Sorting by

×

Psikoloji

Özgür Atlas

   Çocukların davranışlarını anlamak mı istiyorsunuz, neden böyle düşündüklerini  ya da neden  böyle davrandıklarını merak mı ediyorsunuz ? Kitaplarda onlar hakkında anlatılanlarla  gerçekte yaşananlar arasında çelişkiler olduğunu mu düşünüyorsunuz ? 

Durun bakalım. İlk önce karşımıza dağ gibi bir soru çıkıyor ;

Çocuk nedir ? Çünkü bu soruya verdiğiniz cevap çocukla olan iletişiminizi, kullandığınız yöntemleri, çocuğa davranırken yaklaşım tarzınızı belirliyor.

Çocuk için genellikle söylenenler şu şekildedir: 

 İnsanın ilk dönemi, küçüklüğü, yaramaz ve hareketli hali, canavar, bücür, minik, şirin, yavru ve en ilkel hali. Ne olursa olsun canımız, peşinde koşturduğumuz, başına bir şey gelmesin diye telaşlandığımız,  en küçük sorununda ne yapacağımızı şaşırdığımız yada tam tersi, duygularını, düşüncelerini önemsemediğimiz, en itilip kalkılanımız, bir şeyi anlamaz diye bir köşeye itilenimiz, garip ve mahsun boynu bükük durduğunda bile  şirinliğini kaybetmeyenimiz. 

Çocuk deyip yaptığı acemiliklere güldüğümüz, ilk konuşmasını,  yürüyüşünü sabırla beklediğimiz.

Çocuğun yoksa çocuğu anlayamazsınız  derler, varsa da  ya sabır derler.  Kitaplar farklı tarif eder onu. Doktorlar farklı, psikologlar, arkadaşları, siz bile farklı tanımlarsanız. Baba çocuğum böyle der, anne daha değişik.

Bir yazı da biz yazalım dedik bu konuya dair. Kafanız daha da karışabilir – zaten çocuğunuz varsa karışmış durumda değil mi ki – benim çocuğum böyle değil de diyebilirsiniz, anlatılanlar benim çocuğumu  tarif etmiyor da diyebilirsiniz.    

 Birincisi çocuklar bizim gibi düşünmezler bunu unutmamak gerekiyor. Biz yaşadığımız onca yılın birikimiyle, öğrenmişliğiyle, kalıplaşmış bilgileriyle,  çok yeri görmenin, gezmenin, okumanın  bizde bıraktığıyla düşünürüz,  duygulanırız, davranırız. Ya onlar. Bilmiyorlar belki de. Farkında bile değiller bazı şeylerin, bilgilerin, değer yargıların, kuralların. Bizim, yetişkinlerin  üzerinde kavga ettiği bir çok şey onlara yabancı, belirsiz, bilinmez. Yine de çocuk bilirmiş gibi, öğrenecekmiş gibi davranırız. Bazende yetişkin gibi tavırlar bekleriz ondan. Biz ona anlatır dururuz, ağzımızdan çıkan kelimelerin onca yaşanmışlık sonucu oluştuğu unutarak.

İkincisi, bizim duygularımız nasıl ki birden olmadı, gökten zembille içimize yerleşmedi. onlar da  korkuyu, sevgiyi, yardımlaşmayı, saygıyı, güveni, utanmayı,  kızgınlığı, şaşkınlığı bizden öğrenecekler, içinde yaşadığı ortamın duygularını yaşayacak ve bunları yansıtacaklar.

Bazen bunları dikkate almıyor ve niye böyle duygulanıyor, niye böyle düşünüyor diyoruz. Halbuki kendi davranış ve duygulanış tavrımıza dikkat edelim çocuklarımızın bir şekilde  bize ait duygu ve düşüncelerin karmaşasını yansıttığını göreceğiz. Ya da kendi çocukluğumuzda  anne ve babalarımızın tavırlarının bizim duygu ve düşünüş şekillerimizi etkilediğini göreceğiz.

Üçüncüsü, çocuklarımızın hayata bakış açılarında oyunun, hareketin  çok önemli  bir yere sahip olduğu gerçekliğini çoğu zaman unutuyoruz.

Oyun bize göre yaramazlık, baş ağrısı, sorun, istemediğimiz davranış vb. olabiliyor. Ya onlara gore 

 Biz nasıl ki  işimizi önemsiyor, kaygılanıyor, peşinde koşturup telaşlanıyorsak; çocuklar içinse oyun, onun işidir. Yapılan bir araştırmada çocuklara pek çok faaliyet söylenmiş ve onlardan bunları oyun ve iş olarak ayırmaları istenmiş. Çocukların oyun olarak adlandırdıkları faaliyetler incelendiğinde şu ortak  özellikler bulunmuştur. Çocuklar kendilerinin isteyerek başlattıkları faaliyetlere  oyun diyorlar, iş dedikleri ise başkalarının onlardan yapmalarını istedikleri şeyler…

Biz yaramazlık diyoruz, onlar oyun. Dayanamıyoruz onların hareketliliğine. Biz de unutuyoruz çocuklukta koştuğumuzu, etrafı dağıttığımızı, babalarımızı annelerimizi çıldırttığımızı. Büyüdükçe, genişledikçe çevremiz; küçüklüğümüz, yaramazlığımız, hareketliliğimiz de küçülmedi mi, uzaklaşmadık mı oralardan yakınlaştıkça bir şeylere. Çocukken büyük olsaydım dedik, büyüdük çocuk olmayı özledik. Dertsiz, tasasız ve başkalarına bağımlı olan hayatımız, kendi ayaklarımız üzerine durmaya  başladıkça karıştı. Çocuk büyüdü ben  oldu, adı değişse de. 

Akıl yaşanmışlığı unutmuyor. Zaman yeniyor  bizleri yinede. Bazen babamız ve annemiz gibi davranıyoruz, bazen de annemizin ve babamızın bizden esirgediklerini çocuklarımıza yaparken buluyoruz kendimizi. Ne değişti ki diye sormuyoruz. Ailemizden öğrendiklerimize biraz da gördüklerimizi, okuduklarımızdan da birkaç bilgi ekleyince çocuk psikolojisini bildiğimizi zannediyoruz. Bir de o ‘canavar’ sorun çıkarttı mı hiçbir şeyle başedemediğimizi görüyoruz. Ancak başbaşa kalan anlar, çocuğun durumundan diyoruz.

   Ya da ne yapsak beğendiremiyoruz:  İşte öyle bir ‘belayla’ başbaşa buluyoruz kendimizi.

  Dördüncüsü , çocukların oyunla öğrendiğini, hareketin onlar için önemini  biliyoruz .Çocuğun ihtiyacı   azaldıkça oyundan uzaklaşır. O halde neden sözle, sözel uyaranlarla öğretmek istediklerimizi zorlaştırıyoruz ki, yani neden durmadan konuşuyoruz. Bir yada bir kaç kere konuşunca anlattığımızı sanıyoruz  herşeyi.  Anlattığımızda anlayabileceklerini düşünüyoruz.

Kazandırmak istediğimiz davranışları oyunlaştırarak ya da oyun içinde biraz sabırla çocukların hata yapma hakkı olabileceğini dikkate alarak neden uygulayamıyoruz.

Beşincisi ve belkide en önemlisi, çocuklarımızın birbirinden farklı düşünüş, duygulanış, zeka, beceri, yetenek, algılama ve hissetme durumlarının olduğudur. Bazen karşılaştırma yaparız bizimkini başkalarıyla. O niye öyle yapar, benimki niye öyle değil deriz. Halbuki hepsi birbirinden özel, farklı ve birbirine muhtaç. Neden kıyaslayayım ki demiyoruz. Yada onun diğerlerinden farklı yanlarını bulup ortaya çıkarmak yerine çocuğun anlamadığı bir şekilde. diğerlerine benzesin diye yarıştırıp duruyor, bir yerlere koymaya bir sınıflandırmaya sokmaya çalışıyoruz Halbuki hayat binbir zenginliğiyle, karmaşa, değişiklik ve belirsizliğiyle önümüzde akıyor. Normal kavramının bile  tarihsel toplumsal şekilde değiştiğini unutuyoruz. Normal olsun diye farklılığını inkar etmeye çalışıyoruz. Neden?

        Çocuğun davranışlarıyla başedemiyoruz, nasıl ve neleri kullanacağız?

       Deneyimlerimize neden güvenmiyoruz ki, binlerce yıllık insan ilişkileri ve çocukluk tarihi deneyimi var ve yaşadığımız yerin sahip çıkılması gerekli olan çocuk yetiştirme tutumları. Onlardan öğrenmek imkanı varken çeviri kitaplar ve birbirinden kopuk, anlamsız ve birbirine ters yaklaşımlarla kafalarımızı şişirip zaten  ağzımızın içine bakan çocuğuda buna alet ediyoruz. Hiç hakkımız yok !..

      Güven ve umut ….

      Çocuk yetiştirmede gerekli iki kavram, ve satın alınamayacak tek değer. 

      Ve kaynağıda insan yüreği.

Susan F. Rzucidlo

Ekleyen Editör: Sebahattin Sumeli

” Bazılarınız daha önce Hollanda’ya Hoş Geldiniz’i okumuş olabilir. Yazı hemen aşağıda. Engelli bir çocuğa sahip olmanın nasıl bir şey olduğu hakkında bir ebeveyn tarafından yazılmış oldukça ünlü bir makale. Birçokları için anlamlı ve rahatlatıcı, ancak diğerleri biraz fazla “tatlı” buluyor. Bu yüzden Beyrut’a Hoş Geldiniz’i de ekledim. İkisi de doğru ya da yanlış değil ve bahse girerim ki çocukların ebeveynlerinin çoğu zaman zaman her ikisinden de biraz hissediyordur.Lütfen bunları okuyun ve ebeveynler için nasıl bir şey olduğunu düşünün’

Aşağıdaki yazı, Susan Rzucidlo’ tarafından yazılmış ve Welcome to Holland (Hollanda’ya Hoş Geldiniz) adlı kitabının bir “parodisidir”.

Yazıyı okumak için : https://otizmtv.com/hollandaya-hos-geldiniz/

“Benden sık sık otizmli bir çocuk yetiştirme deneyimini tanımlamam istenir – bu eşsiz deneyimi paylaşmamış insanların bunu anlamalarına, nasıl hissedeceklerini hayal etmelerine yardımcı olmaya çalışırım. Bu şuna benziyor,”

İşte oradasınız, hayatınızda mutlusunuz, ayaklarınızın altında bir ya da iki küçük çocuk. Hayat eksiksiz ve güzel. Çocuklardan biri diğerlerinden biraz farklı ama tabii ki o da kayınvalideniz gibi ve siz de aileye gelin gittiniz. O kadar da kötü olamaz.

Bir gün biri arkanızdan geliyor ve kafanıza siyah bir torba atıyor. Karnınızı tekmelemeye başlıyorlar ve kalbinizi sökmeye çalışıyorlar. Dehşete düşüyorsunuz, tekmeleyerek ve çığlık atarak kaçmaya çalışıyorsunuz ama sayıları çok fazla. Sizi etkisiz hale getirip bir arabanın bagajına tıkıyorlar. Morarmış ve sersemlemiş bir halde, nerede olduğunuzu bilmiyorsunuz. Sana ne olacak? Bunu atlatabilecek misiniz? İşte o gün “ÇOCUĞUNUZ OTİZMLİ” teşhisini alıyorsunuz.

Beyrut’tasınız, savaşın ortasına düşmüşsünüz. Dil bilmiyorsunuz ve neler olup bittiğini bilmiyorsunuz. Bombalar “Yaşam boyu tanı” ve “Nörolojik engelli” diye düşüyor. Mermiler vızıldıyor – “Buzdolabı anne,” “Kendine gelmesi için tek ihtiyacı olan iyi bir tokat”. Zaman ilerledikçe çocuğunuzun iyileşme şansı azalırken adrenalininiz yükseliyor.

Bunu kesinlikle kabul etmedin ve şimdi çıkmak istiyorsun! Tanrı senin yeteneklerini fazla abartmış. Ne yazık ki istifanızı göndereceğiniz kimse yok. Hayatınızda her şeyi doğru yaptınız, denediniz. Çok sık yakalanmadınız. Hey! Daha önce otizmi hiç duymadınız bile. Etrafınıza bakıyorsunuz; her şey aynı ama farklı görünüyor. Aileniz aynı. Çocuğunuz da aynı ama artık bir etiketi var ve ailenize atanmış bir sosyal hizmet uzmanınız var. Yakında sizi arayacak.

Kendinizi labirente bırakılmış bir deney faresi gibi hissediyorsunuz. Tam ilkini (erken müdahale) çözmeye başlamışken, sizi daha büyük ve karmaşık bir labirente (okul) düşürüyorlar. Asla bitirilemeyecek olan tıbbi müdahale labirenti her zaman vardır. Bu labirent asla tamamlanmaz. Her zaman yeni bir “mucize” ilaç ortaya çıkar. Bazı çocuklara yardımcı olur. Sizinkine faydası olacak mı? Dünyadaki en iyi insanlardan bazılarının sizinle aynı labirenti yaptığını göreceksiniz, belki başka bir seviyede, ama yine de bir Özel-ED labirenti. Bu insanlardan yararlanmak, günü atlatmanıza yardımcı olacak harika bir cankurtaran halatıdır. Bu gerçekten istediğiniz şey değil ama – hey, hala geçirilecek güzel zamanlar var. UYARI! Garip bir mizah anlayışınız var.

Arada sırada bir kurşun ya da bomba isabet eder, ama sizi öldürecek kadar değil, sadece açık bir yara bırakacak kadar. Çocuğunuz görünürde bir neden yokken geriler ve bu midenize inen bir tekme gibi gelir. Bir kabadayı çocuğunuzla dalga geçer ve kalbiniz sızlar. Çocuğunuz yüzünden aktivitelerden ve etkinliklerden dışlanıyorsunuz ve ağlıyorsunuz. Diğer çocuklarınız engelli çocuğunuzun yanında olmaktan utanır ve siz iç çekersiniz. Sigorta şirketiniz “kronik, ömür boyu süren rahatsızlıklar” için terapi sağlamayı reddediyor ve tansiyonunuz yükseliyor. Bir kalem darbesiyle çocuğunuzun yaşam kalitesini iyileştirme ya da yok etme gücünü elinde tutan başka bir bürokrat, doktor ya da terapistle bekletilirken telefonu tutmaktan kolunuz ağrıyor. Yorgunsunuz çünkü çocuğunuz uyumuyor. Ve yine de umut sonsuza dek yeşeriyor. Evet, umut var. Yeni ilaçlar var. Devam eden araştırmalar var. Yardımcı olan müdahaleler var. Siz gelmeden önce bu kadar çok mücadele eden herkes için Tanrı’ya şükürler olsun.

Çocuğunuz ilerleme kaydedecek. İlk kez konuştuğunda (belki 8 yaşına kadar konuşamayacak) kalbiniz yerinden çıkacak. Bir mucize yaşadığınızı bilecek ve sevineceksiniz. En küçük gelişme size büyük bir sıçrama gibi görünecek. Tipik gelişimine hayret edecek ve bunun ne kadar şaşırtıcı olduğunu fark edeceksiniz. Üzüntüyü çok az kişinin bildiği gibi bileceksiniz ve yine de sevincin ötesinde bir sevinç duyacaksınız. Oyun parklarında, size söylenmeden çocuğunuza nazik davranan kirli yüzlü angutlarla karşılaşacaksınız. Çocuğunuza her çocuğun hak ettiği saygı ve şefkatle davranan birkaç hemşire ve doktor olacak. Hayatınıza, size çok az kişinin gösterebileceği ilgi ve sevgiyi gösterecek insanlar girecek. Bilen gözler restoranlarda ve alışveriş merkezlerinde sizinkilerle buluşacak. Sizi anlayacaklar, onlar da benzer zamanlar yaşıyorlar. Bu insanlar için sonsuza dek minnettar kalacaksınız.

Beni yanlış anlamayın. Bu bir savaş ve korkunç. Terhis diye bir şey yok ve siz gittiğinizde yerinize bir başkası savaşmak zorunda kalacak. Ancak, savaşlarda sükunet vardır, mermilerin uçuşmadığı ve bombaların düşmediği zamanlar. Çiçekler görülür ve toplanır. Ömür boyu sürecek dostluklar kurulur. Hayatın her kesiminden insanlarla garip bir akrabalık paylaşırsınız. İyi zamanlar geçirilir ve kötü zamanların ne kadar kötü olduğunu bildiğimiz için iyi zamanlar daha da iyi olur. 

Hayat güzeldir ama hayatınız asla normal değildir. 

Hey, normalin neresi eğlenceli?

Yazı Kaynağı : https://oneop.org/wp-content/uploads/2019/04/WELCOME-TO-BEIRUT-by-Susan-F.pdf

Psikolog Halil Şahin

Otizm ve bağımlılık kavramları arasında kritik alındığında aralarında bir bağlantı kurulamayabilir. Bu yüzden iki kavramın tanı kriterlerine bakmak bize fayda sağlayacaktır. Otistikler, dış dünyadan soyutturlar ve kendi dünyaları için de yaşarlar. Bu durum dışardan bağımlılık sağlayabilecek uyaranlara karşı tepkisizlik oluşmasıyla sonuçlanabilir. Bunun yanı sıra kendi bakım verenlerine özellikle ilk dönemlerde anneye karşı bir bağlanma da göstermezler. Lakin otistiklerin ani ses ve görüntülere karşı tepki gösterdiğini sallanan, dönen ve parlak cisimlere uzun süre bakabildiğini unutmamakta fayda var.  Bağımlılık ise yapılan tekrarlı davranışlar ya da kullanılan nesnelerin üzerinde kontrolun kaybedilmesi olarak özetlenebilir.

Bu açıklamalardan yola çıkarak Otistiklerin eğitim ve terapisinde kullanılan bir modeli ele alalım. Klasik ve Operant koşullanma tekniklerini içinde bulunduran Davranış Değiştirme Modeli otistiklerde kazanılması istenen ve azalması istenen davranışlar üstünde sıkça kullanılmaktadır. Örneğin istenilen bir davranışı yapması beklenen bir otistik davranış ardından hemen verilen ödül Operant koşullanmaya örnektir. Gelişen teknolojiyle birlikte istenilen davranış sonrası verilen ödüller otistiklerin daha çok dikkatini çeken çizgi filmler ve benzeri internet ayaklı uygulamalar oldu.

Çizgi filmlerin hareketliliği ve parlak oluşu otistiklerin dikkatini çekmesini sağladığı gözlemlenmiştir. Lakin otistiklerin hayatlarının her alanında bu durumun kullanılmasının bazı sorunları beraberinde getirebilir. Bunlardan bazıları otizmli bireyin her davranışını güdülemek için bu yönteme başvurmak pekiştirecin etkisini azaltabilir, Hipoaktif (az hareketli) otistikler de sürekli ekran başında olmak Kifoz (Kamburluk), boyun düzleşmesi gibi postür bozuklukları yaşamalarında da etki sahibidir. Bu yüzden internet ve televizyon gibi araçların kullanımı üstündeki kontrolün kaybedilmesi bağımlı davranışlarla sonuçlanabilir.

Otistikler çocuktan istenileni yapması için bu tarz pekiştireçlerin sık kullanılması bir bağımlılık yaratabilir. Bu yüzden bu durumlarda sarılmak (Sosyal pekiştireç), park götürmek (Etkinlik pekiştireci) gibi farklı pekiştireç türleri de kullanılmalıdır. Son olarak Kendi hayatımızdan bir örnekle açıklayacak olursak her gün aynı öğünü yemek diğer gıdaların eksikliğinden kaynaklanan sağlık sorunları yaratır. Bu yüzden her şeyden belli miktar da yemek hepimiz için en sağlıklısı olacaktır.

Okuduğunuz için Teşekkürler.

Danış, M. Z. (2001). Otistik çocuklar. Ufkun Ötesi Bilim Dergisi, (2), 65-82.

Umut, İ. (2021). Otistik özelliklerin internet bağımlılığı ve çok boyutlu algılanan sosyal destek ile ilişkisinin incelenmesi (Master’s thesis, Ege Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü).

Turhan, C., & Vuran, S. (2015). Otizm spektrum bozukluğu gösteren çocuklara sosyal beceri öğretiminde sosyal öykü ve video model uygulamalarinin etkililik ve verimlilikleri.

Günlük  yaşamda en çok kullanılan sözcüklerden biri de sevgi sözcüğü olmalı.  Sık sık duyar ya da okuruz;  “…İnsanlar sevmeli birbirlerini…”; “…Her işin başı sevgi…”; “sevelim birbirimizi, sevgi gibisi yok…” Bırakın başkalarını, aynı ailedeki iki kişinin bile birbirlerini sevmeleri hiç de öyle kolay değilken, sanki sevgi alanı özerk bir alanmış da nedenselliğe bağlı değilmiş gibi, ikide bir sevmeyi öğütleyen sözler söylenmesi, bir sevgi susuzluğunu mu dile getiriyor acaba? Kim bilir, belki de?

Sevgi konusunu içgüdüsel sevgi (annenin çocuğuna olan sevgisi) ya da aşırı kör sevgiyle (aşk, sevi) değil de pek, karşılıklı doğal ilişkiler içinde oluşmuş bilinçli diyebileceğimiz bir sevgiyle, böyle bir sevginin içeriğini, nedenlerini, koşullarını anlamaya çalışarak irdelemek en doğru yol tabi. Gerek karşı cinse duyulan aşk, gerek aşırı anne duygusallığı, içlerinde yoğun sevgi öğeleri taşır görünseler de, bilinçsel bir körleşmeyi çağrıştırıyorlar hep. Sözgelimi, “çok aşık”(!) biri, kendisine yüz vermeyen “sevgili”sini(!) öldürebiliyor. Gerçekten seven öldürebilir mi? Para vermediği için oğlu tarafından bıçaklanmış bir anne, “Oğluma bir şey yapmayın…Affettim onu ben,..” diye bağırabiliyor sedyeyle hastane kapısından içeri sokulurken. (Yıllar önce, bu görüntülü haberi televizyonda izlerken, “bir annenin kendi çocuğundan gelen en ağır acıları bile sevmesi, mazoşizm değil de ne, bu nasıl sevgi?” diye düşünmüştüm.) Çok uç örnekler olsalar da bunlar, gerek içgüdüsel sevgiye, gerek aşk dediğimiz kör sevgiye ilişkin ipuçları verebiliyorlar bize. Peki, gerçek, sağlıklı sevgi ne? Bunun yanıtını vermek için, önce sevmek fiilinden türemiş sevgi sözcüğünün sözlük anlamını saptamakta yarar var. Şöyle tanımlıyor sevgi sözcüğünü bazı sözlükler:

a- “İnsanı yüksek özverilere götüren ilgi duygusu.” (TDK Türkçe Sözlük)

b- “Gönülden bağlı olma” (Hayat Büyük Türkçe Sözlük)

c- “İlgi duygusu” (Felsefe Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu)

d- “Derin dostluk ve sevecenlik duygusu… Bir şeye karşı duyulan bağlılık” (Le Petit Littré)

e- “Bireyler arasındaki derin dostluk ve yürekten bağlılık”(Mac Millan Contempory Dictionary)

f- “Başka bir kişi ya da varlığa karşı duyulan ve cinsel yönü olan ya da olmayan güçlü bir yakınlık ve bağlılık duygusu” (TDK Ruhbilimleri Terimleri Sözlüğü)

Özetlersek, sevgiyi bir yaşantı, somut bir yaşamsal süreç olarak değil de, soyut bir kavram olarak gören bu tanımlamalara göre sevgi, bir kişiye ya da bir şeye karşı duyulan ilgi, bağlılık, içtenlikli yakınlık duygusu, derin sevecenlik; o kişinin ya da şeyin iyiliğini isteme, ona içten bağlanmadır.

Sevgi (ya da aşk) konusunu açımlamaya çalışmadan önce, bazı ünlü ruhbilimcilerin, filozofların, bilim adamlarının bu konuyla ilgili düşüncelerini, kuramlarını kısaca da olsa gözden geçirmekte yarar var. 20. yüzyılın en ünlü ruhbilimcilerinden biri olan Freud geliyor tabii önce akla. “Tek cins vardır, o da erkek. Kadın, ‘küçük bir şeyi’ olmayan erkektir,” sözüyle19. yüzyıl ataerkil aile yapısına sıkı sıkıya bağlı görünen Freud’un “libido” kuramına göre (panseksüalizm) sevgi, “ilk amacından saptırılmış cinsellik”tir; cinselliğin yüceltilmiş, değişime uğramış biçimidir. Ünlü ruhbilimci, “Psikanaliz Denemeleri”(1) adlı yapıtındaki, “Psikoloji Etkileme ve Seksüalizm” adlı yazısında şöyle diyor, “Duygusallık kuramından alınmış bir terim libido. Onunla biz, sevgi sözcüğüyle özetlediğimiz olgulara ilişkin eğilimlerin gücünü (henüz ölçülemeyen, niceliksel bir büyüklük olarak kabul edilen) adlandırıyoruz. Sevgi dediğimiz şeyin çekirdeği, ozanların dile getirdiği ve genellikle adına aşk denilen olgudur ve bunun son sınırı cinsel birleşmedir. Ama biz bütün öbür sevgi türlerini ondan ayırmıyoruz: örneğin, kişinin kendine olan sevgisi, ana-baba ve çocuklara olan sevgi, dostluk, genel anlamda insan sevgisi, dahası, somut nesnelere, soyut düşüncelere bağlılık…” 

Görüldüğü gibi Freud, libidoyu, evreni, dünyayı, yaşamı, insanı, bağlanılan düşünceleri, her şeyi, her şeyi sevme gücü gibi görüyor. Ama yine de Freud, en temel tezlerinden biri olarak, toplumsal koşulların içgüdüleri engellediğini, bu nedenle de tüm insanların hastalandığını, yani insanlığın nevrotik olduğunu savunuyor. Ama düşünelim bir an; nevrotik bir insanın sevmesine olanak var mıdır? Elbette yoktur. “Nevrotik insan, kendisi bilmediği halde sevme melekesinden yoksundur ve buna rağmen başkalarının sevgisine çok büyük ihtiyacı vardır.”(2) Freud’un ruhbilimi, her ne kadar içgüdülerden yola çıkan “biyolojik-fizyolojik” bir temele dayansa da, libido, bilinçdışı, yüceltme, elektra karmaşası, Ödip Karmaşası v.b. gibi soyut kavramlar çevresinde dolaşıp durmakta, bireyin tarihsel-toplumsal nesnel niteliğini hesaba katmamaktadır; idealizmin kalıpçılığı ve öznelciliği içindedir. Sevgi (ya da aşk) konusunda söyledikleri de bir kolaycılığın, genel somut nesnellikten uzaklığın bir göstergesi gibidirler.

Sartre ve sevgi

Öncüsü Soeren Kierkegaard olan varoluşçu felsefeye yapısal bir bütünlük kazandıran, “Varoluşçu” temayı yazınsal yapıtlarıyla (roman, öykü, oyun) somutlaştırmaya çalışan Jean Paul Sartre’da sevgi konusu, “başkası sorunu” (problème d’autrui) içinde ele alınmıştır. “Başkası” dediğimiz nedir, kimdir, nasıl bir şeydir? Kısaca şöyle özetleyebiliriz bunu: Benim dışımdaki dünya varlıkları arasında apayrı yeri olan bir kategori vardır; benim gibi bilinç yetisine sahip “başkaları.” İlk bakışta, masa gibi, taş gibi bir “şey”dir bu başkası. Ben ona bakarken, kendi içine sıkışmış, kendine karanlık ve kendine kapalı, bilinçten yoksun bir “şey” yapıyorum ondan. “Benim durumum”un bir öğesi olduğu zamansa, gerçek var oluşa erişiyor bu “başkası”. Yani ne zamanki benim tasarılarımın bir aracı ya da onların bir engeli oluyor, o zaman var olmaya başlıyor işte. Daha önce var değildi o benim için. Ama onu kendim gibi bilinçli bir varlık olarak algıladığımda, biliyorum ki, bilinçli bir varlıktır artık o. Belki de beni bir araç olarak kullanabileceği kendi tasarıları vardır onun da. Bu durumda, bir “şey” olma sırası bana geliyor ve ben “kendi için varlık” yani bilinçli varlık olma niteliğimi yitiriyorum. Diyelim ki, bir balkondayım, sokaktan geçen insanlara bakıyorum. Tüm gördüklerim, benim bilinçli olarak algıladığım, “benim için varlık”lardır. Ama o an bir “başkası”, ortaya çıkıp benim içinde bulunduğum manzarayı izlemeye başlarsa, ben “kendim için varlık” olmaktan çıkıyor, bir başkasının dünyasına girmiş oluyorum. Aracımdır ben artık, başka bir şey değil. Şöyle diyor Sartre: “Başkası yalnız benim dünyamı çalmıyor, o aynı zamanda benim gerçek benimi un ufak edip yok etmek istiyor. Beni kendi tasarılarıma göre değil, geçmişime, olmuş olduğuma göre yargılıyor. Bakışıyla beni yakalayıp tutsaklaştırıyor, kendisine bakanı taşa çeviren Medüz gibi beni bir nesneye dönüştürüyor. İşte benim kendimi aşağılanmış, bağımlı, donmuş bir varlık içinde algılamamın utancı, yani benim bir nesne olma utancım buradan geliyor…”(3) Özetlersek, bir “bakış”tır başkası her şeyden önce, bir anda benim varlığımı durduran, donduran, kemikleştiren bir “bakış”tır; bir anlam verir yaşamıma. Ben bu anlamı, “olanaklarımın yabancılaştırılması olarak yaşarım.”(4) Sartre’a göre, bu bir bilinçler çatışmasıdır. “Başkası için varlık”ın temel anlamı, çatışma demektir.” Bizim için önemli olan, bir “şey”, bir nesne olmak değildir. Bir nesne olmak tutsaklıktır. Bir tutsak olduğumuz zaman, yani birisi bizim karşımızda aşkın (transcendent) duruma geldiği zaman, kendi özgürlüğümüzün sorumluluğunu yüklenemeyiz artık, bir başkasının özgürlüğü içinde yaşamaya başlarız o andan sonra. Dayanılmaz bir acı kaplar yaşamımızı. Bizi şeyleştiren kişiyi bir cellat olarak görürüz. Dehşet verir bu bize çok. Ama gel gör ki, başkasının dünyasında yaşamaktır kaderimiz; yoktur kurtuluş çaresi. Bu ise oldum olası bir cehennem azabı gibidir. Sartre’ın Gizli Oturum adlı oyunundaki Garcin, “Cehennem dediğin başkaları,” diyor. Görülüyor ki, Sartre’a göre, bilincimizde zonklayan bir yaradır sanki “başkası”, ruhumuzu tırnaklarıyla kazıyan bir hayalet, korkunç bir takıntı. Sartre’ın Erostrate adlı öyküsündeki kişi, yalnız kendini “aşmak” için değil, başkaları karşısında da üstün duruma gelmek için gözünü kırpmadan, tanımadığı suçsuz insanların üstüne gelişi güzel ateş edebiliyor. Bütünüyle psikopatolojik bir olay değil de ne bu? Sartre’a göre insanlar katıksız bir öznellik, aşırı bireycilik içinde oldukları içindir ki, birbirlerini sevemezler, birbirlerinin tasarılarını ve acılarını anlayamazlar. Sartre’ın yaşam ve düşünce arkadaşı Simone de Beauvoir’ın Başkalarının Kanı adlı yapıtının bir yerinde, kişilerden biri, komşusunun oğlunun öldüğünü duyunca, “pişmanlıktan daha yakıcı ‘suçunu’ midesine inen ılık çorbayla birlikte ta gırtlağında duyumsuyor; Louise ağlarken, kendi gülümsemesinin suçunu dostlarının gözyaşlarıyla değil de, kendi gözyaşlarıyla ağlamasının suçunu…” Evet, böyle bir dünyada, Sartre’ın bu dünyasında, herkes kendisi için acı çekecek, kimse kimsenin acısına ortak olmayacak ya da ortak oluyor görünecektir.

Sartre’a göre aşk, bir “sevilme isteğidir. Aşkta, kişi bir nesneye sahip olmayı değil, bir özneyi amaçlar. Sevgilinin isteği, bir şeyi değil, bir özgürlüğü özgürlük olarak ele geçirmektir. Aşkın ülküsel amacı, başkasına başkası olarak, yani bakan bir öznellik” (subjectivité regardante) olarak sahip olmaktır. Aşık olarak ben, başkasını bana kendi özgürlüğünü vermeye zorluyorum. Aşk başkasının özgürlüğünün yok olmasını değil, o özgürlüğün özgürlük olarak köleleşmesini, yani o özgürlüğün kendi kendini köleleştirmesini gerektiriyor.”(6) Sartre’ın bu sözlerinden şunu anlıyoruz; aşık olmakla biz, oldum olası üstünlük sağlayabileceğimiz bir varlığa sahip olmayı amaçlıyoruz. Ama bu varlık öznelliği olan bir varlık. Bu aşk (ya da sevgi) anlayışına göre, eğer biz seviyorsak bunun anlamı şu: Sevdiğim kişi tarafından sevilmeyi istiyorum; sevmek, sevilme amacının bir aracı oluyor. Seven kişi, bütün savaş silahlarını karşı tarafın eline bırakıyor; o artık sevdiği kişinin dünyasında yaşamak zorundadır; tutsak edilmiş bir özgürlüktür. Yararsız Ağızlar’da (Les Bouches Inutiles) şöyle diyor Simone de Beauvoir: “Aşk bir mapusanedir.”

Sartre’ın varoluşçu dünyasında katıksız bir yalnızlık içinde görünen insanoğlunu bu buz gibi yalnızlıktan aşk da kurtaramıyor. İnsanlar arasındaki uzaklıkları, boşlukları o da dolduramıyor. Nietzsche’nin “aşk iki kişi arasında savaştır,” sözüyle dile getirildiği gibi birbirlerini sevenler de, “başkaları” gibi çatışma içindedirler hep. Kısacası sevmek (aşık olmak) yalvararak istemek (dilenmek), kendini başkasının buyruğuna bırakmak demektir. Sartre’a göre, pazarlıkla satın alınan bir şeydir o; “Sev beni, seveyim seni!” Kirli Eller’de Hugo şöyle diyor Jessica’ya: “Aşkımızın bir komedi olduğunu bilmiyor muydun?”

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Sartre’ın insan felsefesinde, “başkası”, yani bizim dışımızdaki insanlar, bir kin, bir düşmanlık, savaşım nedenidir hep. “Başkası”yla sürekli didişme içindedir kişi; çatışma hiç bitmez. Kaçıp kurtulmaya olanak yoktur “başkaları”nın dünyasından. Bu konuda aşk da bir ayrıklık göstermez. Geleneksel ahlak ve incelik kuralları bu sonu gelmeyen sevgisizliği ve çatışmayı etkisizleştirmek, gizlemek için icat edilmişlerdir. Sartre’in yazınsal yapıtlarında sürekli olarak vurgulanan, insansal iğrençliklerden başka bir şey değildir. Pandora’nın kutusu açılmıştır sanki. Örneğin, durup dururken niçin ateş ediyor insanlara Erostrate? Kirli Eller adlı oyunda, niçin Hoederer’i öldürüyor Hugo? Bir öldürme, kötülük yapma takıntısı içinde adeta bütün kişiler, ruh hastası. Ama Sartre’a göre, bir “aşkınlık” yaratıyorlar onlar, kendi kendilerini aşıyorlar.

Her çağın kendine göre bir hümanizması olsa da, onları birleştiren ortak bir yan vardır yine de. Bu, özgeçiciliktir (başkalarını düşünürlük). Oysa Varoluşçuluk Bir Hümanizmadır’ı yazan Sartre’ın hümanizmasında başkalarına kin ve nefret vardır yalnız. Duygulanmalar, sevgiler, aşklar içten pazarlıklı birer oyun gibidir; ana temeli bireyin sonsuz özgürlüğüdür. “İnsan özgür olmaya mahkümdur.” Ama nedense insanlar, bu özgürlüğü hep bir “çatışma” için kullanıyorlar Sartre’ın yapıtlarında.

Froytçu kuram ne kadar fizikötesi bir kuram olursa olsun, yine de küçük bir alanda, “süperego” kavramıyla toplumsal öğeye göz kırpıyor sayılır. Oysa kendi varoluşçu felsefesini açıklarken, Marksçı bir tutumla “varlık özden önce gelir,” diyen, “başkası” sorunu tezinde yabancılaşma (aliénation) kavramını sık sık kullanan Sartre, hiçbir düşüncesini hiçbir tarihsel-toplumsal nedene bağlamıyor, öğretisinin bütün öğeleri somut nedensellikten uzak, öznel, dogmatik kalıyor. Klasik hümanizmalarla karşılaştırıldığında, adeta bir karşıt hümanizma gibi görünen bu varoluşçu hümanizmadaki yürek boğucu karamsarlık, dehşet, delilik sınırındaki insanların başkalarını “cehennem” gibi algılamaları insan yaşamının özündeki gizemli bir nitelikle (sonsuz özgürlükten doğan aşkınlık eğilimi) değil, toplumsal-tarihsel olaylar ve olgularla ilgili doğal olarak. Sartre’ın sözünü ettiği insan ilişkilerindeki “cehennem”, insansal ilişkilerin bile piyasa ilişkilerine bağlı olduğu, aşırı bireyselliğin, “gemisini kurtaran kaptan” anlayışının egemen bulunduğu burjuva toplumlarının, 1. ve 2. Dünya Savaşlarının ve 1930’larda kapitalizmin geçirdiği büyük krizin yarattığı yoğun olumsuzlukların ürünü kesinlikle. Ama ne ki Sartre, bütün bunların, bu sosyoekonomik olumsuzlukların Batı insanında yarattığı “cehennemde yaşama psikopatolojisi”ni bir insan felsefesi, evrensel bir kuram olarak sunuyor bize.

Erich Fromm ve sevgi

Sevgi sorununa Amerikalı toplumbilimci psikolog Erich Fromm kadar ilgi duyan bir başka bilim adamı yoktur herhalde. Yeni Froytçuluğun en önemli adlarından biri olan Fromm, Marksçılıkla Froytçuluğu uzlaştırmaya çalışmış, bu nedenle de insan psikolojisini çözümleme çabasında, özellikle sevginin kökeni konusunda derin çelişkiye düşmüştür. Sözgelimi, Freud’daki yaşam içgüdüsüyle ölüm içgüdüsünü yaşama sevgisi ve ölüm sevgisi olarak değiştirerek sevgiyi son derece idealist bir görüşle insanoğlunun doğuştan yalnızlığına bağlarken, bir yandan da toplumsal koşulları göz ardı etmemeye çalışmıştır. Birinci görüşe örnek olarak şu sözlerini gösterebiliriz onun: “Her çağda, her kültürde, insanoğlunun karşısına bir tek o aynı sorun çıkmıştır hep; yalnızlıktan kurtulma, birleşme, kendi kişisel yaşamını aşıp bütünlüğe ulaşma.”(7) Fromm bu düşüncesini biraz daha genişleterek, Sağlıklı Toplum adlı yapıtında, şöyle diyor: “İnsan, yalnızlığının ve kopmuşluğunun, güçsüzlüğünün ve bilinçsizliğinin, doğum ve ölümündeki rast geleliğin ayırtındadır. İnsan, içgüdülerin yönettiği bu eski bağların yerine öteki insanlarla yeni bağlar kuramazsa var olmaya bir an bile dayanamaz. Tüm bedensel gereksinimleri doyurulsa bile, insan bu yalnızlık ve tek başınalık durumunu bir hapishane gibi algılar. Aklını kaçırmamak için bu hapishaneden çıkması gerekir. Gerçekte, deli dediğimiz kişi, hiçbir bağ kuramamış olmasa da, parmaklıkları arkasında bulunmasa da bir bakıma hapsolmuş biridir. Öteki canlı varlıklarla bütünleşmek, onlarla ilişkiler kurmak yerine getirilmesi gereken çok önemli bir zorunluluktur; insanın akıl sağlığı buna bağlıdır. En yakın insan ilişkilerinin tümünü kapsayan her türlü olgunun, sözcüğün en geniş anlamıyla sevgi denen tüm tutkuların altında yatan gereksinim budur.”

Fromm, sevginin kökeni konusundaki birince görüşüyle çelişen ikinci görüşünü toplumsalı vurgulayarak dile getiriyor:

a- “…Alışveriş üstüne dönen maddesel değerlerin en üstün değerler olduğu bir kültürde, insanlar arası ilişkilerin de mal, mülk ve iş pazarında geçerli olan yöntemlere göre gelişmesine şaşmamak gerekir.(8)

b- “…Ekonomik sistemin belirlediği yaşam pratiği insanların duygu ve düşüncelerini de belirler.”(9)

c- “…Çocukta yaşam sevgisinin gelişmesi için en önemli koşul, onun yaşamı seven insanlarla birlikte olmasıdır; yaşam sevgisi de ölüm sevgisi gibi bulaşıcıdır.”(10)

Sevginin oluşumu ve sağlıklı sevginin üretilememesiyle ilgili olarak hem soyut hem somut nedenlerden yola çıksa da, kapitalist toplumun biçimlendirdiği hasta, sağlıksız, yani yalan ve nevrozlu sevgilerin(!) anatomisini çok iyi yapmıştır Fromm. Dahası, “olgun” sevginin içeriğinin nasıl olması gerektiğini, hangi sevgiye sağlıklı sevgi denilebileceğini, seven kişinin yaşadığı sevme sürecinin öz niteliğini en iyi vurgulayan o olmuştur belki de psikoloji alanında. Onun sevgi sorununa ilişkin ipucu niteliğindeki şu düşünceleri kimsenin yadsıyamayacağı düşünceler bence:

a- “…Hastalıklı olmayan sevgi, kendilerini iki ayrı varlık olarak algılayan ama gene de birbirlerine açılıp bütünleşen iki kişi arasında sürekli bir ilgidir.”(11)

b- “…İnsanın kendisini dünyayla birleştirecek ve aynı zamanda bir bütünlük ve bireysellik kazanma gereksinmesini doyuracak bir tek tutku vardır yalnızca: Sevgi. (…) Sevgi insanın kendi iç etkinliklerini tam olarak dışarıya dökebilmesine izin veren bir paylaşma, bir kaynaşma yaşantısıdır. Sevginin yaşanması, yanılsamalara sığınma gereksinmesini ortadan kaldırır. (…) Sevgi üretici uyum diye adlandırdığımız yönelişin çeşitli yanlarından birisidir. (…) Duygu alanındaki üretici yöneliş, sevgide kendini gösterir. Sevgi insanın başka birisiyle, tüm insanlarla ve doğayla bütünlük ve bağımsızlık duygusunu yitirmeden birleşmesidir.(12)

c- “…Sevgi bir etkinliktir; edilgen bir olay değildir; bir şeyin içinde olmaktır. Bir şeye kapılmak değildir. Sevgi vermektir, almak değildir. (…) Kişi başkasına ne verir? Kendisinden verir; sevinçlerinden, ilgilerinden, anlayışından, bilgisinden, nüktesinden, üzüntülerinden verir. Almak için vermez. Vermek başlı başına eşi bulunmaz bir sevinçtir. Vermek, karşıdaki insanı verici yapmak demektir. Sevgi, sevgi yaratan bir güçtür. Bu düşünceyi Marks şöyle anlatıyor: “Sevgi uyandırmadan seviyorsanız, başka bir deyişle, sevginiz o durumuyla sevgi yaratamıyorsa, seven bir kişi olarak yaşamınızı ortaya koyup da sevilen bir kişi olamıyorsanız sevginiz güçsüzdür, bir talihsizliktir.” (…) Sevginin temel öğeleri, ilgi, sorumluluk, saygı ve bilmedir. Olgunlaşmamış sevgi, “Seni sana gereksinimim olduğu için seviyorum,” der. Olgun sevgi, “Seni sevdiğim için sana ge-reksinimim var,” der. Birisini sevmek yalnız güçlü duyguya kapılmak değildir, bir karardır, bir yargıdır, bir söz ver medir.(…) Sevginin temeli, bütünüyle insanca özelliklerin sevilen insana yöneltilmesinden başka bir şey değildir.(…) Sevgi disiplinli olmayı, üstüne düşmeyi, ilgiyle yönelmeyi gerektirir.”(13)

Freud’un öğrencisi olan ama sonradan onun libido kuramını yadsıyan ünlü ruhbilimci Theodore Reik’a göre sevgi, “bilinmeyen bir fizik gücüdür; kökeni henüz bulunmamış ve niteliği anlaşılmamıştır. Sevgi kültürel bir gelişmenin sonucudur ve pek çok insanda görülmez.”(14) Engin Geçtan, Çağdaş Yaşam ve Normal Dışı Davranışlar adlı yapıtında, sevgi olgusunu şöyle açıklıyor: “Sevgi ya da Adler’in deyimiyle insanlarla içtenlikle ilgilenme eğilimi, insanın yapısında vardır.(…) Sevgi içten ilgiyi, anlayışı, tepki vermeyi, dürüstlüğü, zevk almayı içerir. (…) Sevgi bir şeye yaşam vermek, sevilen şeyin canlılığını artırabilmektir. Sevgi insanı yeniler, zenginleştirir. Oysa sevgi, sevgiye sahip olma biçiminde yaşandığında, sevilen kişi ya da nesne tutulur, kapatılır, denetlenir. Bu, sevilen kişinin ya da nesnenin boğulması, öldürülmesi demektir. (…) Yaşamak ve sevgi bir bütündür.” İnsan psikolojisini irdeleyen düşüncelerine rastlamadığımız ve ele aldığı konuları bilimsellik açısından kavramlarla açıklamaya çalışan Marks, Kutsal Aile’de, sevgi sorunuyla ilgili olarak, onun nesnel eleştiriyi yanıltacağını, bilimsel verilerin incelenmesinde tehlikeli olacağını söylemiş, yani bilimsele duygusallıkla yaklaşılamayacağını vurgulamıştır. “Yetkin bilgi dinginliğine erişmek için, eleştirinin her şeyden önce kendini sevgiden kurtarmaya çalışması gerekir. Sevgi bir tutkudur ve Bilgi Dinginliği için hiçbir şey tutkudan daha tehlikeli değildir.”

Yüzyıllar önce, Yunan filozofu Empedocles’in “birleştirici ilke” olarak tanımladığı sevginin temel kaynağını birtakım öznel soyutluklara bağlı olarak değil de, (libido, bilinmeyen bir fiziksel güç, insanın yapısal niteliği v.b gibi) somut bir nesnellik içinde aramak gerekir. Ama önce somut bir nesnellik gibi görünen, sevginin kaynağını alabildiğine genişle-tip içimizdeki bütün sevgilerin dünyayı, evreni sevmenin bir parçası olduğunu ileri süren ve pekçoklarınca benimsenen bir sav üstünde durmalıyız. Ne olabilir bize içinde yaşadığımız dünyayı sevdiren acaba? Şöyle bir mantık söz konusu olmalı bunda; belli bir süre konuk olarak yaşadığımız büyük evimiz, yani dünyamız, nice can yakıcı olumsuzluklar yaratsa da kimi zaman (deprem, sel baskını, kasırga, kuraklık vb gibi) “kompüterize” bir dünya o yine de; her şey diyalektik bir bütünlük içinde birbirine bağlı, her şey birbirine etkin, her şey doğal sistemin sürekliliği için var. Onun doğasında doğup evrimleşmişiz biz; ilk anamız o bizim. “Toprak ana” dediğimiz kabuğundaki ürünlerle besleniyor, mutlu oluyoruz. Öylesine büyük ki ona tutkumuz, en ağır toplumsal sıkıntılar, bedensel acılar içindeyken bile yaşama sevincimiz eksilmiyor. Ondan ayrılmak, yani ölmek, alışamadığımız, yenemediğimiz korkumuz. İşte pekçoklarına göre sevginin kaynağı, onu doğuran ilk itici güç, insanoğlunun içinde yaşadığı, alabildiğine çekici, alabildiğine vazgeçilmez bulduğu bu dünyayı bir sevinç, bir mutluluk, bir sevgi nesnesi olarak kavraması oluyor. Öyle ki, bütün sevgiler, insan, insan olduğundan bu yana, yani milyonlarca yıl içinde, adeta varlığımızda içkinleşmiş, DNA’mıza kazınmış genel bir dünya sevgisinden kaynaklanıyor sanki. Bence, “perakende” sevgileri yaratacak böylesine bütünsellik taşıyan bir sevgi, neden değil, akıl ve bilim dünyaya egemen olduğunda bir sonuç olabilir ancak. Sevginin kaynağına ilişkin olarak, dünyada var olmanın çekiciliğine yönelik savı şöyle bir yana itip sevginin kaynağını yalnızca toplumsalda aramalıyız. Sevginin yapısal özü, bir şeye ya da kişiye bağlılık duygusundan başka bir şey olmadığına göre, önce böyle bir duygululuğun nasıl oluştuğunu incelemek gerek insan yaşamında.

İnsanoğlunun duygululuğa erişme süreci çok uzun sürmüştür doğal olarak. Bu süreç, onun insanlaşma sürecidir ayrı zamanda. Duygululuğu “bir başkasına duyulan gereksinim” diye tanımlayan Bernard Muldworf, duygusal yaşamın tarih öncesini, yani insanın insanlaşma sürecini emek ve cinsel ilişkiyle açıklıyor.(15)

a- “(…) İnsansılardan insana geçiş, Engels’in ünlü kitabı Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ nde açıkladığı gibi, birlikte emek sayesinde gerçekleşmiştir. Yani ilk toplumsallığın kökeninde var olan şey emektir. Elin kullanılması beyni geliştirmiş, dille yapılan ortak iletişim düşüncenin, içsel konuşmanın, yani öznelliğin bütünüyle insansal sürecine olanak tanımıştır. Böylece bu insansal ve ilkel ortaklığın içinde insan ilişkilerinin ilk biçimleri ortaya çıkmıştır. Oysa ki, “ilkel sürü”nün içindeki ilişkiler hayvan topluluklarında görülen doğal ilişkilerdir. Bu insansal ilişkilerle birlikte doğal ilişkiler içindeki cinsellik de insansal ilişkiye dönüşmüştür.”

b- “(…) Cinsel ilişkinin insanlaşmasıyla duygululuk, yani hayvan içgüdüsüne karşıt olan bütünüyle insansal bir nitelik doğmuştur. Bu bakımdan cinsellik, duygululuğun kökenindeki kaynaktır.”

c- “(…) Bu ilk duygululuk, insan ve toplum yaşamının karmaşıklaşmasıyla ayrımlaşır ve başka duyguların oluşmasına neden olur; anababalık, kardeşlik, dostluk duyguları; dayanışma ruhu vb. gibi… Bu duyguların her biri, ilkel topluluğun yeni ve daha karmaşık yapılanmasını gerektirmiştir.”

d- “(…) Duygululuğun ve onun çeşitli dallarının bu gelişme süreci için bir evre gerekmiştir. Bu, insan varlığının insanlaşmasına yön vermiş olan evre kadar uzun bir evredir. Toplum gelişip karmaşıklaştıkça yeni duygu biçimleri köklü biçimde ayrımlaşmışlardır birbirlerinden.”

Muldworf, şu sözleriyle söylediklerine daha bir açıklık getiriyor, “İnsanın insanlaşması, onun kendisi tarafından insan olarak üretilmesi, insanın kendi dışındaki doğanın emekle, kendi içindeki doğanın da cinsel yaşamın değişik derecelerde düzenlemesiyle olanaklı olacaktır. İnsan, emekle kendi dışındaki doğaya, cinsel yaşamla kendi içindeki doğaya egemen olur. Burada, yasakların ve tabuların kökeni yatar. Cinsel birleşme gereksinimi doyuma ulaşmak için bir başkasını gerektirir; demek ki, toplumsaldır; özüyle de, gerçekleşmesiyle de toplumsallaştırılmış bir olgudur; bilinçli ya da bilinçsiz, istemli ya da istemsiz, bir dünya, bir insan kavrayışı barındırır içinde zorunlu olarak. (…) Hayvandaki belli bir orandaki doluluk, bazı görsel ve kokusal koşullandırmalar, karşı cinsten birey arayışını tetikleyen cinsel uyarım doğururlar. Erkekte (ya da kadında) bu tetikleyici rolü oynayanın aynı biyolojik ve doğal nedenler olduğu düşünülebilir. Ama bence öyle değil; pek çok nedeni var bunun. Cinsel uyarımın biyolojik yapımızın derinliğinden olanca doğallığıyla ortaya çıktığını kabul etsek de, doyuma ulaşmak için yalnız eş aramayı değil, eşin onayını, cinsel eylemin gerçekleşmesinin maddi koşullarını da içerir o. Yani cinsel uyarımın doyumunu zorunlu olarak erteleten, geciktiren bazı toplumsal kültürel dış dolayımlar vardır cinsel birleşme için. Bu gizli gizli bekleyiş evresinin süresi, yalnızca bireysel olmayıp tüm insan türünü ilgilendirir. (…) İlkel erkek bile avının üstüne atlayan bir hayvan gibi atlamıyordu kadının üstüne; kadının onayını bekliyordu. Bu onay, zamanın toplumsal ve kültürel koşullarına bağlı olup psikolojik, görel olarak karmaşık bir ilişkiler ağı barındırıyordu içinde.”

Hiç kuşku yok ki, binlerce yıl önce, insan duygululuğunun oluşmaya başlamasında ortak çalışma ve cinsellik iki temel neden olmuştur. Cinsellik ilkel komünal toplumla birlikte evlilik olarak kurumlaşmış, Engels’in dediği gibi, “ilk iş bölümü erkekle kadın arasında çocuk yaratma olarak başlamıştır.” Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı yapıtında, evliliği tarihsel süreç içinde incelerken onu, “grup evliliği” ve “karı koca evliliği” olarak ikiye ayırmış, sonra da karı koca evliliğini üç alt bölümde ele almıştır. (İki başlı aile, ataerkil aile, tek eşli aile) Bu aile biçimlerinden “grup ailesi” en kalabalık aile olup öbürlerine göre karmaşık bir yapıya sahiptir. Üretim biçimlerinin evrimleşmesiyle aile yapısı değişmiş, çok uzun yıllar sonunda birçok aileyi içine alan büyük aileler yerlerini kadın, erkek ve çocuktan oluşan bugünkü tek eşli aileye, çekirdek aileye bırakmıştır. Engels’in uzun uzun tanımladığı “grup ailesi” nde “iki başlı aile”de ve “ataerkil aile”de bireyler arasındaki ilgi ve duygululuk bağları tek eşli ailedeki kadar güçlü ve derin olmamıştır doğal olarak. Çünkü toplumlar yeni üretim biçimleriyle nitelikleşip aile küçüldükçe bireylerin arasındaki ilişkilerin, duyguların daha da yoğunlaşmasından, onların yaşamsal anlamda birbirlerine gösterdiği özen ve dikkatin artmasından, duygululuk biçimlerinin alabildiğine üreyip çoğalmasından daha doğal bir şey olamaz. Aile, bugün pek çok ülkede, ta vahşet ve barbarlık çağlarından sızan kimi olumsuz tortuların, psikopatolojik aile “reis”lerinin, toplumsal-ekonomik sıkıntıların cehenneme çevirdiği bir topluluk olsa bile, insan duygululuğunun en iyi mayalandığı, geliştiği bir birim olmuştur yine de. Özellikle annenin çocuğuna gösterdiği içgüdüsel yakınlık ve ilgi büyük etmendir bunda. Yeni doğmuş bir bebeğin, doğar doğmaz ve ondan sonraki belirli bir süre içinde annesini emmesi, onun büyük bir rahatlama, hoşluk ve haz duymasını, onun ilk sevgi nesnesinin annesi olmasını sağlar kuşkusuz. Bu nedenledir ki, bebek için en uygun “iklim”, en güvenilir bir sığınaktır anne kucağı. Amerikalı psikiyatr Karl Meninger, “Yiyecek verilmesi, bebeğin anladığı ilk sevgi belirtisi, onun sevgiyi tanımasıdır. Bunun içindir ki, beslenmenin simgesel değeri yaşam boyunca yüksek kalmaktadır” diyor. Meninger’nin dediği gibi, yemekli toplantıları, yemek çağrılarını, birlikte yemeğe çıkmaları insanlar arasındaki yakınlığı, duygululuğu oluşturup pekiştiren olgular olarak görebiliriz. Bunun yanı sıra, aile ortamı, bayramlar, çeşitli örgüt ve dernek toplantıları, ortaklaşa bir amaç için gösterilen çabalar, büyük doğal felaketler, ülkenin düşman saldırılarına uğraması ve ulusça kazanılan zaferler bir yaklaşım, bir duygululuk ortamında insanların birbirleriyle ilgilenmelerini, birbirlerini sevmelerini olanaklı kılabilir.

Duygululuk ve sevginin insanın insanlaşmasıyla, yani insanın dışındaki doğanın ortaklaşa emek, insanın içindeki doğanın cinsellik yoluyla değişip güzelleşmeye başlamasıyla oluştuğunu kabul edersek, sevginin oldukça yeni bir kültür ürünü olduğunu, ne kadar kirlenmiş olursa olsun, onun varlığını yadsıyamayacağımızı söyleyebiliriz. Vahşet ve Barbarlık çağlarına yabancı olup uygarlık çağının, yani dört bin yıllık ataerkil aile tarihinin içinde yerini alır özellikle o. Köleci, feodal ve kapitalist toplumların genel karakteri insanın insan tarafından sömürülüşü olduğu içindir ki, insanlar arası ilişkiler normalleşmemiş, rekabet, hırs, düşmanlık egemen olmuştur genellikle bu toplumlarda, 

Toplum bireylerinin rastlantıların akışı içinde yaşadığı, bu nedenle de korkunun, güvensizliğin egemen olduğu kaotik nitelikli kapitalizm, kendinden önceki üretim biçimlerindeki “özel mülkiyet kavramının tüm çelişkilerini geliştirmiş ve olgunlaştırmıştır.”(16) Sonuç olarak da, kapitalist üretim biçiminde çalışanların emeği (ürettikleri) onların kendi yaşamlarına yabancılaşmış, onların düşmanı olmuştur adeta. Çünkü, çalışanlar ne kadar çalışırlarsa o kadar yoksullaşmakta, giderek bu ekonomik yabancılaşma dinsel, hukuksal, yönetsel, dahası psikolojik yabancılaşmayı da yanında getirmekte, sonunda, “insansaldan hayvansala dönüşmektedirler emeğiyle yaşayanlar. Aynı şey, sermaye sahibi için de söz konusudur; o da başka türlü yabancılaşmıştır. Ona kişiliğini ve gücünü veren şey kendi içindeki öz değerleri değil, paradır.”(17) Bu karşıtlığın gerçek çözümü, “insanın insan olmayana dönüşümü demek olan yabancılaşmanın ortadan kalkmasıyla gerçekleşir Marks’a göre. Ondan sonradır ki, “insan özgür olacak, toplumsal dünyasını yeniden bulacak, ‘öteki insan’ da kendi benzerine saygı gösterecektir. “Öteki insan”la ilişkileri karşıtlık ve rekabet düzeyinde kalmayacaktır. (…) Yaratmış bulunduğu zenginlik dünyası artık başka insanın mülkiyeti olmayacağı için, insanla insan da barışmış olacaktır.”(18) Marks’ın özellikle gençlik yapıtlarında rastladığımız “yabancılaşma”, insanı insanlıktan çıkaran, insanı insana düşman eden, insanların sağlıklı bir ruhsallığa sahip olmasını, onların sağlıklı biçimde birbirlerini sevmesini engelleyen bir olgudur çünkü. Şöyle tanımlıyor yabancılaşmayı François Perroux: “Somut bir varlık olan insana, onu kendi kendinin bilincinden ve özerk karar verme yetisinden yoksun ederek zorla benimsetilen bir bozulmadır yabancılaşma. Bu durumda, kişi bir ceset ya da bir tutsak gibi şeyleşir. Şey olmanın iki biçimi vardır; karşımıza kim çıkarsa onun şeyi olmak ya da herhangi birinin şeyi olmak. (…) Yabancılaşma uykudur, özerksizliktir.”(19)

Özetlersek, emeğine, ürettiklerine, daha doğrusu kendi yaşamına yabancılaşmış kişilerin çoğunlukta olduğu burjuva toplumunda; sevgi, saygı, barıştan çok, nefret, düşmanlık, ikiyüzlü sahte duyguların egemen olacağı, nesnelerin kişileştirildiği, kişilerin nesneleştirildiği böyle bir toplumda saygının, barışın, sağlıklı, yetkin sevginin yaygınlaşamayacağı açıktır. Meta ve para fetişizmi (tapınca) kitlelere egemen olacak, “nesneler dünyası büyüyüp değer kazındıkça insanlar dünyasının değeri aynı oranda azalacaktır”(20). “Arz ve talep yasası”, yani “piyasa”, yalnız nesneler dünyasında değil, insanlar arası ilişkilerde de geçerlidir. Marksizm’e göre, “insanlar arası ilişkiler şeyler arası ilişkiler gibidir.” Para, burjuva toplumunda, en etkin ve en saygın değer ölçüsü olduğu içindir ki, akıllıyı ahmağa; ahmağı akıllıya; hırsızı namusluya, namusluyu ahlaksıza; güzeli çirkine, çirkini güzele; yaşlıyı gence, genci yaşlıya; sevgiyi nefrete, nefreti sevgiye dönüştürebilir. 16. yüzyılda doğmuş olan Shakespeare, sanki bu savı kanıtlarcasına, ta o zaman bile, para fetişizmini , paranın insan duygularını nasıl şaşırttığını, nasıl kirlettiğini, insan ilişkilerini ne yürekler acısı duruma getirdiğini şöyle dile getirmiştir Atinalı Timon adlı oyununda:

“Bağlar çözer dinleri; günahları kutsar,
Cüzzamlıya bile taptırır insanı; alır hırsızı,
Ünvan verir, şan verir, nişan verir,
Oturtur senatörle yan yana; budur kocamış dulu yeniden gelin eden,
Hastanenin, çıbanların görse kusacağı kadını
Allar pullar da ilkyazına kavuşturur.
Çekil karşımdan kahrolası çamur, İnsanlığın orta malı, orospusun sen,
Ulusları birbirine düşüren.”

İnsan psikolojisiyle uğraşmayan Marks, psikolojik bir kavram olan “yabancılaşma”yı kendinden önceki filozoflardan (Fichte, Hegel, Feuerbach) almış ve yabancılaşma olgusunu inceleyerek burjuva toplumundaki insan-doğa, insan-insan ilişkilerinin “anormalliğini” vurgulamıştır. Soralım şimdi; komünizm öncesine tarih öncesi diyen Marks’ın yabancılaşan insanın insan olmayana dönüştüğünü savladığı kapitalist toplumda yabancılaşmayı aşabilmiş, bilinçli, özerk insanlar, sağlam, sağlıklı sevgiler yok mudur? Elbette vardır. Kapitalizm, Lenin’in dediği gibi “hümanizm dışı” olsa da, burjuva toplumlarında da yaşamlarını “öteki insan”,(başkası), “öteki insanlar” (başkaları), insanlık, doğup büyüdüğü yurdu için feda edebilen, onları alabildiğine sevebilen insanlar var olmuştur, vardır ve var olacaktır. (Yalnız kapitalist toplumda değil, feodal, dahası köleci toplumda da vardır onlar) Bu, bir tür bilinçlenme ve yaratıcılığın yabancılaşmayı olumsuzlamasıdır. “Yaratıcılık, yabancılaşmanın tersidir. Gerçek özgürlük, yani yabancılaşmadan kurtulma, yaratmak, kendi kendini yaratmak, yapıtlar yaratmaktır,” diyor Roger Garaudy.(21) Buradaki yaratmak sözcüğü en geniş anlamıyla kullanılmıştır kuşkusuz ve bence bu yaratıcılığın en yetkin örneklerinden bazıları şunlar olmalıdır: “Başkası”nı hiçbir yarar ummadan, yalnız nitelikli öze yönelik olarak sevenler; temelinde insanlığa ve yaşama duyulan görkemli bir coşkunun yattığı, insan ruhunu yüceltici büyük sanat yapıtları üretenler; insanlık uğruna ömrünü harcayan, yaşamını hiçe sayan bilim adamları; içinde yaşadığı zorba yönetimden korkmadan, gerçeği dobra dobra dile getiren, savaşım veren, yürekleri yurt ve insan sevgisiyle dolu, bu nedenle de başlarına gelmedik kalmayan, dahası öldürülen yazarlar, ozanlar, politikacılar; gözünü budaktan esirgemeden kitlelerin başına geçip yurt bağımsızlığına öncülük eden karizmatik liderler, düşman saldırısı karşısında hiçbir yönlendirmenin etkisinde kalmadan, silahını kapıp göğüs göğse vuruşanlar; görkemli olabilecek yaşamlarını bırakıp ve her türlü olumsuzluğu göze alıp dünyanın bir ucundaki ilkel topluluklara yardımcı olabilmek için uğraş verenler; acılara, felaketlere koşan gönüllüler gibi…

Sonuç

1- Bilinçsiz doğadaki göze hoş gelen kimi görüntüler, sözgelimi, dişi bir hayvanın yavrusuna olan derin, içgüdüsel ilgisi; kuruyup çatlamış toprağın yağmurla buluşması; yeni patlamış bir çiçeğin ya da yaprağın güneşle yıkanması; altın rengi bir arının rengarenk çiçeklerin balözünde dolaşması ve daha nice bunun gibi doğal olgu, sevgiyi çağrıştıran şiirselliklerdir yalnızca. Sevginin dünyası, insanların dünyasıdır çünkü.

2- İnsanların metalaştırıldığı, insanlar arası ilişkilerin “piyasa” ilişkilerine bağlı kılındığı, paranın bir fetiş (tapınca) olarak kabul edildiği bir toplumda gerçek, doğru sevgiler çok azdır. Var olanlar da, her türlü toplumsal ve ekonomik yabancılaşmayı yok kılacak bir yaratıcılığa ve bilinçliliğe ulaşmış özerk kişiler için söz konusudur ancak.

3- Psikopatolojik özel durumlar bir yana, sevginin yönelimi, iyiye, doğruya, güzele, hoşluk verene doğrudur. Bize mutluluk vermeyen bir toplumda sevme eğilimlerimiz azalır, giderek körleşir, yani yaşamın bizi sevdiği, okşadığı ölçüde sevme gücümüz gelişir; olaylara, olgulara daha iyimser, daha hoşgörülü bakabiliriz en azından. Kişinin kendini mutlu olarak duyumsaması, sevgiye açılan bir kapı olabilir her zaman için.

4- Kültür, uygarlık, dahası sanatsal uğraşlar, sevginin oluşup olgunlaşmasında büyük etken olmuştur. Bugün, Anadolu’nun en geri bölgeleri olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki kimi yerlerde töre cinayetleri işleyenler, kendi öz kızlarını “namus temizlemek” uğruna öldürebilen ana babalar, feodal bir yapının, emekleri özgürleşmemiş tutsak ve ilkel insanlarıdırlar.

5- İnsana olan sevgi öncesinde, cansız nesnelere, (oyuncak, kitap v.b gibi) insan dışındaki canlılara (çiçek, hayvan v.b gibi) sevgi oluşturulması küçümsenmemelidir. Ama bugün İslam ülkelerinde, Kurban Bayramlarında küçücük çocukların gözleri önünde milyonlarca hayvanın boğazlanması, o körpecik ruhlarda şiddet ve korkuyu çoğaltan, sevgiyi körelten bir kıyım olayıdır kesinlikle.

6- Gerçek sevgi, karşımızdakine bütün içtenliğimizle davranma, onun isteklerini, umutlarını, düşlerini, acılarını ve sıkıntılarını, yani onun yaşamının bütün kıvrımlarını iz sürer gibi izleme, ona her an kol kanat geren, ona onun içinden bakan, bütün bu çabayı hiçbir yarar beklemeden mutluluk içinde yapma olanağı sağlayan bir bilinçliliktir. Gerçek sevgi, bir özgeçi, bir özdeşleşme değildir. Seven, kendi yararını göz ardı etse de, kendi kişiliğini ortadan kaldırmaz. Seven de, sevilen de öznedirler. Gerçek sevginin bulunduğu yerde yaşam acılarına karşı koymak kolaylaşır. Sevilen her şey, sevenin gözünde güzel ve mutluluk vericidir. Gerçek sevgi geniş bir bütünselliği gösterir; İncil’deki gibi komşunun kim olduğuna bakılmadan “komşunu sev!” öğüdüyle gerçekleşebilecek kadar kolay bir şey değildir o; büyük emek ister. Gerçek, sağlıklı sevgi, yalnız kendi çocuklarımızı, evimizde, bahçemizde beslediğimiz kendi hayvanlarımızı, tapulu malımız olan doğa parçasını sevmeyi değil, bütün evreni ve onun içindeki bütün güzellikleri sevmeyi de kapsar.

7- Sevmekle acımak ayrı şeylerdir, birbirlerine karıştırmamak gerekir. Schopenhauer’ın dediği gibi, “Acımak, her türlü bencil tutkunun dışında olan tek eğilim”, en içtenlikli duygumuz olsa da, sevgi değildir. Sevmediklerimize de acıyabiliriz çünkü biz.

Son Söz

Hiç kuşku yok ki, insan ilişkileri, köleci topluma göre feodal toplumda; feodal topluma göre kapitalist toplumda daha bir nitelik kazanmıştır. Toplumlar evrimleşip uygarlaştıkça aklın yaşama olan egemenliği göreli olarak artmış; insan-insan, insan-doğa ilişkileri göreli olarak düzelme yoluna girmiştir. Tarihte bulabiliriz bunun kanıtlarını. Bugün içinde yaşadığımız dünya, kapitalist metropoller tarafından ne kadar cehenneme çevrilirse çevrilsin; kin, öfke ve şiddet, onlar yüzünden ne kadar dayanılmaz duruma getirilirse getirilsin, insan dünyasının bir olgusu olan sevgi, daha güçlü, daha yaygın ve daha sağlıklıdır Ortaçağ’a göre. Eğer bir gün bütün yabancılaşmalar-dan kurtulmuş, özerk, bilinçli insanların oluşturduğu ve aklın egemen olduğu bir dünya gerçekleşirse, klasik Marksizm’in kesinkes öngördüğü gibi özel mülkiyet tarihe karışıp insanın insan tarafından sömürülüşü ortadan kalkarsa, yani bütün zincirlerinden kurtulursa insanoğlu, işte o zaman kimse kimsenin tutsağı olmayacak, iki yüzlü düzmece duygular, gerçek olmayan sevgiler, yanılsamalı sevgi görünümleri oluşmayacak, dürüst, duru, kirlenmemiş sevgiler uç verecektir içimizde.
 

Dipnotlar:

(1) Essais de Psychanalyse – Sigmund Freud

(2) Aşkın Anatomisi – Karen Horney

(3) L’être et Néant – Jean Paul Sartre

(4) L’homme de Sartre” – Pruche

(5) L’ être et le Néant

(6) L’ être et le Néant

(7) Sevme Sanatı – Erich Fromm

(8) Sevme Sanatı

(9) Kuruntu Zincirleri

(10) Sevgi ve Şiddetin Kaynağı – Erich Fromm

(11) Sevgi ve Şiddetin Kaynağı

(12) Sağlıklı Toplum – Erich Fromm

(13) Sağlıklı Toplum

(14) Aşkın Anatomisi

(15) Sexualité et Feminité 

(16) Elyazmaları – Karl Marks

(17) Elyazmaları

(18) Elyazmaları, Sunuş – Karl Marks

(19) Aliénation et Société Industrielle – François Perroux

İrfan YALÇIN

Bu yazı Bilim ve Ütopya’nın eylül 2011 (sayı: 207) sayısında yayımlanmıştır.

Kaynak Yazı: https://bilimveutopya.com.tr/index.php/sevgi-nedir

Ticari tıbbın önde gelen özelliği, tetkik yaptırmada ve ilaç kullanmada abartıdır. Doğru olan, başvurana ayrılacak yeterli bir süre içinde önce anamnez almak (hastanın derdini etraflıca sorup dinlemek), ardından yapılacak etraflı bir fizik muayeneyle tanıya yaklaşmak veya varmaktır. Yeterli emek ve zaman veren iyi bir hekim, bazen hiç tetkik istemez bazen gerekli olanların en azıyla yetinir. Tanı ne kadar kesinse tedavi de o kadar basitleşir. Söz konusu olan ilaç tedavisiyse, iyi hekimlikte esas, en az sayıda ilacı en az dozda kullanmaktır. Çünkü, bedene zarar vermeyen ve yan etki yapmayan ilaç yok gibidir.

Hastayı müşteri veya savılması gereken herhangi bir nesne olarak gören ticari tıpta hekim daima az sayıdadır, zamanı ve emeği kıymetlidir; hastalar ise daima çoktur, verilenle yetinmesi gereken ve üstelik üzerinden en çok kâr elde edilecek nesnelerdir. Ticari tıp evrenseldir; günümüzde kapitalizmin baskın tıp anlayışıdır. Ticari tıp hem kamusal sağlık kurumlarında hem özel sağlık kurumlarında egemendir.

Ticari tıpta verilen her sağlık hizmetinin, kullanılan tüm malzemelerin, cihaz ve ilaçların, sağlık kurumlarının fiziksel mekânlarından yararlanmanın ve en önemlisi de zamanın bir maddi karşılığı bulunur. Arz, talep, zaman, hizmet, kâr denkleminde hastanın tanısına en kısa zamanda varılması, tedaviye geçilmesi, bu aşamada en yüksek düzeyde para kazanılması gerekir. Böyle bir sistemde tıp biliminin ve uygulayıcılarının ilaç şirketlerinin güdümüne girmesi kaçınılmazdır. Tıp bilimi genelde kapitalizmin, özelde ilaç şirketlerinin, cihaz üreten firmaların, sigorta kuruluşlarının ve alana en az para yatırmak isteyen devletlerin denetimindedir.

Bilimsel tıp nerededir peki? Ütopik ideal tıpla (sosyal tıpla) ticari tıp arasında bir yerlerdedir. Kimi kez etik tıbba yaklaşır, çoğun ticari tıbba daha yakındır. Okuyucunun az çok bildiği bu gerçekleri sadece önemli olduğu için anımsatmak istemiyorum başta. Konuya, sorunun esası olarak gördüğüm gerçeklikten girmeyi bilerek seçtim.

Sağlıklı yaşam için neler yapılması gerektiğini pek çok insan biliyor. Hastalıklardan korunmak ve kurtulmak için sağlıklı beslenmek şart örneğin. Gerçi o noktada da (sağlıklı beslenme konusunda) büyük görüş farklılıkları mevcut; fakat konuyu öğrenip iyi bir yol tutturmak her zaman mümkün. Hareketli yaşamak ve egzersiz yapmak gerekiyor. Havadan ve gıdalarla alınacak zehirlerden olabildiğince uzak durmak gerekiyor. Sigara içmemek, fazla alkol kullanmamak… Bunlar biliniyor da uygulayan kim? Çok küçük bir azınlık. Ondan sonra gelsin kalp-damar sorunları, kanser, bin bir çeşit öldüren, süründüren hastalık.

Devletlerin, toplumların ve doktorların genel yaklaşımı da şu: Hastalıkları önlemek ve uzun dönemde onlardan kurtulmak için emek, eğitim ve denetim gerektiren çalışmaları boş ver! Hasta karşına gelmişse, dayan ilacı ve en kısa zamanda şikâyetini gider. Hem sen kazanırsın hem zamanını ekonomik kullanırsın hem de ilaç şirketin kazanır, sigortan kazanır. Hastaya uzun dönemde sonuç alacağı birtakım şeyleri anlat anlat nereye kadar? Söylersin söylersin ter dökersin, bir kulaklarından girer ötekinden çıkar; yüzde doksanından fazlası dediklerini yapmaz. Öyleyse gelsin ilaçlar!

Psikiyatri alanı ve ruhsal sağlık konusu da farklı değil aslında. Ruhsal sağlığın korunup geliştirilmesi için neler yapılması gerektiği de biliniyor. Bunun için yabancılaşma sorununu halletmiş, sevgiye ve saygıya dayanan bir toplum yapısı örmek şart: Zorda kalana hemen yardım edilmesini garanti altına alacak bir dayanışma duygusu… Bunu sağlamak insanlara spor yaptırmaktan da zor. Çünkü bir sistem sorunu. Kapitalizm, insanların birbirlerinin kafasını ezerek yükselmesini öngören, bunu yapmayanları cezalandıran bir düzen. Böyle bir toplumda ruhsal sağlıktan eser bulmak mucize. O zaman insanların büyük ya da küçük gruplar kurarak, adacıklar yaratarak, topluma, sisteme rağmen ayakta kalmaları seçeneği kalıyor geriye. Bu da yapılamıyorsa kişisel olarak her şeye karşın güçlü kalabilme… İnsanın her bakımdan kendini geliştirmesi, eğitmesi, her türlü zorluğa karşı ruhsal bakımdan silahlanması… Bunlar da her zaman herkes için olası değil. Sonuç: Yüzde ellilere varan depresyon patlaması, artan nevrozlar, uyuşturucu ve alkol bağımlılıkları, kişilik bozuklukları…

Herhangi bir psikiyatr, kısıtlı bir zamanda önüne gelen hastaya en kısa zamanda tanı koyup tedaviye geçmek zorunda. Tanı-tedavi için, hastaya yol göstermek için, çevre düzenlemeleri için, psikoterapi için ne kadar çok zaman harcarsa kendinden o kadar çok şey vermiş olacak; hastanın şikâyetleri de belki o kadar ayak direyecek. Az veya orta paralı hastalarla çalışan kısıtlı zamanlı çoğu psikiyatr, bu durumda öncelikle ilaç tedavisine yönelecektir. Böyle bir durumda böyle bir yönelimin getirileri her bakımdan yüksektir.

Buraya kadar anlattıklarımdan tıpta ya da psikiyatride ilaç tedavisine sıcak bakmadığım sonucu çıkarılabilir. Gerçekse bunun tersidir. Tıpta ve psikiyatride ilaçları fazlasıyla önemseyenlerden biriyim. Fakat ticari tıbba göre değil, bilimsel tıbba göre; ancak gerektiğinde, yeteri kadar ve en az sürede kullanıldığı takdirde. Hastaya verilen emek oranında, ilaç tedavisine duyulan gereksinimin azalacağına inananlardanım. Başka deyişle -eğer zamanınız varsa- çok psikoterapi en az ilaç ideal olandır.

Hiç ilaçsız yapılabilir mi? Böyle bir şey mümkün değil. Neden mümkün olmadığını az ilerde tartışacağım. Bırakın hiç  ilaç  kullanmamayı, içinde bulunduğumuz koşullarda ne yazık ki az ilaç kullanmak da çoğu durumda mümkün değil. Karşınıza bir akıl hastası getirilmiş. Aile koşulları çok kötü, onunla ilgilenebilecek yakınları yetersiz; mecbursunuz, az ilaç kullanamazsınız. Hastaneye yatırmanız gerekli. Bir serviste elli hasta var, bir hemşire bakıyor hepsine. Mecbursunuz, az ilaç veremezsiniz. Poliklinikte depresyonlu bir kadınla karşılaştınız. Yeterli vakit ayırabilseniz belki ilaçsız idare edebilecek, düzelecek. Fakat haftalar boyu bu konu üstünde çalışmanız gerek. Buna rağmen başarı şansınız düşük. İkide bir dayak atan kocasına nasıl katlanması veya katlanmaması gerektiğini anlatmanız, onu eğitmeniz aylarınıza mal olabilir, üstelik büyük olasılıkla yine başarısız kalacağınızı da şimdiden kestiriyorsunuz. Ama depresyonu devam ettikçe sorunlar daha büyüyor, ya intihar çıkacak sonuçta ya cinayet veya en azından bedensel sağlık da güme gidecek. O zaman mecbursunuz ilaç vereceksiniz, hem de yüksek doz vereceksiniz. Yine de buradaki denklem şudur: Ne kadar ilaç dışı destek varsa ilaç gereksinimi o kadar düşer.

Evet, hiç ilaçsız yapılabilir mi? Burada psikiyatride ekol farklılıkları sorununa dalmış bulunuyoruz. Kişisel olarak organik-biyolojik psikiyatriyi çok önemseyen ve onun ilkelerini önde tutan bir anlayıştayım. Bu psikoterapinin önemini hiçbir şekilde dışlamıyor. Esas olan bozulmuş organik sistemi düzeltmektir, somatik ve ruhsal tedaviler burada birlikte yürütülür. Psikoterapi olarak da en kısa yoldan sonuç alıcı, başarı düzeyi en yüksek ve en somut terapi şekli olan bilişsel psikoterapiye (kısmen de davranışçı yönteme) saygı duyuyorum. Başvuran kişiye sorunuyla ilgili ayrıntılı bilgi vermek ve süreç içinde durumu denetleyip bilgileri pekiştirmek bile başlıbaşına terapidir, etkili bir terapidir; ama tabii ki çoğu durumda tek başına yeterli değildir, psikoterapi bu ölçüde basit değildi.

Psikiyatrik hastalıklarda da bozulan değişik psikiyatrik hastalıklarda değişik oranlarda olmak üzere bedendir; daha doğrusu onun içindeki özelleşmiş organ olan beyindir. Birçok hastalıkta, beyinde bozulanın ne olduğu maddeten gösterilebiliyor artık. Bundan kırk elli yıl önce beyindeki belli, gösterilebilir maddi bozukluklardan kaynaklanan psikiyatrik hastalıklara “organik akıl bozukluğu” denirdi. Beyindeki kaynağı kesin biçimde gösterilemeyen hastalıklara da “işlevsel bozukluk”… Şimdi artık işlevsel bozuklukların (depresyonun, panik atağın, psikozların vb.) beyinde ne tür bir arızadan kaynaklandığı biraz kabaca da olsa biliniyor ve verilen tedaviler de bunları düzeltmeye dönük işlev görüyor. Öte yandan birçok hastalığın ne tür genetik bozukluklardan kaynaklandığı da açığa çıktı. Belki beş on yıl içinde hemen hepsinin hangi gendeki bozukluktan kaynaklandığı gösterilecek.

Elbette tüm bu nesnel gelişmelere karşın, klasik psikolojizmde ayak direyenler hâlâ hâkim. Büyük bir sektör bu. Çok kişi ekmek yiyor; bazıları çok fazla ekmek yiyor. Diyorlar ki o kesimden insanlar, ne kadar organik kanıt gösterirseniz gösterin, ruhsal olan belirleyicidir. Ruhsal olandan kastettikleri kişinin yaşam olayları, ailesi, yetişme çevresi, çevre koşulları, cinsel tecrübeleri vs. Yaşam olaylarının olumlu-olumsuz etkisi zaten inkâr edilmez. Fakat hangisi belirleyicidir? Önce beyinde bir bozukluk mu var ya da beyinde bozukluk sonradan bir şekilde oluşuyor ve kişinin davranışlarını ve çevre ilişkilerini mi belirliyor; yoksa gerçek bunun tam tersi mi? Örneğin depresyona yol açan şey öncelikle beyinde bazı biyokimyasalların az üretimi mi; yoksa kişi önce bazı ruhsal travmalara uğruyor, üzüntülerle karşılaşıyor, sonra mı beyin biyokimyası bozuluyor? Klasik psikolojizmi izleyenler tereddütsüz ikincisine kıymet veriyorlar. Oysa pek çok durumda organik olanın belirleyiciliği ve öncelliği çok zor reddedilebilecek bir gerçeklik.

O noktada benim kanım şu: Psikiyatrik bozukluğun şiddeti ne kadar yüksekse (örneğin psikozlar, majör depresyonlar, ağır kişilik bozuklukları) genetik etmen ve dolayısıyla beyindeki bozukluk öncel belirleyicidir. Daha doğrusu, ağır beyinsel organik bozukluklarda (güçlü genetik eğilim taşıyanlarda) kişinin psikiyatrik bir klinik tablo göstermesi çevre koşulları, yetişme şartları ne olursa olsun kaçınılmazdır. Böyle kişilerde uygun çevre koşulları, ağır gitmeyen yaşam olayları, koruyucu ve tedavi edici girişimler hastalığın ortaya çıkışını engellemiyor, sadece onu hafifletiyor. Ama kişinin beynindeki psikiyatrik olarak araz oluşturabilecek bozukluk, ister genetik yönden ister güncel biyokimyasal bakımdan hafifse, kişinin yaşam olayları, çevre, aile koşulları, eğitim düzeyi belirleyici oluyor. Başka bir deyişle psikiyatrik bir bozukluk ağır seyrediyorsa organik etmen büyük olasılıkla başattır, önceldir. Böyle durumlarda psikoterapinin yanında ilaç tedavisi uygulanması da kaçınılmazdır.

Daha somutlarsak, dünyada insanların büyük çoğunluğu ağır yoksulluk ve yoksunluk koşullarında, ruh sağlığını ciddi biçimde tehdit eden olaylarla karşılaşarak yaşıyor. Bunların bir kısmında, diyelim yarısında klinik yönden tedavi gerektiren depresyon ortaya çıkması anormal değil, normaldir. Lakin tüm bu koşullara karşın psikiyatrik yönden tamamen normal kalabilenler de azımsanmayacak bir orandadır. Ama “majör depresyon” dediğimiz türde çok ağır seyreden bir depresyon varsa kişide, orada genetik, biyokimyasal, organik etmen çok büyük bir ihtimalle önceldir, esas belirleyicidir. Böyle bir ağır depresyon olgusu tedavinin başlarında psikoterapiye hiç uygun değildir. Birçok akut psikozda görüldüğü gibi. Tek seçenek bedensel tedavidir.

Az ilaç bol psikoterapi dedik ya, pratikte bunu uygulayanlar iyi hekimdirler, diye bir şey de söyleyemeyiz. Neden mi? Daha çok özel işyerlerinde görüldüğü üzere bu ilkeyi uygulayan pek çok psikiyatrın hitap ettiği hasta kitlesi zengin hastalardır. Saati 150-250 YTL’den yeteri kadar müşteriniz varsa bu koşullarda bol psikoterapi, “az veya yok ilaç ilkesi” uygulayabilirsiniz. Ama bu sizin ille de iyi hekim olduğunuz anlamına gelmez. Hastalarınıza, aldığınıza karşın ne oranda iyileşme verdiğiniz önemlidir esas.

Şimdi, psikanalitik veya psikodinamik yönelimli psikiyatri hakkında bazı şeyler söylemek istiyorum; zorunludur: Genel anlamda az ilaç, bol psikoterapinin daha uygun olduğunu söyledik ya, tam da bunu yapan psikanalistler iyi psikiyatriyi, bilimsel psikiyatriyi mi temsil etmektedir? Kanımca gerçek, bunun tam tersidir. Freud kaynaklı psikiyatrinin tümüyle bir safsata, bir sahte bilim olduğuna inananlardanım. Psikiyatrik bozuklukların oluşumuyla ilgili olarak söz konusu kuramın neredeyse tüm önermeleri hurafeden ibarettir. O yüzden bol psikoterapi yapan her meslektaşın iyi hekim olduğunu söylemek çok zordur. Başlangıçta söylediğimiz bir beklentiye tam paradoks bir gelişme. Birçok psikanalist, ilk görüşme bir yana, ardından on görüşme geçtikten sonra bile belirgin bir tanı koymaya yanaşmaz. Tedavi süreci de aylara değil yıllara yayılmıştır. Başka bir yaygın hastalık olarak terapi gelişmiştir artık. Böyle bir psikiyatri anlayışının büyük çoğunlukla ticari tıbbın bir parçası sayılması gerektiği açıktır.

Buna karşın, hastalarının pek memnun kaldığı çok fazla sayıda psikanalist bulunduğunu inkâr etmiyorum. Buna da hiç şaşmamak gerekir; insan budur. Öte yandan, içlerinde gerçekten, yani nesnel bakımdan da hastalarına yararları dokunan hekimler az değildir. Bazılarının iyi hekim, iyi psikiyatr olduklarını da yadsımıyorum. Bunun nedeni, kuramın saçmalığı, uygulamanın tuhaflığı bir yana, terapistin hastaya gösterdiği ilgidir. Verilen emektir. Ayrıca, hiçbir dişe dokunur şey yapılmaması bile, terapi sürecinin önem verilen bir iş, aktartılan hisler olarak kendisidir.

Nöroloji-psikiyatri-psikoterapi üçlemesinin kendi içindeki ilişkilerine, bağlantılarına gelince: “Nöroloji”yi başlıbaşına ayrı bir disiplin sayıyorum. Ağırlıklı olarak ruhsal arazlarla kendini göstermeyen tüm organik sinir bozuklukları onun konusuna giriyor (cerrahi olanlar haricinde). Uyku ve epilepsi gibi ortak konularımız da var. Bu türden hastalıklarda ruhsal, psikolojik araz ne kadar öndeyse, psikiyatriye ağırlıklı olarak girer sorun; ruhsal araz gerideyse, tümüyle nörolojinin konusudurlar. Psikiyatri ise hem organik etmene hem psikoterapiye (bunun  gerçekten  bilimsel  olanına) yoğunlaşmak  zorundadır.  Psikoterapiden hiç anlamayan psikiyatrist tipi, güzel bir tip değildir. (Sadece özel bir dalda çalışmıyorsa, genel hastalara bakıyorsa…) Psikiyatrist olmayan psikoterapistlerin psikiyatrik bozukluklara müdahalesi ise alan ihlali yapılmaksızın, belli ilkelere uyularak, her şeyden önce profesyonellerin kendi öz denetimleri çerçevesinde yürütülmelidir.

Son olarak psikiyatrinin anormalleri normalleştiren, tepkileri yatıştıran bir kurum olarak gerici bir düzen kurumu olduğu eleştirisine değinmek isterim. Bu eleştiride kısmen haklılık payı vardır. Ancak, tüm tıp için ve hizmet sektöründeki hatta üretimdeki her iş için geçerli sayılabilir aynı eleştiri. İnsanlar hastalansınlar, ölsünler, tedavi etmeyelim; insanların yaşamını kolaylaştırmayalım, zorlaştıralım; bunalıma girsinler, toplum krize girsin ve böylece sisteme karşı bilinçlenme artsın yönünde düz mantığın eseridir psikiyatriyi topyekûn düzen kurumu kabul eden eleştiri. Şu unutulmamalıdır, kişisel veya toplumsal krizler her zaman bilinç ve devrim üretmiyor; genellikle daha kör bilinçsizlik, saldırganlık ve faşizm üretiyor.

Dr. Kaan ASLANOĞLU

Dr. Kaan Aslanoğlu 1959 doğumlu, 1984 Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezunu. 1990 yılında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde psikiyatri uzmanı oldu. Yirmi yıl aktif hekimlik yaptıktan sonra şimdi daha çok yazarlık yapıyor. 10 romanı ve 6 inceleme kitabı var. İnceleme kitapları: Yanılmanın Gerçekliği, Politik Psikiyatri, Futbolun Psikiyatrisi, Memleketimden Karakter Manzaraları, Psikiyatri Elkitabı, 5. Sanattan 5. Kola: Orhan Pamuk. Ayrıca “insan doğası ve sosyalizm”, “Evrim süreci ve insan”, “kişilik ve genetik belirlenim” en çok üstünde durduğu konulardır.

Bu yazı Bilim ve Ütopya’nın ocak 2009 sayısında yayımlanmıştır.
 

Kaynak Yazı: https://bilimveutopya.com.tr/index.php/ticari-psikiyatri-bilimsel-psikiyatri

Çeviren Editör: Sebahattin Sumeli

Büyüme ile gelişme diye nitelendirdiğimiz süreçler farklıdır. Büyümede ruhsal bir gelişme olur, duygular değişir; aslında içimizdeki çocuk giderek daha az korkan, daha fazla çalışabilen, daha fazla sorumluluk üstlenen, daha fazla sevebilen biri hale geliyordur. 

Büyüme her zaman bir ilişki içinde oluşur. Bu ilişkiye büyütme ilişkisi de denir. Büyütme ilişkisi ise daha büyümüş bir insanın daha büyümeye gideni kendi seviyesine çıkartma çabasıdır ve en fazla bizi büyüten kadar büyüyebiliriz. 

Büyütme ilişkisinin orijinal şekli ebeveyn ve çocuk arasında yaşanır. Bütün büyütme ilişkileri tabiatı gereği hiyerarşik ilişkilerdir. Büyütenin büyüyen üzerinde bir ağırlığı ve yaptırımı vardır. Her zaman büyüten daha fazla seven, büyüyen daha ihtiyaçlı olandır; ihtiyaçların karşılanmasında büyütülenin önceliği vardır, buradaki tüm sorunlarda büyüten kendi nefsini arka plana atarsa çözülebilir atmazsa sorunlar karmaşıklaşır. 

Gelişme ise becerilerimizle, zihnimizle ilgili sürece işaret eder. Genel olarak, gelişme, yeterliliğimizi arttırır, meselelerle veya hayatla baş etme yeteneğimizi artırır. Büyümenin kesintisiz sürebilmesi için gelişme ile edinilen yeterlilik de gereklidir. 

Elbette ki bizi büyütenlerden daha bilgili, daha iyi mesleklerin sahibi olabiliriz, ama bu edindiklerimiz, zihnimizin daha gelişmiş olması, bizi onlardan ruhsal olarak daha büyümüş yapmaz, daha bilgili yapar. Bir çoban bir bilim adamından ruhsal açıdan daha büyümüş olabilir. 

Ruhsal büyümenin en önemli parametresi sevme kapasitemizin düzeyi ve bunun hayat içindeki tezahürlerini gerçekleştirebilme becerimizdir. Sevme kapasitesi arttıkça, paylaşabilme, işbirliği yapabilme, yardımcı olabilme, sorumluluk üstlenme, karşındakinin iyiliğini isteyebilme özellikleri gelişir. 

Bunlarla beraber çalışma, yoğunlaşma, üretebilme kabiliyeti de artar. Bütün bunlara paralel olarak mütevazılaşma da gerçekleşir; sevme kapasitesi artarken narsisistik özellikler azalır. Bir insan birçok önemli şey oluşturduğunda kendisini önemsemesi de buna paralel olarak artıyorsa bu durumda ruhsal büyüme olmuyordur; kişi başarılı oluyordur, zenginleşiyordur, statüsü yükseliyordur, ama büyümüyordur. 

Gerçek bir büyümede insan yapabildiklerinin kendisine verilmiş olanlarla, koşullarla ilgili olduğunu, başarılı olmanın insanın insan olma gerçeğini değiştirmediğini farkeder. Bir insan için en olası durum bizi büyüten insanların ruhsal düzeylerine erişmektir; sevmeyi onlardan aldığımız sevgi ile biliriz ve sevildiğimiz dar sevebiliriz; sevme kapasitemiz onlarınki kadardır.

Genel olarak sağlıklı bir büyüme ortamı, hem bebeğe/çocuğa gelişmesini ve büyümesini sağlayan bir malzeme verir, hem de anne babanın çocuğa örnek olması ile verilen malzemenin nasıl kullanılması gerektiğini gösterir.

Burçak Akdeniz

İnsanlar sosyal olarak uyum, toplumsal düzeni sürdürmeye yönelik görev duygusuyla dolu olduğundan, yetişkin sorumluluğu çerçevesinde davranır ve bu toplumca kabullenilmeyen davranışların gelişmesini önler. Kişisel alanda, toplumdan ayrışmamak için, oto kontrolü elden bırakmayacak şekilde güdüleniyoruz. Çünkü insanlar dıştan onay beklerler. Bu yüzden o toplumsal alandan onay ve takdiri elde edebilmek adına ki bu uzun vadeli hedef oluyor, kısa vadede haz veren arzu-istek- haz adı neyse bunu ötelemeyi öğreniyoruz. Fakat bazen biriyle aramızda öyle bir çekim oluyor ki, içten içe sevme ve sevilme ihtiyacı, romantizmden alınacak haz ile toplumun değerleri çatışmaya başlayabiliyor.


Mesela o kişiyle aranda bir kimya olduğunu hissediyorsun ve onu fiziki boyutta yaşamak, dokunmak ne bileyim koklamak istiyorsun sonra bir şey oluyor, devreye kaygı, korku ve en önemlisi toplumsal ihtiyaçlar devreye giriyor ve birden o hayalindeki insanı duygusal olarak yaşamayı tercih etmek yerine bir ton bahane sürüyoruz. Misal işte kariyer, aile yapılarının farklı olması, mesafe, dini tercihler, ya da basitçe eğitim ( eğitim doğru değil pek öğretim diyelim) farklılığı.


Aslında bu sınırlar direncin özü olarak bizlerin koyduğu o sınırlar oluyor. Çünkü her şeyin başında sevmeye ve sevilmeye bu kadar ihtiyaç duyarken bir yandan da bu duruma açık olmayışımız yatıyor. Bir şeye açık olmak da aslında çocukça bir rahatlığa boş vermişliğe ihtiyaç duyuyoruz ki bu yetişkinlerin yapmadığı-yapamadığı bir şey. Çünkü toplumsal saygınlık, onay ihtiyacı bu şekilde davranmanın önüne geçiyor.
Yani bu romantizm sevme sevilme sürecinde, yetişkinlerin okul öncesinden beri getirdiği, kendini koruma, red edilme, kabul görme, utanç ve yas ile alakalı korkularının üstünden geçmesi gerekir. Küçük bir çocuk gibi davranmayı yeniden becermesi gerekir. Çünkü aşk meşk sürecinde yetişkin gibi olmak, kontrolü elde tutmaya çabalamak işe yaramaz.


Yetişkinler için kişinin hayatının herhangi bir bölümünün kontrolünden vazgeçmesinin zor olduğunu biliyorum. Toplumda çoğu yetişkin, zamanın, paranın ve makul olmanın gücüne saygı duyan mantıklı, sürdürülebilir yetişkin davranışlarıyla öne çıkan çok saygın, sorumlu bir kariyer ve rasyonel, bağımsız bir yaşam tarzı yarattı. Fakat işte bir noktada onurlu yetişkin yaşam ruhsal boyutta bir paylaşıma ihtiyaç duymasına engel olmuyor. İnsan ruhunu paylaşacak birini arıyor.


Olgunluk kariyerde, hizmette, toplumsal, sosyal sorumluluk gerektiren rolleri oynarken işe yarıyor ama maalesef bu durum romantik ilişki sürecinde böyle işlemiyor.


Bu hayatta dikkatimizin çoğunu hissetmek ve düşünmek için harcıyoruz. Ve bazen duyusal durumumuz, zihinsel durumumuz ile çatışmaya başlıyor. Yetişkinlik dönemine kadar yaşadığımız hayal kırıklığı, saygınlık kaybı ve kontrol kaybı korkumuz devreye giriyor ve bunları bilinçli olarak salıvermediğimiz sürece, duygusal yaşamımızı yok sayıp bastırıyoruz. Çünkü insanlar kendini korumak istiyor. Acı çekmek, acıdan geçip iyileşmek yerine kendine bahaneler bulup o romantizmi yaşamak yerine akla yatkın savunmalar ile duygularını hapsediyor. Duygular, fiziki ve zihinsel beden arasına sıkışıp kalıyor. Böylece her hayal kırıklığında kendini aptal gibi hisseden insanlar yeni deneyimlere kendini kapatıyor. Çünkü içten içe hayatta kalma içgüdüsü devreye giriyor.


Bu şundan kaynaklanıyor, eskiden savaşlar ve kıtlık vardı. Güçsüz olanlar, genelde hayatta kalma becerisi gelişmemiş, strateji yapamayanlar ( çocuklar ) ölüyordu. Yetişkinler her şeyi öngörmek ister, saçma sapan hatalar yapmak, toplumsal olarak başarısız, değersiz hissetmek istemezler. İşte burada taktikler güç oyunları devreye girmeye başlıyor. Çoğu insan aşkı sevgiyi romantizmi buluyor ama bunu sürdüremiyor. Çünkü her bireyi biricik ve tek olarak keşfetmek yerine, önceki deneyimlerini referans alarak kabuğuna çekiliyor. Biz yetişkinler diğer yetişkinlerle anlaşmalar yapar ve sözler veririz ve çeşitli sosyal ortamlardaki davranış beklentilerine ilişkin çok sağlam bir zihinsel yapı oluştururuz. İşe gitmek, faturaları ödemek, fiziksel olarak sağlıklı kalmak vb. gibi hayatta kalma konusunda bazı ihtiyaçlarımızın olduğu alanlarda, yetişkinlere yönelik ÖNGÖRÜ ve KORUMA bilgimiz kritik öneme sahip olmaya devam eder. Ama işte aşk ilişkileri bambaşka bir şeydir. Aşk, hayatta kalma zekasının TERSİDİR. Aşk güven gerektirir. Aşk, “savaş ya da kaç” tepkimizi kontrol eden ilkel zihnin ötesinden gelen bir duygudur. Kısa süreli ilişkileri olan birçok insanda bu vardır, korkunun verdiği kontrol etme durumu. İlkel beyin hayatta kalabildiği için toplumca ödüllendirilme kaygısıyla az da olsa sevildiğinde ya da sevdiğinde kaçmaya başlar. O yüzden aşk meşk ilişkilerinde hep bir çocuk saflığında kalmaya, önce kendine ve sonra başkasına güvenmeyi öğrenmek gerekiyor.

Romantik ilişkiler yeterince zordur, peki ya partneriniz otistikse?

Ben otizmliyim .

Ben (Sarah) bunu otuzlu yaşlarımın başında (hala buradayım) öğrendim, ancak bu tüm hayatımın çok daha anlamlı olmasını sağladı.

Kocam nörotipiktir ya da en azından düşünme ve etkileşim şekli bakımından benden daha genel görüşlüdür; ancak kocamla tanışan hiç kimse onun “tipik” olduğunu düşünmez. Nörotipik kelimesi zaten bir tür yanlış adlandırmadır, çünkü gerçekte “tipik” bir beyin yoktur – her bir beyin farklıdır – sadece bazıları diğerlerinden daha fazla açıdan daha farklıdır.

10 yıl önce tanıştığımızda (neredeyse bugüne kadar!), tanıyı değil, yalnızca birbirimizi tanıyorduk. İlişkimiz son derece alışılmadık bir gidişat boyunca gelişti; kabaca ” buluşma ” olarak tanımlanabilecek (üç veya dört ziyaret ve çok sayıda uzun mesafeli sohbetten oluşan ) yalnızca üç aylık bir sürenin ardından birlikte yaşamaya başladık. Sonra her yeni çiftin yapacağı gibi ben onun özelliklerini öğrenmeye başladım, o da benimkini öğrenmeye.

Başlangıçta ikimiz için de bazı zorlu zamanlar oldu. İletişim farklılıklarımız ortaya çıkmaya devam ederken, belki de “tipik” bir paylaşımdan daha fazla, artan acılardan payımıza düşeni aldık. Ancak her çekişme anı bizi birbirimizi daha doğru anlamaya yaklaştırdı.

Geriye dönüp baktığımızda, ikimiz de gerekli araçları kullansaydık işimizi kolaylaştıracak bazı önemli şeyleri belirleyebilirdik. İlk yıllarımıza dair hiçbir şeyi değiştirmeyecek olsak da, yıllar içinde birlikte çözdüğümüz bazı şeylerden yararlanabilecek nöroçeşitliliğe sahip çiftler olması ihtimaline karşı bu gözlemleri paylaşmak istedik.

Otistik Partner

Otistik bir kadın olarak nörotipik partnerimin özellikle otizmim/tuhaflıklarım/özelliklerim/ nöroçeşitliliğim ile ilgili olduğunda bilmesini ve/veya yapmasını istediğim “ilk 5” şey nelerdir ?

*Her zaman, her zaman, her zaman iyi niyetli olduğumu varsayalım.

*Kendimi diğer insanların yaptığı gibi savunamayacağımı anlayın, ancak bunun size benim hakkımda konuşmak zorundaymışsınız gibi hissettirmesine izin vermeyin. Sesimi öğrenin ve onu boğmadan yükseltmenin yollarını bulun

*Sözlerinizin, özellikle duygusal açıdan yüklüyse, siz söyledikten sonra saatlerce, bazen günlerce kafamda yankılandığını unutmayın. Bunu değiştirmek için tekrarları görmezden gelmeye çalışmaktan başka yapabileceğim çok az şey var

*Duygularım olduğunu ve görünür yüzeye nadiren ulaşsalar bile bunların son derece keskin ve çoğunlukla uzun süreli olduğunu bilin .

*Seni ifade edebileceğimden daha derinden seviyorum ve bunu yeterince sık söylemiyorum ya da göstermiyorum çünkü zaten bildiğini varsayıyorum.

Peki, benim otistik özelliklerim ile ilgili olan “en alttaki 5” (acil durumlara rağmen) Larry’nin bundan kaçınması durumunda yapmasını asla istemeyeceğim şeyler nelerdir?

  1. Kelimelerimi bulmaya çalışırken ama konuşmam normalde otistik olmayan bir kişiden beklenebileceğinden daha uzun sürdüğünde benden uzaklaşmayın.
  2. Beni hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir şekilde, herhangi bir nedenle zor durumda bırakmayın (kamuoyunda hakkımda yeni bir şeyler ortaya çıkarmayın).
  3. Alt metni okumamı ve okumadığımda üzülmemi beklemeyin; eğer bir şeyi yapmamı istiyorsanız bana doğrudan söylemeniz gerekir, dolaylı olarak değinmeyin veya suçluluk duygusundan dolayı bunu kendim yapmaya karar vermemi sağlamaya çalışmayın . ya da görev ya da merak.
  4. Asla ama asla birisini evime habersiz getirmeyin (evet, bu durumda burası “benim”, “bizim” değil).
  5. Otomatik olarak bir etkinliğin veya yeni aktivitenin benim için çok fazla olacağını veya eğlenceli olmayacağını varsaymayın; potansiyel olarak aşırı teşvik edici fırsatları geri çevirmeye karar vermeden önce önce bana sorun.

Nörotipik Ortak

Diğer taraftan, Sarah’nın kocası Larry olarak benim nörotipik olmamla ilgili olarak onun bilmesini isteyeceğim “en önemli 5” şey nedir?

  1. Her zaman, her zaman, her zaman iyi niyetli olduğunuzu varsayın. (Tanıdık geliyor mu?)
  2. Baskıcı bir pislik olmadığımı anlayın; ben sizin savunucunuzum, her zaman bana ait olmasalar bile sesinizi ve isteklerinizi destekliyorum.
  3. Şunu unutmayın, siz dilerseniz de ben söylediğim şeylerin, özellikle de zorlayıcı sözlerin üzerinde hiç durmuyorum veya bunların kaydını tutmuyorum. Seni seviyorum ve benimle kalan da bu.
  4. Duygularımı sık sık ve güçlü bir şekilde paylaştığımı bilin, bunu sizin için kolaylaştırmaya veya sizi incitmeye çalıştığım için değil, kişiliğimin bir parçası olduğu için yapıyorum.
  5. Sevgimi bir şeyler yaparak gösteriyorum ve her eylemden sonra teşekkür beklemiyorum.

Ve Sarah’nın asla yapmamasını umduğum “en alttaki 5” şey?

  1. Akıl sağlığı yürüyüşüne çıktığımda kendinizi kötü hissetmeyin. Bazen duygularım içimde kaynıyor ve nefes almam gerekiyor, bu yüzden bana alan bırakın. Seni terk etmiyorum, duygularımı olması gerektiği gibi düzenliyorum. Bu bir yürüyüş çünkü seni seviyorum.
  2. Benim için çileden çıkarıcı olsa bile, ihtiyacınız olan zamanı ayırmadan karar vermek için kendinizi asla zorlamayın.
  3. Söylediğim bir şeyi anlıyormuş gibi davranarak beni sakinleştirmeyin; eğer sözlerim kafa karıştırıcıysa, açıklama isteyin. Sinirlenmiş olabilirim ama yanlış iletişimin alternatif potansiyeli çok daha kötü. Konuştuğumda bunu niyetle yapıyorum ve anlamanız önemli.
  4. Başkalarıyla yapabileceğim etkileşimleri asla kıskanmayın Şu anda başka biriyle konuşuyor olmam seninle birlikte olmak istemediğim anlamına gelmiyor. Her zaman aklımdasın ve başarılı hissetmen için seni sohbete dahil etmenin yolları konusunda sürekli tetikteyim.
  5. Beni bir kaide üzerine koyma! Ben insanım! Ben bir robot değilim! Hatalar yapıyorum ve bu sorun değil. Bazen ben de çelişkili ya da kafa karıştırıcı olacağım -tıpkı sizin gibi- ama bu da geçecek.

Peki ya sen?

Şimdi senin sıran!

Romantizm arayan diğer nöroçeşitli çiftlerden veya bekar otistik/nörotipik kişilerden şunu bilmek isteriz: Partnerinizin sizin hakkınızda bilmesini isteyeceğiniz şeyler nelerdir? Partnerinizin öğrenmesi önemli olabilecek, dış dünyanızda ya da düşünme ve hissetme şeklinizle ilgili, yüzeyde pek net olmayan şey nedir?

Kaynak : https://www.psychologytoday.com/us/blog/what-say-next/202101/the-top-5-things-people-in-neurodiverse-couples-should-know

Sarah ve Larry Nannery

Bundan Sonra Ne Söylemeli?

10.000 Adım Efsanesi
Neden yürüyüşler sizin için iyidir, ancak tüm yürüyüşler değildir?

Yürümenin zihinsel sağlığa ve psikolojik iyi oluşa faydalı geldiği bulundu. Hayvanlarla yapılan çalışmalarda aktif hayvanlarda hareketsiz hayvanlara kıyasla daha fazla bilişsel aktivite bulundu. 350 bin insanın DNA örneklerinin kullanıldığı yeni bir teknikte ise “orta ve yüksek düzeydeki fiziksel aktivitenin bilişsel işlevselliği artırdığı” bulundu. Ama her yürüme aynı değil.

Şunlara dikkat edin:

1. Nerede yürüdüğünüz önemli: Doğada yürümek, şehir sokaklarında yürümeye kıyasla bilişsel aktivitelerinize daha iyi geliyor.

2. Hangi hızda yürüdüğünüz önemli: Daha tempolu yürümek, yürümenin faydalarını artırıyor.

3. Kaç adım attığınız önemli: Genç yetişkinler için günde 8 ila 10 bin; yetişkinler için 6 ila 8 bin adım ölüm riskini azaltabiliyor.”

Bruce Feiler is the author of seven New York Timesbestsellers and the forthcoming book The Search: Finding Meaningful Work in a Post-Career World.

Kaynak: https://psychologytoday.com/us/blog/the-nonlinear-life/202304/the-myth-of-10000-steps… Paylaşım@psikolojibank

”Psikoterapi acı verici, hatta çok acı verici bile olsa yüzleşmektir. Kaçmamaktır. Doğru yoldur, kolay değil. Eğer hayatının acı gerçekleriyle -korku dolu çocukluğun, sefil evliliğin, ölümlülüğün ve korkaklığın- yüzleşmeye istekliysen, sana yardım edebilirim. 

Hayata bakmanın değişik yolları vardır.

Psikiyatristler insanları sağlıklı veya sağlıksız olarak değerlendirirler. Bu bakış açısına tıbbi model denir. İnsanları değerlendirmenin kullanışlı ve etkili bir yoludur.

Nevrozunu oluşturan önemli dinamiklerden biri düşüncelerinin gerçekleşeceğine inanmasıydı. Düşüncelerinin gerçekleşeceğinden korktuğundan, düşüncelerinin boş olduğunu kendine kanıtlamak ve böyle- ce rahatlamak için bunların ilk ortaya çıktığı yerlere gitmek zorunda kalıyordu.

Eğer ay ya da başka bir şey hakkında bilgi edinmek istiyorsak, onu mümkün olduğu kadar farklı bakış açılarından incelemeliyiz.

Sahip olmak hem daha tatmin edici hem de daha yapıcıdır. Onu tamamen ne anlayabilir ne de kontrol edebiliriz ama J.R.Tolkien’in söylediği gibi: “Dünyanın bütün gelgitlerine hükmetmek üstümüze vazife değildir ama bildiğimiz tarlalardaki şeytanların köklerini çıkarmak ve bizden sonra geleceklere ekmek için temiz tarlalar bırakmak görevimizdir. Ama onlar temiz bıraktığımız toprağı ekerlerken havanın nasıl olacağı bizim hükmümüzde değildir.”

Nesnelerin zamanla bozulması fiziğin doğa yasası ile açıklanabilir. Hayatın daha karmaşık şekillere girmesi ise bu kadar kolay anlaşılamaz.

Ruhu öldürmek de cinayettir. İnsan yaşamının sezgiler, değişkenlik, bilinç, büyüme, özgürlük ve irade gibi pek çok niteliği vardır. Bedene zarar vermeden bu nitelikleri öldürmek veya öldürmeye kalkışmak mümkündür. O yüzden, bir çocuğu saçının tek bir teline zarar vermeden kırabiliriz. Erich Fromm ölüm-severliğin tanımını genişletirken bu noktaya hassasiyetle yaklaşıyordu. Tanımında ölüm-severlerin insanları kontrol etmek, kendilerine bağımlı hale getirmek, insanların kendileri adına düşünme kapasitelerini ve özgünlüklerini bozmak istediklerini söylemiştir. Yaşamı ve bireyin benzersizliğini seven ve destekleyen insanları ölüm-severlerden ayırmak için ölüm- sever bir karakter tipi çizmiştir. Bu tip en küçük bir sıkıntı yaşamamak için diğerlerini boyun eğen robotlar haline getiren, insanları insancıl niteliklerinden uzaklaştırmak isteyen bir tiptir.

İyileştirmek sevginin sonucudur. Sevginin bir fonksiyonudur. Sevginin olduğu yerde iyileşme vardır. Sevginin olmadığı yerde ise iyileşme yoktur. Çelişki yaratacak bir şekilde, kötülüğün psikolojisi sevgi dolu bir psikoloji olmalıdır. Yaşam coşkusuyla dolu olmalıdır. Yöntemindeki her adım sadece gerçeğe değil yaşam coşkusuna da dayanmalıdır. Sıcaklık, kahkaha, anı yaşamak, keyif, hizmet ve insanlara duyulan özen ile dolu olmalıdır.

Gerçek bilim, gerçek psikoloji dar görüşlü olamaz. Bütün yollar keşfedilmeli, bütün taşların altına bakılmalıdır.

Ünlü Yahudi teolog Martin Buber, kötülük hakkındaki mitleri iki tipe ayırmıştır. Tiplerden biri kötüye dönüşme sürecindeki insanlardır. Öteki ise çoktan kayıp, kurban düşen ve radikal kötülük tarafından ele geçirilen insanlardır.

Bir çocuk psikiyatrik tedaviye getirildiğinde onu “teşhis edilmiş hasta” olarak tanımlamak gelenektir. Biz psikoterapistler, bu terim ile çocuğun ailesi veya başkaları tarafından sorunu olan ve tedaviye ihtiyacı olan biri olarak nitelendirildiğini ifade ederiz. Bu terimi kullanmamızın nedeni bu teşhis sürecinin geçerliliğinden şüpheye düşmeyi öğrenmemizdir. Sıklıkla sorunu değerlendirdiğimizde, sorunun kaynağının çocukta değil ailesinde, okulunda veya toplumda olduğunu keşfederiz. Her ne kadar aile tedavi edilmesi gerekenin çocuğun kendisi olduğunu düşünse de, sıklıkla tedavi edilmesi gereken ailelerin kendileridir. Hasta olarak nitelendirilmesi gereken onlardır.

Sevgisiz yetişen çocuklar sevilmeye layık olmadıklarına inanırlar. Bunu, çocuk gelişiminin genel yasası olarak ifade edebiliriz. Eğer ailesi yeterince sevmezse çocuk bunun nedeninin kendisi olduğuna inanır ve kendisi hakkında gerçekçi olmayan, olumsuz bir imaj geliştirir. 

İnsanlara psikoterapi ile yardım edebilmek için onları biraz da olsa sevmek, eylemleri için biraz da olsa anlayışla davranmak, çektikleri acı için empati duymak, kişiliklerine saygı duymak ve bir insan olarak potansiyelleri için ümitli olmak gerekir. 

İnsanları kötü yapan kötü işler yaptıklarını kabul etmemeleridir. Nasıl olur da kötü olurlar ve buna rağmen sabıkalı suçlular olmazlar? Anahtar kelime sabıkadır. Yaşam ve canlılığa karşı suç işledikleri için suçludurlar. Ama istisna durumlar dışında, suçları o kadar gizli kapaklı ve fark edilmezdir ki yaptıkları suç olarak nitelenmez. Örtülü ve gizli kapaklı kavramları

 Eğer son zamanlarda bunlardan birini yapmayacak kadar dürüst dav- randıysanız kendi kendinizi aldatıp aldatmadığınızı sorun. Ya da kapasitenizin altında yaşayıp yaşamadığınızı sorun. Ne de olsa, bu da kendine ihanettir. Kendinize karşı dürüst olursanız sık sık kötülük yaptığınızı göreceksiniz. Eğer bunu fark etmiyorsanız, dürüst davranmıyorsunuzdur ki bu da bir kötülüktür. Bundan kaçılamaz: Hepimiz kötü şeyler yapıyoruz.

Kötü insanlar kendilerini sorgulamazlar. Buna tahammül edemezler.

İnsanların kötülükleri çeşitlidir. Hatalarını kabullenmedikleri için sürekli kötülük yaparlar. Tecrübelerime göre kibirlidirler. Dolayısıyla ucuzdurlar. O kadar ucuzdurlar ki tehlikelidirler. İkinci yaygın kişilik kusurunun kibir olduğunu söylüyorum çünkü insanın kusursuz olduğunu düşünmesi dışındaki bütün hatalar affedilebilir. Ancak en büyük yanlışın hangisi olduğu tartışmalı bir konudur.

Kötü insanların belirgin “karakter” özelliklerinden birisi de günah keçisi aramalarıdır. Kendilerini kusursuz gördükleri için kusurlarını gösteren herkese öfkeyle saldırırlar. Kusursuz görünümlerini korumak için kendilerini feda ederler. Kendi kötülüklerini inkar ettikleri için diğer insanların kötü olduklarını söylerler. Kendi kötülüklerini başkalarına yansıtırlar. Kendilerini asla kötü görmezler; öte yandan sürekli olarak insanların kötü olduklarını söylerler.

Birey ruhsal olarak gelişmek için gelişme ihtiyacı duymalıdır. Bu ihtiyacı duymazsa, kusursuz olmadığını gösteren her kanıtı ortadan kaldırmak isteyecektir.

Kötü insanlar devamlı olarak yıkıcıdırlar çünkü kötülüğü yok etmek istemektedirler. Sorun kötülüğü yanlış yere koymalarıdır. İnsanları değil kendi içlerindeki hastalığı yok etmelidirler. Devamlı olarak mükemmel görünümlerini tehdit ettiği için hayattan nefret ederler ve onu yok etmek isterler. Üstelik, bunu doğruluk adına yaparlar.

Günah keçisi arama davranışının altında düşmanlık ve hatalarını kabullenmeme vardır. dir. Kusursuz görünümlerini korumak için dürüst ve iyi görünmek için ellerinden geleni yaparlar. Bu onlar için çok önemlidir. Ahlaki değerlere ve başka insanların kendileri hakkındaki düşüncelerine çok önem veriyor gibi davranırlar.

Kendimizden saklanmaya çalıştıkça kötü oluruz. Kötülük kendimizden saklanma sürecinin bir parçasıdır. Kötülük, suçluluk duygusundan kaçmaktır.

 Gülümsemelerinin nefretlerini, nazik tavırlarının öfkelerini sakladığını görürüz. Maske takmakta uzman oldukları için kötülüklerini görebilmek nadiren mümkündür. Ancak karanlıklar içindeki insan ruhunun kendi sorumluluğundan kaçtığını, kendinden kaçındığını ve kendinden gizlendiğini fark edebiliriz.

‘Az Seçilen Yo bütün ruhsal hastalıkların kökeninde tembellik veya acı çekmekten kaçmak olduğunu söylemiştim. Burada da acıdan kaçınmaktan bahsediyoruz. Kötü insanları diğer insanlardan ayıran şey acıdan kaçmalarıdır. Onlar acıdan kaçan ya da tembel sıradan insanlar değillerdir. Aksine, saygın bir statüye ulaşmak için hiç durmadan çalışırlar. Onların tahammül edemedikleri tek bir acı vardır: Kendi bilinçlerinin ve kusurlarının farkına varmak.

Kendilerini incelemekten kaçınmak adına her şeyi yapacakları için, kötü insanlar, normal şartlarda, psikoterapiye gelecek en son insanlardır. Psikoterapi insanın kendini açmasını gerektiren bir süreçtir. Kötü biri, istisna durumlar dışında, psikoterapiye girmemek için elinden geleni yapacaktır. Psikanaliz onlar için bir intihar gibidir. Kötü insanlar hakkında bildiğimiz az sayıdaki bilimsel gerçekten biri bilimsel bir çalışmaya girmeyi istememeleridir.

Kötü insanlar çok hırslıdırlar. Her şeyi kendi istedikleri gibi yapmak isterler. İnsanlara hükmetmek isterler.

 Çocuklar kendilerini kötü ailelerine karşı korumak için kendileri kötü olabilirler

Seçme kapasitemiz hayatla birlikte değişir. Yanlış seçimler yaptıkça kalbimiz sertleşir ve doğru seçimler yaptıkça kalbimiz yumuşar. Özgüvenimi, cesaretimi artıran her seçim doğru seçimler yapma kapasitemi de artırır. Öyle ki, zamanla yanlış seçimler yapmam imkansız olur. Öte yandan, her teslimiyet ve kaypaklık beni zayıflatır ve daha fazla teslimiyet ve kaypaklığa neden olur. Sonunda özgür irademi kaybederim. Yanlış yapmamın mümkün olmadığı uç ile doğru seçim yapma irademi kaybettiğim uç arasında çeşitli seçme özgürlüğü dereceleri vardır. Hayat süresince seçme özgürlüğünün derecesi her an farklıdır. İyiyi seçme özgürlüğünün derecesi yüksek ise, iyiyi seçmek az çaba gerektirir. Eğer az ise, büyük bir çaba, yardım ve elverişli şartlar gerektirir… Pek çok insanın hayatta başarısız olmasının nedeni kalıtsal olarak kötü olmaları ya da iradeleri olmadan daha iyi bir hayat sürememeleri değil, karar vermeleri gereken bir yol ayrımında olduklarım görememeleri, hayat onlara bir soru sorduğunda verecek cevapları olduğu halde bunun farkına varamamalarıdır. Yanlış yolda attıkları her adımla beraber yanlış yolda olduklarını anlamaları daha da zorlaşır çünkü bunu anlamak için yolun başına geri dönmeleri, enerji ve zaman harcadıklarını kabullenmeleri gerekir.

Malachi Martin bildiğim en iyi özgür irade tanımını yapıyor: “Aniden bu gücün ne olduğunu kavradı: İradesiydi, özgür iradesi. Özgürce seçebilen bir varlık olmasıydı. Bir kerede psikolojik motivasyonlara ait ruhsal illüzyonları, mantık kurallarını, boğucu ruhsal sınırlılıkları, ahlak kurallarını, sosyal zorunlulukları ve toplumsal kuralları siliverdi. Geriye sadece iradesi kaldı. Sadece seçme özgürlüğü… seçme özgürlüğünün verdiği keder… o geceye kadar hayatında kaç defa özgürce seçim yapabildiğini düşündü. Artık seçme özgürlüğünün verdiği keder sadece ona aitti. Sadece seçebilmek. Herhangi bir dış uyaran olmadan. Herhangi bir anının etkisi olmadan. Herhangi bir baskı olmadan. Seçimini etkileyecek herhangi bir mantık ya da neden olmadan. Ölüm ya da yaşamı düşünmeden. Zaten, şu anda her ikisine de kayıtsızdı. Tamamen özgür seçim… Seçmesi gerekiyordu. Kabul etmek ya da reddetmek özgürlüğü. Karanlığa atılacak bir adım… sadece kendine ait. Sadece kendinin.”

Kötü insanlar ikiyüzlülükte ustadırlar; gerçek kişiliklerini göstermezler -ne kendilerine ne de başkalarına. İşte bu nedenle kötülüğü fark etmek zordur. Tek bir hareketine bakarak bir insanın kötü olduğuna karar vermek ve haklı çıkmak çok seyrek görülen bir durumdur. Böyle bir karara ancak bir dizi davranışı tarz ve şekillerine göre inceleyerek varmalıyız. 

Alfred Adler, psikoterapiye gelen kişinin temel sorunu yüreksizliktir, demişti. Tabii ki bu ifade psikoterapiye gelenlerle sınırlanmıyor. Çeşitli oranlarda hepimiz, alıştırıldığımız şartlanmalar ve geliştirdiğimiz psikolojik savunma mekanizmaları dışındaki seçeneklere yönelme konusunda yüreksiziz.

Gerçekten kararlı davrandığımızda, insanların bazen soru bile sormadan bizi o halimizle kabul edebil- meleri. Bu kararlılığın temelinde tabii ki risk alabilme, dolayısıy- la yüreklilik var. Diğeri de biz kendimiz olup içimizden geldiğin- ce davranabildiğimizde, bizi dibe çekme eğiliminde olan diğer kişinin de bu tavrından vazgeçip bize katılabileceği gerçeği. Çünkü insanlar genellikle hayatiyetin olduğu alanları yeğliyorlar, kendi- leriyle birlikte siyahlara doğru sürüklenenleri değil. Tabii ki bu her zaman böyle olmuyor, kendi öfkesi içinde yoğrulmaktan asla vazgeçmeyen kendine dönük yıkıcı insanlar da var. Ama kendi kli- nik deneyimlerimde, pek çok zaman, yaşam ışığının olduğu yerde ona katılma isteğinin üstün geldiğine tanık oldum.

Bugüne baktığımda gördüğüm en çarpıcı şey, giderek artmakta olan zaman ve mekân sıkışmasının insanlar üzerindeki etkileri. Çoğunluğu kentlerde yaşayan insanların coğrafyaları yok gibi, dört duvar dışına çıktıklarında da iç mekândaymış gibi yaşıyorlar, sıkışık. Zaman akmıyor, dişli çark gibi birbirinden kopuk dilimler halinde yaşanıyor ve insanlar bunun farkında değil. Yetişme, yetiştirme, bitirme, başlama kaygısı yaşanıyor, sürekli “bir şey yap- mak” zorundalar. Üst-sistemler tarafından savrulup sürüklenir- ken, kendini taşımakta zorlanan insanların sayısı giderek artmak- ta ve bazılarının kumandası gerçekten kendilerinde değil. Kent merkezi nüfusunda proje çocuklar yetiştiriliyor ve bu projeler yarıştırılıyor.

Her egonun bir benliği, her benliğin de bir kimliği vardır. Kimlik, bir insanın normlarını, değerlerini, seçimlerini içerir ve egonun dünya içindeki tavrı ve konumu bu doğrultuda şekillenir. Davranışları yönlendirecek referans noktalarının netliği bozuldu- ğunda kimlik algılaması da bulanıklaşır. Bu durumun zemininde çoğu zaman özerk bir varlık olmayı öğrenememiş olma bulunur.

 Özerklik, bir insanın seçimlerini dış etkenlerden ve şartlanmalardan bağımsız şekilde ve iç sesi doğrultusunda yapabiliyor olma özgürlüğüdür. Politik özerklik, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi üst-sistemle ilgili kavramlardan sık söz edildiği halde, bireysel özerklikten neredeyse hiç söz edilmez. Belki de böyle bir hakkımız olduğunu bilmediğimizden, öğrenemediğimizden. Özgürlükten sık söz ederiz, ama özgür olduğu varsayılan bir insanın da özerkliği öğrenememiş olabileceğini düşünmeyiz.

Kent merkezinin bir kesim insanı bera- berliklerde bir tampon kullanma gereği duyuyor, ancak bir “program” yaparak birlikte olabiliyor. Kültürümüzde hâlâ varolan “keyif’ ile gerilim boşaltmaktan öte pek işlevi olmayan “proje beraberlikler” bence birbirinden farklı şeyler. Kırsal kökenli birinin çayını yudumlamaktan aldığı haz ile insanların ne kendileriyle, ne de birbirleriyle ne yapacaklarını bildikleri bazı şehir davetleri bana her zaman farklı görünür. Keyif o anda yaşanıverir, proje eğlenceler ısmarlanır. Pek az insan bu proje türü beraberliklerde “Benim burada ne işim var?” sorusuyla yüzleşebiliyorsa da çoğu farkına varmadan, kendine yabancılaşma pahasına, performanslarının tutsağı oluyorlar. Beğenilmek, fark edilmek, kendini önemli hissetmek ya da sevgi görebilmek için sergilenen performanslardan söz ediyorum. Üstelik, bu sergilemeler sırasında bir paradoksun da yaşanmasına neden olarak. Çevrelerinin beklentisi olarak gördüğü davranışları sergilerken, bir yandan da sergiledikleri yapay kimlikleri gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Olmadığı biri gibi davranırken, o olmadığı biri olmak için ayrıca çaba göstermekten söz ediyorum. Bu da genellikle, insanın vaktiyle ebeveyni tarafından kabul edilme beklentisiyle geliştirmiş olduğu modelden esinlenir. Doğal olarak, geliştirilen model aynı zamanda, insanın içinde yaşadığı toplum grubuna o dönem hâkim olan değerlerden de

Böyle durumları terapi ortamında paranteze alıp yaşananları anlamaya çalışırken, karşı tarafa bazen o be- raberlik süresince ne oranda kendini beraberliğe öylece bırakabil- diğini ya da farkına varmaksızın ne kadar performans çabası gösterdiğini sorduğumda durum daha bir açıklık kazanıyor. Ralph Waldo Emerson’un dediği gibi “Başkalarının olmadan önce kendimizin olmalıyız.”

Kötülüğü, kişinin kendi hastalıklı kişiliğini korumak için, başkalarının ruhsal gelişimini engellemek için güç kullanmaktır, şeklinde açıklamıştım. Kısacası, kötülük şamar oğlanı bulmaktır. Sadece güçlüden değil zayıftan da kaçarız. Kötü insanlar önce güce sahip olmalıdırlar ki onu kötü bir şekilde kullansınlar. Kurbanları üzerinde bir çeşit hakimiyete sahip olsunlar. En sık görülen hakimiyet ailelerin çocukları üzerindeki hakimiyettir. Çocuklar ailelerine bağımlı oldukları için zayıf ve savunmasızdırlar. Dolayısıyla kötülüğün kurbanlarının çoğunlukla çocuklar olması şaşırtıcı değildir çünkü ne özgürdürler ne de kaçabilecek kadar güçlü.

Kötü insanlar acılarını yansıtma yoluyla başkalarına yükleyerek suçluluk duygusundan -kötülüklerinin, yetersizliklerinin ve kusurlarının bilincinde olmanın acısından- kaçarlar. Kendileri acı çekmeyebilir ama çevresindekiler çeker. İnsanların acı çekmelerine neden olurlar. Hakimiyetleri altındakileri kendileri gibi hasta yaparlar.

İnsanların kötülüğü bir hastalık olarak tanımlamak istememelerinin iki nedeni daha olduğunu söylemiştim. Onlara daha kısaca değineceğim. Bu nedenlerden ilki hasta insanlara kurban gözüyle bakılması. Hastalığın başımıza gelen talihsiz bir olay olduğunu düşünme eğilimindeyiz.

Kötülük için de durum böyledir. Bireyin kötülüğü, hemen hemen her zaman çocukluğu, kötülükleri ve kalıtımsal etkilerine kadar izlenebilir. Yine de kötülük bir seçimdir -aslında bir dizi seçimdir. Ruh sağlığımızdan sorumlu olduğumuz gerçeği ruh sağlığımızın bozuk olmasının bir hastalık olmadığı anlamına gelmez. Bir kez daha, hastalığın kurban ya da sorumluluk değil, şu açıdan ele alınmasının en doğrusu olacağına inanıyorum: Hastalık beden ya da kişiliğimizde, bir insan olarak potansiyelimizi gerçekleştirmemizi engelleyen herhangi bir kusurdur.

Kötülüğün bir hastalık olarak nitelendirilmesine karşı çıkan son sav kötülüğün iyileştirilemez olduğu düşüncesidir. Neden tedavinin mümkün olmadığı bir duruma hastalık denilsin ki? Eğer doktorların çantalarında bir gençlik iksirleri olsaydı yaşlılığı bir hastalık olarak tanımlamak anlamlı olabilirdi. Ama yaşlılığı kaçınılmaz bir durum olarak kabul ediyoruz.

Her birimiz benzersiziz. Her birimiz ayrı varlıklarız. Benzersizliğimiz her birimize ayrı bir kimlik verir. Her bireyin sınırları vardır. İlişkilerimizde bu sınırlara saygı duyarız. Ruhsal sağlığa sahip olmak için ego sınırlarımız net olmalı ve başkalarının sınırlarına saygılı olmalıyız. Nerede kendimizin, nerede başkalarının sınırlarının başladığını bilmeliyiz.