toplumdaki insan ilişkileri daha karmaşıklaşıyor ve görevler artıyor. Otizmde belirti veriyor. Onun dışında hava kirlenmesi bence çok önemli. Pesisler kullanılıyor tarımda. Yani bir takım alternatif terapiler var biliyorsunuz diyet tedavisiydi işte bir probiyotik kullanımıydı ve bunlar tek başına otizmi çözme iddasında oldukları için gülünç bence. Fakat incelenmesi gereken bir haklı zeminleride var. Çünkü insan doğasının gidişatına aykırı doğal evrimine aykırı işler yapıyor. Bunları yaptıkça bunların bedellerini bir şekilde ödüyor. Otizmin yaygınlaşmasının temel nedenlerinden bir tanesi de bu. 

Ah  Şu Otizm adlı kitabınız oldukça ilgi gördü. Kitabınızın yayım sürecini ve geri dönüşlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz? 

Aslında Ah Şu Otizm kitabımın içeriğini Yağmur Çocuklar adıyla basılan üç kez basılan bir kitabım olmuştu. Fakat onun ben onu yayınladığım zaman neredeyse bu konuda Türkçe yayın yoktu. O  İyi bir ekip desteğiyle yenilendi güncellendi. Geri dönüşler yüzde doksan olumlu. Aslında bir çeşit baş ucu kitabı, dönüp dönüp okunulacak bir kitap. Anlaşılır sade bir dile sahip. Umut kırıcı olmayan ama bu herkesi için geçerli değil. Küçük az sayıda okuyucunun umut kırıcı olarak niteliyor. Çünkü otizmin tedavisi yok diye bir cümle kullanmışım. Bu sanki otizm için hiçbir şey yapılamaz hissini uyandırmış oluyor.

Kitap basmak Türkiye’de çileli bir iş. Maddi karşılığını almanız mümkün değil. Batıda kitap basarken bir ordu çalışır bir arda. Fakat bu konuda özellikle de Gamze Hanım destekleri büyük cesaret kaynağı olmuştur. Ona teşekkür borçluyuz.

Beyin gelişimi konusunda eğitimin konumunu ve önemini anlatabilir misiniz?

Tabi şimdi aslında beyin olmadan öğrenme ve öğretme gerçekleşmez. Ne herhangi bir şey öğrendiğimiz zaman beyinde bir değişiklik olmaktadır. Dolayısıyla iyi bir eğitimci iyi bir psiko terapist iyi bir öğretmen beyinin değiştirmektedir. Yani beynin bir çeşit cerrahıdır. Beyin cerrahıdır onlar. Sadece kullandıkları yöntem bıçak değil tekniklerdir. Beyin gelişimde dolayısıyla eğitim konusu çok önemli çünkü beynin gelişmek için eğitim ve öğretimle karşılaşmak zorunda. Ama öte yandan eğitim ve öğretimde beynin kendi özelliklerini göz önünde tutmak zorunda. Bazı çocuklar öğrenme sorunlarına, dikkat sorunlarına yatkın olabilir. Bunlara yönelik düzenleme yapılması gerekir. Öğrenme ve beynin gelişmesi arasındaki ilişkinin bilinmesi öğretme sürecinde aksayan yerlerin daha kolay düzeltilmesine yol açacaktır.

Günümüzde en çok konuşulan konulardan birisi de beyin temelli öğrenme. Bu süreç içerisinde beyin ve dil etkileşimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Batıda neredeyse yirmi otuz yıldır gündemde olan bir konu. Türkiye’ye bazı şeyler geç geliyor. Ama yinede yirmi otuz yıl sonrada gelecek olsa  da kabulümdür. Beynin bir takım çalışma prensipleri var. Bu çalışma prensiplerini anladıkça öğretme ve öğrenme tekniklerinin yöntemlerini, müfredatı düzenlemek mümkün olacaktır. Ve daha başarılı bir sonuç elde edilecektir. Yani beyin temelli öğrenme bir çeşit beynin temel çalışma prensiplerini stratejiksel olarak alan bir düzenleme formudur. Çocuklar artık bilgiyi öğrenme çağında değiller. Bilgiyi nasıl öğrenecekleri neyin önemli neyin önemsiz olduğunu öğrenecek çağdalar. Dolayısıyla öğrenmeyi öğrenmek, dikkatin geliştirilmesi, dikkatini toparlayabilmek, becerilerini geliştirmesi belleğinin kullanmayı öğrenmek planlama yapabilmek strateji yapabilmek gibi yetenekleri beynin gelişimler aşamalarına uygun olarak düzenlenmesi gerekir. Ve buradaki kilit nokta okuldaki eğitimin hayattan kopuk olmaması gerekir. Dolayısıyla bir çocuğun karahiplerin nerede olduğunu öğrenmesindense çadır kurmayı öğrenmesi çok daha mantıklı olurdu. Buna göre yoğun bir etkileşim olacaktır.

Hazır değişen ve gelişen dünyada çocuklarımızı bir noktada odaklamak çok zor oluyor aileler için. Uzmanlık şapkanızla dikkat eksikliği ve hiperaktivite sendromunu izler için değerlendirebilir misiniz?

Bir yandan sınırları belirsiz İngilizce kullanılan bir terimeki gibi çöp tenekesi gibi  pek çok şey onun içine girebiliyor. Aslında dikkat eksikliği ve hiperaktivite her türlü şeyde vardır. Hiperaktivitede çocukların bir özelliğidir ve muğlak bir konudur. Neye hiperaktivite diyeceğimiz belirsizdir. Sabırsızlık ve inatçılık yaygındır. Bunlar dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun belirtileri. Yönelgelere uymaması sık rastlanır. Burada norm kavramı önemlidir. Yani sınıftaki yirmi çocuktan on sekiz tanesi bir davranış yapıyor iki tanesi aykırı yapıyor ve buna devam ediyorsa burada sorun var demektir. Dolayısıyla aileler ve öğretmenler arasında da bazen bir anlaşmazlık söz konusu olabilir. Aile ve öğretmen daha toleranssız olabilir. Burada önemli olan düzen bozucu davranışta bulunmak. Mala ve cana zarar veren dikkat eksikliği ve hiperaktivite sendromunda en çok dikkat edilmesi gereken şeylerden biri olan konu bu. Eğer çocuk mala ve cana zarar veriyorsa düzeni bozuyorsa mutlaka müdahale edilmesi gerekir. Öğrenme bozukluğuna yol açıyor, akademik eğitimini etkiliyorsa mutlaka müdahale etmek gerekir. Bazı durumlar ilaçsız olmaz ilaca karşıtlık yanlıştır. Sadece ilaçla düzeleceğini sanmak büyük gaflettir. Çünkü dikkat eksikliği hiperaktivite sendromu aslında kişilik oluşumunun öncülerinden olabilir ve antisosyal kişilik, narsistlik kişilik gibi bir takım kişilik sorunlarına doğru evrilebilir. Ve yetişkinliklede devam eden bir sendromdur. Dikkat eksikliği hiperaktivite sendromunun temelinde de çok sıkılma yenilik arayışı vardır. Maceraperest insanların bir kısmı ve büyük kaşiflerde böyledir. İnsanlık onlara da bir şey borçludur.

Otizm gibi Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu genetik bir bozukluk olmakla birlikte insanlığa yararlı genler içermektedir.

Dolayısıyla amaç çocukları renksiz ve hareketsiz bir hale getirmek değil daha uyumlu daha verimli hale getirmek olacaktır. Zekalarının yüksekliği olumlu olur olumsuzda olur. Eğer sosyal şartlar kötüyse ve zekaları yüksekse büyük soygun planlayıcısı olabilir. Ve ya kriminal işlere karışabilir. Ama sosyo kültürel düzeyi ekonomik düzeyi iyi ise zekanın yüksekliği sorunları çözmesini kolaylaştırır. En önemlisi sevgi ortamının olması. Erken dönemde psikolojik danışmanlık bence çok büyük bir önem taşıyor. Psikoterapi veya özel eğitimlerde olması gerekiyor. Gençse ilaç kullanılması gerekiyor. En son olarak söyleyeceğim şey bu çocuklarda özgüven azlığı vardır aslında hesaplanamayan davranışlar vardır. İyi bir ekip çalışmasıyla bu çocukların çoğundaki üstün yeteneklerin açığa çıkmasın sağlanarak topluma kazandırılmaları mümkündür.

Son olarak okurlarımız için söylemek istediğiniz, bahsetmek istediğiniz şeyler var mı? Bir de sizinle iletişeme geçmek ya da size ulaşmak isteyen kişiler size nasıl ulaşabilir?

Okullar daha bireyselleştirilmiş eğitim tekniklerinin her çocuk özelinde psikolojik, nörölojik, nöropsikolojik değerlendirmelere öncelik tanımalı. Sorunu olan çocuklar için gerekli rehber öğretmenler psikolojik danışmanlar uzmanlar uzman hekimlerle diyalog içersinde olmalı. Tabi sadece okulların yapacağı bir şey değil bu. Bir devlet politikası olarak düzenlenmesi gerekiyor. Eminim yakın bir zaman içerisinde bu tip gelişmeler olacaktır. Benimle irtibat kurmak isteyenler bariskorkmaz.org web sitesinden veya Cerrahpaşa’dan ulaşabilirler.

Kitabı Hakkında Detaylı Bilgi ve Satın Almak için: https://abayayin.com/ah-su-otizm/

Kaynak : https://magg4.com/prof-dr-baris-korkmaz-ah-su-otizm/

Nörobilim Işığında Otizm: Dr. Bülent Madi İle Röportaj

Bir Uzman On Soru :

Nörolog Dr. Bülent Madi ile Koşuyolu’ndaki Altis Danışmanlık ofisinde yapılan röportajda otizm, nöroloji, aşılar, bağırsaklar, tanı, tedavi ve terapi yöntemleri, ailelere, uzmanlara ve terapistlere öneriler başlıklı on soru sorduk on cevap aldık.

Nörolojik açıdan otizm nedir, nasıl tanımlanır, neler yapılmalı, son dönemdeki beyin araştırmaları, Türkiye’deki otizmin durumu ve sivil toplum, ailelerin ve eğitimci-terapistlere yönelik öneriler başlıklı oldukça keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Kendisine bir kez daha OtizmTV olarak teşekkür ediyoruz.

‘Nörolojik Açıdan Otizme Nasıl Bakmalıyız ?” :

‘Otizm Bir Hastalık Mıdır ?” :

”Otizmde Tanılama Süreci ?” :

”Kime Başvurmalı ?” :

”Eğitim-Terapi Süreci ?” :

”Erken Tanılama ve Neden 1,5 yaşından sonra Gerileme Başlar ?”

”Tanı Koyduktan Sonra Ne Yapmalı ?” :

”Bağırsaklar İkinci Beynimiz Midir” :

”Aileler Ne Yapmalı ?” :

”Uzman ve Terapistlere Öneriler” :

”Türkiye’de Otizmin Durumu’ :

”Otizm ve Aşılar ?” :

‘Diğer Ülkelerdeki Gelişmeler ?” :

Bir Uzman On Soru : Nörolog Dr. Bülent Madi ile Koşuyolu’ndaki Altis Danışmanlık ofisinde yapılan röportaj .

Nörolojik açıdan otizm nedir, nasıl tanımlanır, neler yapılmalı, son dönemdeki beyin araştırmaları, Türkiye’deki otizmin durumu ve sivil toplum, ailelerin ve eğitimci-terapistlere yönelik öneriler başlıklı oldukça keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Kendisine bir kez daha OtizmTV olarak teşekkür ediyoruz.

Birinci Bölüm:

https://www.youtube.com/watch?v=UUEJSLW_FV8

İkinci Bölüm :

https://www.youtube.com/watch?v=n8fD28O7t3o