Sorting by

×

Çocuk

DİLA NUR YAZICIKeyhole erken müdahale programının ebeveyn ve çocuk çıktıları üzerindeki etkisi The effect of the Keyhole early intervention program on parents and children’s output
FATİH ÖZBEKOkul öncesi dönem otizm spektrum bozukluğu’nda yaşam kalitesini belirleyici olarak hastalık şiddeti, komorbid ruhsal sorunlar ve annenin ruhsal sorunlarının rolü The role of disease severity, comorbid psychologic problems and mother’s psychologic problems on quality of life in preschool aged children with autism spectrum disorder
EMİNE NUR FAYDAOkul öncesi otizmli çocuklarda, duyusal işlemleme ve aktivite performansı arasındaki ilişki The relationship between sensory processing and activity performance in preschool children with autism
HANDE CEMİLE SENERMANErken çocukluk döneminde otizm spektrum bozukluğu tanısı alan çocuklarda uygulanan tedavi ve eğitim yöntemlerinin semptomların düzelmesine etkisinin değerlendirilmesi The evaluation of cure and education methods through symptom improvement on autism spectrum disorder diagnosed in early childhood period
SEMA DİKMENOtistik bozukluk tanısı ile takip edilen 3-6 yaş grubundaki çocuklarda otistik gerileme yaygınlığı ve ilişkili etmenlerin incelenmesi Autistic regression
SEVİM KARAHANOkul öncesindeki özel gereksinimli çocukların sosyal becerilerine ilişkin anne, baba ve öğretmen görüşleri: Karma yöntem çalışması Mother,father and teachers ‘views on social skills of pre-school children with special needs: a mixed method study

Erdoğan ÇALAK 

GİRİŞ  

Birey ve bireyleşme terimi, günümüzün Türkiye’sinin anlam dünyasında ve günümüzün Türkçesinde, çoğu zaman bir insanı olumlamak veya insandaki olumlu bir gelişimi ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Birey terimi bu anlamda kullanıldığında çoğu zaman kendini bulmuş, kendi gibi olan, kendi doğrularına göre yaşayabilen, özgürleşmiş birini tanımlamaktadır. Birey terimi, daha nadir olarak da bencil, kimseyle yardımlaşmayan ve dayanışmayan, kendinden başkasını düşünmeyen, yardım etmeyi reddeden, kimseye hayrı olmayan birisini anlatmak için olumsuz bir anlam yüküyle kullanılmaktadır. 

Gerçekten birey, kendi kendisinin sorumlusu olmayı, başına gelenlerin nedenlerini kendisinde aramayı, kendi gücüne dayanarak yaşamayı, varlığını kendini geliştirerek ve yeterliliğini arttırarak sürdürmeyi seçmiş kişidir. Hayatındaki en önemli ideallerin başında kimseye muhtaç olmamak gelir. Birey, muhtaçlığın özgürlüğü yok ettiğinin farkındadır. Başka bir insana bağımlılık, bireyleşme idealinin gerçekleştirilememesi anlamına gelir ve kişinin kurtulması gereken bir durumdur. Bağımlılık ve muhtaçlık, kendi doğrularına göre olamama, otonom bir birim haline gelememe, özgürleşememe anlamına gelecektir. 

İnsan, diğer bütün canlılardan çok daha uzun süre ebeveynlerine bağımlı olan bir varlık olarak ancak kendi ayakları üzerinde duracak hale gelebildiğinde bireyleşebilir. Her insan, içinde otonom olma, muhtaçlıktan kurtulma, özgür olma ihtiyaçları taşımasına rağmen erişkinlik çağına geldiğinde mutlaka birey olma aşamasına gelmez ve birey olmaya kalkışmaz. Bazı toplumların yaşam koşulları veya kültürel özellikleri bireyleşmeyi imkânsız hale getirebilir. Genel olarak dayanışma gereksinimi çok yüksek olan ekonomik ve tarihsel koşullarda bireyleşme engellenir; itaat etmeye, biat etmeye uygun insan yetiştirilir. 

Bir insanın duygu dünyasında oluşan birçok duygu, bireyleşme arzularını beslerken birçok başka duygu insanı içinde bulunduğu sisteme uyum sağlamaya ve kendisinden beklenenleri yapmaya, kendisinden beklendiği gibi olmaya, yani bireyleşmeden vazgeçmeye doğru iter. Bireyleşme hayatla başa çıkma yeterliliğine sahip olmayı ve bunun sonucunda oluşan ayrılma kapasitesine sahip olmayı gerektirir. Bu özellikler oluşmadıysa yalnız kalma ve kaybolma korkuları ağır basar ve kişi başkalarının kendisini benimsemesine duyduğu ihtiyaç nedeniyle kendisi olma cesareti gösteremez, kendisinden beklenenleri yapmaya çalışır yani bireyleşemez. 

Ayrıca içinde yaşanılan dünya fazlasıyla destekleyici, sahip çıkıcı, kabul edici, dayanışmacı olduğunda üyelerini büyümeye, kendilerini geliştirmeye zorlamaz. Böyle bir sistem, üyelerinden belli bir işlevi yerine getirmelerini bekler; onların ruh halleriyle ilgilenmez. Bu niteliklerdeki toplumlar, hem çocuklarının dış dünyaya yönelmesini sağlayacak güçte çocuk yetiştirmezler hem de çocuklarını kendilerinde tutma eğilimleri gösterirler. Bu koşullarda yetişen kuşaklar, çoğu zaman, içinde büyüdükleri toplumsal bütünlüğün parçası kalma tercihinde bulunurlar. Klan ve aşiret geçmişinden tam kopmamış birçok geri kalmış ülke kültüründe bu dayanışmacı nitelikler ağırlık kazanır, insanlar çocuksudur ama sistem tek tek insanların hayatını kolaylaştıracak biçimde oluşmuştur, dolayısıyla toplumun fertleri arasında bireyselleşme arzuları oluşmaz. 

Açlık, ağır fakirlik, dış dünyadan gelen şiddete maruz kalma tehlikesi gibi yaşam koşulları tek tek insanların hayatta kalabilmesini imkânsız hale getirebilir. Bu şartlarda doğal olarak insanlar ancak güçlü bir dayanışmanın hüküm sürdüğü bir bütünlük içerisinde kaldıklarında hayatta kalabilirler. Kişinin içinde yaşadığı toplumla uyumunun hayatta kalmanın en büyük garantisi olduğu bu koşullar, bireyselleşmeyi engeller. Bu yaşam koşullarının çok ağır olması durumunun insanlık tarihinin büyük bir kısmını kapsadığını biliyoruz. Bu yüzden geçmişin koşullarında bireyleşebilmek çok az insana nasip olmuştur. Bireyleşmenin yaygınlaşması, toplumların zihniyetinin değişmesine yol açan birçok başka nedenin yanında, bir yandan da bilim ve teknolojinin gelişmesi ve yaşam şartlarının düzelmesiyle ilgilidir. Bu yüzden bireyleşmenin yaygın olarak modern çağlara ait bir insan özelliği olduğunu söylemek gerekir. 

Ayrıca sadece büyük toplumun değil insanın içinde büyüdüğü daha küçük toplumun yani aile sisteminin özellikleri, aile içinde çocuktan beklenenler ve çocuğun aile sistemi içinde üstlendiği rol, çocuğun kişilik gücü onun bireyleşmeyi seçebilmesinin ve sürdürebilmesinin belirleyicileri olacaktır. Genel olarak, yaşlılarla birlikte büyük aile içerisinde büyüyen çocuklar, daha itaatkâr yetiştirilirler; çocukların kendileri olmaları istenmez. Onlardan beklenen işlevi yerine getirmeleri, uslu olmaları, sorun yaratmamaları, büyükleri memnun etmeleri beklenir. Anne baba ve çocuklardan oluşan küçük aileler, çocuklarının çocuk olmalarına, doğal olmalarına, içlerinden geleni yapmalarına daha çok izin verirler. Bu ortam, gerek anne babanın birbirine gerek çocuklara daha fazla sevgi taşıdığı ve çocuğa kendisi olma hakkı tanıdığı için çocuğun bireyleşebilmesini kolaylaştırır. Bireyleşmenin önünün açıldığı ailelerde anne babanın amacı çocuklarını hayata hazırlamaktır; çocuklarının yeterliliğini arttırmaya, onların iyi bir eğitim almasını sağlamaya yatırımları yüksektir. Bireyleşmenin önünün kapatıldığı sistemlerde ise çocuğun aileye hizmet etmesi ve aileyi memnun etmesi bekleniyordur. 

Genel olarak bireyleşmenin özendirildiği toplumlar, dayanışmacı toplumlara göre, daha yaratıcı, daha özgün ve farklı olma cesareti gösterebilen insanlar yetiştirir. Bu toplumların yetiştirdiği insanların ruhsal malzemesi ve kişilik özellikleri, üretkenlik, yaratıcılık ve cesaretin artmasını sağlar. Bu özellikler, bu toplumların bilimin, teknolojinin ve sanatın gelişimine katkılarını artırır. Bireyleşmeyi özendiren toplumların kendi insanlarına verdikleri değer, diğer toplumlardan daha fazladır; hukuk sistemi devleti değil bireyi koruyacak şekilde oluşur. Zaten bireyler de haklarını korumayı öğrenerek ve haklarına duyarlı olarak yetiştirilirler. Bireyleşmiş insanlardan oluşan toplumlara uygun yönetim biçimi demokrasidir. Zaten demokrasi ile yönetilen toplumlarda da toplumsal ideal kendine özgü, yaratıcı, katılımcı, başkalarına saygılı, özgür ruhlu bireyleşmiş insan yetiştirmektir. Demokratik toplumların geleceği bu idealin oluşturulabilmesine bağlanmıştır. 

Otoriter toplumlar ise bireyleşmiş insanı kendisi için bir tehdit olarak algılar; otorite için birey post modern bir saçmalıktır ve sistemin kalıplarını bozduğu için son derece tehlikelidir, başı bir an önce ezilmelidir. Otoriter toplumlar, içine sinmeyene itiraz eden, korkusuz insanları sevmez, onları yok etmeye çalışır. Onları anarşist, terörist, bozguncu gibi terimlerle tanımlayarak ötekileştirmeye ve marjinalize etmeye çalışır. Otoriter toplumun ideali, iktidar sahiplerinin doğrularını tartışamayan, dünyaya onların gözünden bakan, onların sevdiklerini seven, onların gösterdiklerine düşman olan itaatkâr insan yaratmaktır. Otoriter toplumlarda birey olmanın bedeli, hele toplumu yöneten hâkim ideoloji kişi tarafından benimsenmiyorsa, çok yüksektir. Otoriter toplumlar insanlarını korkutarak, onları çocuklaştırarak varlıklarını sürdürürler. Bu yüzden otoriter toplumların insan malzemesi bir süre sonra kalitesini kaybeder; toplum uzun vadede başındaki çobandan korkan bir sürüye dönüşür, yaratıcılığını ve dinamizmini yitirir. Otoriter toplumlarda insanların ve daha sonra da toplumun karakterinde bozulma olur. İkiyüzlülük, sahtelik, sinsilik, güce tapınma, güçlüye yaranma arzusu, çıkarcılık, zayıf olanları ezme eğilimi, açık ve örtülü şiddetin artması toplumda yaygınlaşır. Sevgi, merhamet, şefkat, vicdan, ahlak geriler. 

BİREYLEŞMENİN İNSAN RUHUNDAKİ DİNAMİKLERİ 

İnsanın ruhsal gelişmesi iki temel eksen üzerinde gerçekleşir. Bu iki eksen birbiriyle etkileşim içerisindedir ve birindeki gelişme diğerine de yansır ve birindeki aksama diğerinin de aksamasına yol açar. Bu iki eksenden ilki “sevgi nesneleriyle ilişki ekseni” (anne-bebek ilişkisiyle başlar, anne-çocuk, baba-çocuk olarak sürer) diğeriyse “kendilik oluşumu ekseni” dir. Bireyleşme sürecinin kesintisiz sürmesi, her iki eksenin de büyük sorunlar taşımaması halinde mümkündür. Aksi takdirde bireyleşememiş, çocuksu, kendini bulamamış, kendinden beklenenleri yaparak yaşamaya çalışan bir insan oluşacaktır. 

Sevgi ilişkisi ekseni 

Bebeklik dönemi bir insanın ruhsal malzemesinin ve temelinin oluştuğu son derece önemli bir dönemdir. Bebeğin sağlıklı bir insan olmasının sağlanması açısından en önemli husus, bebeğe onu doğuran annenin bakmasıdır. Bebeklik dönemi bir yaş civarında bebeğin yürümeye başlaması ile biter. Yürümeye başlayan bir yaşındaki çocuk, kendisinin annesine ihtiyacı olmadığına, her istediğini yapabileceğine ve kendisine bir şey olmayacağına inanıyordur. Bu unsurlardan oluşan fanteziye ´omnipotan fantezi’ denir. 

Bebekliğinin dokuzuncu ayından itibaren annesinin kendisinden ayrı bir varlık olduğunu anlamıştır ve onun gibi olmayı gerçekleştirmek istemektedir; onun gibi konuşabilmek, onun gibi hareket edebilmek ve ona ihtiyaç duymamak arzusuyla kavrulmaktadır. Bebek, annesinin ayrı bir varlık olduğunu anladığında aralarındaki yeterlilik farkı bebekte ağır ve yakıcı bir haset duygunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Haset duygusunun açığa çıkması bebeğin kendisini bir hiç olarak hissetmesine ve büyük bir gerginliğe yol açar. Bu duygunun ortaya çıkmasına sebep olana (anneye) karşı da onu yok etmek isteyen büyük bir öfke hissedilir. Ama bebeğin yok etmek istediği anne, bebeğin kendisinin hayatta kalabilmesini sağlayan, onu rahatlatan, onun gerginlikten ve öfkeden kurtulmasını da sağlayan varlıktır. Böylece dokuz aylık bebek, hasediyle annesini yok etmek isterken bir yandan da ona o kadar ihtiyacı vardır ki onu yok etmek istediği için kendisini günahkâr olarak nitelemektedir. Bu durumda anneden uzaklaşabilmek veya anneye benzemek haset duygusunun hafiflemesini sağlar. 

Böylece bebek, dokuzuncu aydan itibaren bir varlığa aşırı ihtiyaç duymanın ve ona muhtaç olunduğu için ondan uzaklaşamamanın yarattığı çaresizliği ilk defa deneyimlemiş olur. Bebeğin annesi gibi olup ona ihtiyaç duymaktan kurtulmak istemesi ilk otonom olma denemesidir. 

Yürümeye başlama ile 12 inci ay civarında başlayan dönemde bebek annesine duyduğu ihtiyacı inkâr eder ve kendi yeterliliğini abartır. Kendisini “omnipotan” zanneder (kadir-i mutlak olma). “Omnipotan” her istediğini yapabileceğine, hiç kimseye ihtiyacı olmadığına ve kendisine hiçbir şey olmayacağına inanma fantezisine verilen isimdir. 12 inci ayla 18 arasındaki dönemde bebek bu omnipotan fanteziyi gerçekleştirmeye, annesine ihtiyaç duymamaya, ondan bağımsız olmaya çalışır. Bu arada yüzlerce defa düşer, yüzlerce defa elini, ayağını sıkıştırır, kafasını oraya buraya çarpar. 6 ayın sonunda çocuk, hayatın çok tehlikeli ve acımasız olduğunu kabul eder ve annesinin kendisini korumasını ve tekrar himayesine almasını temin etmek üzere annesine yapışır. Çocuk bu altı aylık sürede korunmaya, kollanmaya, beslenmeye, bakılmaya ihtiyacı olduğunu kabullenmiştir. 

Çocuk, bu 6 aylık dönemde haddini öğrenmek, dış gerçeklik karşısında tek başına kaldığında korunmasızlığını, acizliğini görmek adına büyük bir adım atmış olur. Çocuğun maruz kaldığı zorlanma, annesine tekrar büyük bir ihtiyaç duymasına, annesini gözünde büyütmesine ve onu omnipotan olarak algılamasına yol açar. Annesi ile ilgili tanımı, “Annem her istediğini yapabilir, anneme hiçbir şey olmaz, annem beni korudukça bana da bir sey olmaz”, halini alır. Bu kabul, arkasından, çocuğun yeterliliğini arttırırsa annesi gibi olacağını ve tehlikelerden korunmanın yolunun ustalaşmak olduğunu düşünmesini sağlar. 

Böylece 18 inci ayına gelen çocuk, birçok gerçeklik kavrayışını edinmiş olur: “Hayat tehlikelerle doludur, kendisi bu tehlikelerle baş edememektedir, bu yüzden annesinin sevgisini kaybetmemelidir, annesi gibi olabilmek için kendisini geliştirmesi ve birçok şeyi ondan öğrenmesi gerekir.” Bir çocuk 18nci ayında bu kavrayışları oluşturduysa bireyleşme arzusu içinde oluşmaya başlayacaktır. Muhtaç olmaktan, bağımlı olmaktan kurtulmanın yolunun kendisini geliştirmek olduğunu fark etmiştir. Omnipotan olduğu fantezi dünyasından koparak kendini geliştirme yolunda yürüyebilen çocuk, çOcukluğu boyunca kendini geliştirmeye çalışır. Oynadığı oyunlar bile gelecekte üstleneceğe rollere hazırlanma amaçlıdır. Sağlıklı yaşanan bir çocukluk sonrasında, ergenlik çağında kişi aileden uzaklaşabilecek, arkadaşlarından kendisine bir dünya kurabilecek ve gelecekte ona zarar veren ortamlardan ayrılabilme kapasitesi oluşturacak ve karşı cinse yönelebilecektir. 

Sevgi ilişkileri ekseninde çocuk daha sonraki hayat dönemlerinde babasına yönelecek ve bu sefer babasını omnipotanlaştırarak (benim babam en güçlüdür) onunla da kendisini hayata hazırlayan bir deneyimin yaşayacaktır. Baba, erkek çocuk için ona doğruları öğreten ve uygulatan, oluşturabildiklerini yaşayacağını anlamasını sağlayan, yeterliliğini arttırabilmesi için örnek olan ve yardım eden bir ustadır. Kız çocuk için ise karşı cinsle ilk teması oluşturan bir sevgi nesnesidir. Bir sevgi nesnesi olarak babanın sevebileceği birisi olmak, kız çocuğunun kendi cinsiyetini benimsemesinde, kişiliğinin şekillenmesinde önemli bir rol oynar. 

İnsan ruhu, sağlıklı bir biçimde gelişecekse, yürümeye başladığında hissettiği omnipotansı, annesine aktaracak ve ona bir süreliğine bağımlı olmaya razı olacaktır. Daha sonra anneye aktarılmış omnipotans, babaya aktarılabiliyorsa çocukların gelişimi hızlanarak sürecektir. Çocuk, kendisini omnipotan zannederken hissettiği coşkuyu, özgürlük duygusunu, içinden gelenleri yapabilmesini hiçbir zaman unutmayacaktır. Normal gelişmede kaybedilen omnipotan fantezilerinin yerine, özgür olma, yeterli ve güçlü olma, kimseye boyun eğmeme idealleri konur. Bu idealleri kaybetmemek, bireyleşmenin sürdürülmesinin motorunu oluşturur. İnsanın bebeklik ve çocukluk çağı boyunca oluşan dünyası bu idealleri taşır. Kişinin içinde yaşadığı toplumun zihniyet dünyası bu idealleri besler veya nankörlük, başına buyrukluk olarak tanımlayarak engellemeye çalışır. 

Kendilik oluşumu ekseni 

İnsan yavrusu, başka hiçbir canlının maruz kalmadığı bir travmayla, “hiç olma” deneyimiyle bu dünyaya gelir. Bebek, doğumla beraber anne karnındaki “Bölünmez Bütünlüğün Parçası” olma halinden bir hiç olmaya kayar. Bu yüzden insan yavrusu yeniden olmayı, var olmayı gerçekleştirmek zorunda kalır. “Kendilik” dediğimiz ruhsal oluşum, hiç olmanın ardından yeniden olmanın adıdır. 

Bebek başlangıçta bir kendiliğe sahip değildir; o anne karnındaki hale kaydığında kendisini her şey olmuş gibi algılamakla, öfkesi arttığında ise doğumdaki hiç olma arasında gidip geliyordur. Başka bir deyişle öfkesi artınca, içindeki gerginlik büyüdükçe “hiç oluyor”, huzurlu olduğunda yeniden “her şey” oluyordur. Bebek büyüdükçe bir bedeni olduğunu, ihtiyaçları olduğunu, iyi halleri ve kötü halleri olduğunu, bir dışı ve içi olduğunu anlamaya başlar. Dokuzuncu ayda annesinin kendisinden ayrı bir varlık olduğunu anladığında “ben” ve “ben olmayan” kavramları gelişmeye başlar. 

Çocuk, “ben” kavramını kullanmaya başladığında taslak kendilik oluşmuştur. Kendilik, aslında insanın bedenine, ihtiyaçlarına, algılama sistemine, duygu dünyasına ve hissettiklerine, sahip olduklarına yaptığı bütün ruhsal yatırımları içerir. İnsan bütün bu kendilik unsurlarına yaptığı ruhsal yatırımla bu dünyada var olmayı, bu dünyaya ait olmayı ve varlığını sürdürmeyi becerir. İnsanın kendiliğine ruhsal yatırımı yeterli değilse kendi gördüklerine, kendi hissettiklerine inanamaz ve güvenemez; dünya içinde önüne gelenin kullandığı bir eşya gibi olur. Bu durum aslında bir “hiç olma” halidir; hastalıktır. 

Çocuğun sağlıklı bir kendilik oluşturabilmesi için ona değer veren, onun ihtiyaçlarına duyarlı, onun beden bütünlüğünü korumasına yardımcı olan (onu düşme yanma gibi fiziksel zararlardan koruyan), onun algi sistemine güvenen, onun kendisinden ayn bir varlık olarak algılayan ona önemli miktarda ruhsal yatırım yapan bir anneye ihtiyacı vardır. Annenin bu işlevine “aynalama” denir. Çocuk, annesini bir ayna olarak kullanarak annesinin kendisine yapabildiklerini kendisine yapmayı öğrenir. Anne bebeğine büyük bir ruhsal yatırım yaptıysa bebekte bu durumda sağlıklı bir kendilik oluşur. 

Sağlıklı bir kendilik oluşumu, çocuğun kendisini değerli hissetmesini sağlar, dünyada bir başkasına benzemeyen, benzersiz, biricik bir varlık olduğu algısını yaratır. Bu durumda çocuk, kendisini değerli hissedebilmek için çok mükemmel ve harika birisi olmaya çalışmaz, kendisini kimseden üstün görmez, insanlarla kendisini kıyaslamaya gereksinmez. 

Sağlıklı bir kendilik oluşumu, kendi gibi olmayı, hakiki olmayı, nasılsa öyle görünmeyi, abartmamayı, yapaylaşmamayı, kimseyi kandırmamayı, dürüst olmayı bir ihtiyaç haline getirir. Anneleri tarafından gerçekten sevilmiş, onlarla bir ilişki yaşayabilmiş insanlardaki hakikilik duygusu çok önemlidir; hakikiliğin bozulmasına izin vermezler. Her türlü yapaylık ve abartı onları rahatsız eder. Sağlıklı bir kendilik duygusuna sahip olan bir insan özellikle hakikilik ölçülerini bozduğunda rahatsız olur, pişmanlık duyar, bu ölçülerin bozulmasının kalitede büyük bir eksilme oluşturduğunu fark eder. Böylece temelde hakikiliğini kaybetmeme ihtiyacının yattığı kendi gibi olmak, kendi doğrularına uygun olmak, kendi içinden geldiği gibi yaşamak gibi ancak yüksek bir bireyleşme ile erişilebilecek değerler birer ruhsal hedef haline gelir. 

Sevgi ilişkileri ekseninde insanın karşısındaki insanı olduğu gibi, onu kendisine ait kılmadan, onu bir parçası haline getirmeden, onun iyiliğini ve gelişmesini isteyerek sevebilmesi aşamasına gelmesi ve yukarıdaki ölçütleri (hakikilik, dürüstlük, hakikat sevgisi) karşılayan sağlıklı bir kendilik oluşumu çakışır ve birbirini besler. Zaten bir insan kendisini sevemeden başkalarını sevemez, başkalarına duyduğu sevgi, kendisine duyduğu sevgiyi besler. Aynı şekilde başkalarına karşı gaddar olmak, insanı kendisine karşı da çok acımasız yapar. İlahi adalet “ne yapıyorsan kendine yaparsın” der. 

Sevgi ilişkileri ekseninin ve kendilik oluşumu ekseninin ele alınması hakikat sevgisi, hakikilik, dürüstlük gibi sevgi duygusunun nihai ürünleri olan duyguların bireyleşmeyi kişinin gündemine oturttuğunu ve kendini gerçekleştirebilmenin tek yolu haline getirdiğini söyleyebiliriz. 

YALANCI BİREYLEŞME 

Bireyselleşme, kişinin kendisinin diğer varlıklardan ayrı bir varlık olduğunu ve temel olarak ne oluşturabiliyorsa, hak ettiği neyse onunla yaşayacağının, mutlu ya da mutsuz olmasının tamamen kendi sorumluluğunda olduğunun kabulünü içerir. Başkalarından alınanlarla veya hak ettiğinden fazlasıyla yaşamak insanı ya bağımlı ya çıkarcı yapar. Birey haline gelmiş kişi, kişisel mutluluğun parayla, şanla, şöhretle oluşamayacağını tam anlamıyla kavramıştır ve hayatı vicdanla, ahlakla, doğrulukla ve sevgiyle yaşamaya çalışır. 

Yalancı bireyselleşmede ise esas amaç başkalarından üstün olabilmektir. Birey giderek sürüden koparken yalancı bireyleşme kişiyi sürünün önde gideninden olmaya zorlar. Bu durumda kişi kendi çıkarını en iyi gözetmeyi hedeflemektedir. Kendisi ile başkaları arasına çektiği sınır başkalarını ötekileştirecek ölçülerdedir. Onlar öteki oldukları için kandırılabilirler, onlara yalan söylenebilir, onlara ne kadar az verip onlardan ne kadar çok alınıyorsa o kadar doğru yapılıyordur. Onlara ilişkin bir vicdani muhasebe, ahlaki bir tutum gereksizdir. Bunlar ancak bizden olanlarla ilişkilerimizde gereklidir. 

Gerçek bireyselleşmede kişiyi yöneten duygu sevgi iken yalancı bireyselleşme de kişiyi yöneten duygu haset ve hasetin türevleridir. Rekabet, yenme ve zarar verme arzusu, herkesten üstün olma arzuları hasetten türer. Haset duygusu denetim altına alınamadığında sevgi kapasitesinin azalmasına yol açar. Yalancı bireyselleşmenin sonuçları kişinin herkesten üstün olma arzusunun onu bencilleştirmesi, amaçlarına uyan yalancılığı ve insan kandırmayı doğal bulmaya başlamasıdır. Bu yüzünü toplum içerisinde belli etmemek zorunda olması giderek kişiyi yapay ve sahte hale getirir. Bütün bu tutumlar kişiyi acımasız ve umursamaz olmaya zorlar ve giderek önce kendisine daha sonra içinde bulunduğu topluma yabancılaştırır. Kişi kendisine de başarılı olmaya, her zaman yüksek bir performans göstermeye mecbur olan bir makine muamelesi yapmaya başlar. Hem yakınındaki insanlar hem de kendisi onun kafasındaki mükemmel resmi oluşturmaya çalışan buna mecbur edilen oyunculara dönüşürler. 

Bütün bu özellikler ciddi bir karakter bozukluğu ve sevgi ilişkisi yaşayamayacak bir yapıya dönüşmek anlamına gelir. Bu insanların hayatlarında, kendilerine ait olmayan ya da kendi parçaları olmayan birisine ruhsal yatırım yapamaz hale gelirler. Herkes ve kendileri giderek mükemmellik idealini gerçekleştirecek araçlara dönüştükleri ve eşyalaştıkları için sevme kapasitesi tamamen kaybedilir. Bu kişilerin sevebilmeleri mümkün değildir. Bu durumda sevginin yerini narsistik amaçlar almıştır ve hem kişinin kendisi hem de yakınındakiler yok olmaktadırlar. 

Genel olarak kişinin gerçek anlamda bireyleşebilmesi için kendi ayaklarının üzerinde durmaya, kimseye muhtaç olmamaya ve özgür bir varlık olmaya büyük bir ihtiyaç duyması gerekir. İnsanı otonom olmaya zorlayan bu duygusal ihtiyaçların oluşması kişiyi kendisi olmaktan vazgeçmek zorunda kalacağı bir dayanışma sisteminin parçası olmaktan çıkarır. Yalancı bireyleşmede ise rekabet duygulan, başkalarından üstün olma arzuları, çevresindeki herkesi rakibi olarak görmesi ve onlarla yarış içinde olması kişiyi dayanışma içinde olmaktan uzaklaştırır. Bu rekabetçi duygularin dayanışmayı imkânsız hale getirmesi yanlış bir biçimde sanki bireyleşmeyi kolaylaştırıyormuş gibi değerlendirilmelerine yol açmıştır. 

BİREYSELLEŞEMEME HALLERİ 

Kişinin bireyleşebilmesi için ruhsal gelişiminin sevme kapasitesi oluşması aşamasına gelmesi gerekir. Bu durumda hem sağlıklı bir kendilik duygusu hem de insanlarla kalıcı sevgi ilişkileri götürmek mümkün olur. Ancak birçok insan bu düzeyde bir gelişme sağlayamaz; bu durumda ya öfke ya da korku kişinin ruhsal gerçekliği içinde daha fazla ağırlık taşır. Öfkenin ağır bastığı durumlarda haset duygusunun türevleri yalancı bireyleşmeye neden olurken korku duygusunun fazlalığı kişiyi bir dayanışma sistemine ait olmaya mecbur eder. 

Bir insanın iç dünyasında korku duygusunun fazla olması ya kişilik yapısının oluşumu ile ilgilidir ya da yaşam koşulları gerçekten çok zordur ve hayatta kalabilmek ancak bir dayanışma sistemi içerisinde mümkün olmaktadır. Çocuk korkutularak ve ceza tehdidi ile büyütülüyorsa veya anne babası hayattan çok korkuyorlarsa doğal olarak ilerde korku duygusu fazla olacaktır ve dünyayı çok tehlikeli olarak algılayacaktır; çünkü hayat ona çok tehlikeli olarak tanıtılmıştır. Hayatı çok tehlikeli olarak algılayan çocuk ergenlik çağına geldiğinde de dış dünyaya yönelemeyecektir ve ailesine olan ruhsal yatırımı azalmadan sürecektir. Bu yapıdaki bir genç büyüklerinin kendisini yönetmesine ihtiyaç duyacaktır; hayatındaki evlilik, başka bir yere yerleşme gibi önemli kararları büyüklerinin iznine bağlı olarak verebilecektir. Bu yapıdaki bir insan, kendisini doğru idare edebilmek için başında bir büyüğe her zaman ihtiyaç duyacaktır. Himayesi altında olduğu büyüğün doğruları ister istemez onun doğruları olacaktır. Bu durum bireyleşememe anlamına gelir. Korunma ve dayanışma ihtiyacının karşılığı özgürleşememe ve kendisi gibi olamama, kendi doğrularını oluşturamama sonucunu doğuracaktır. Korkuları fazla olan insanların aile, aşiret, cemaat gibi bir yere ait olma, ait olduğu yerin otoritesine rıza gösterme gereksinimleri fazladır. 

Bir yere ait olma ihtiyacının karşılanmaması büyük bir huzursuzluk, güvensizlik ve tedirginlik duygularıyla beraber hissedilen, kişinin çok da ismini koyamadığı bir korkuya, kaybolma korkusuna yol açar. Çoğu zaman bu ismi konmayan huzursuzluk baş ağrıları, yüksek tansiyon, sürekli adale ağrıları ve yorgunluk hissi ile kendini gösterir. Bir yere ait olma gereksiniminin fazlalılığı ve dayanışma gereksiniminin yüksekliği kişiyi ait olduğu yere karşı nesnel olamaz hale getirir. Dayanışma sistemi (aile, aşiret, ulus, cemaat) çoğu zaman yüceltilir. Dış dünyadan duyulan korku ve dayanışma sistemine duyulan ihtiyaç ne kadar fazlaysa dayanışma sistemi o kadar yüceltilir. Aynı klan sistemlerinde olduğu gibi sistem içi, sistemin içindeki insanlar ““iyi”, sistemin dışı ve sistemin dışındaki insanlar “kötü” olarak tanımlanır. Bu durumda dayanışma sisteminin dışındaki insanlara karşı ayrımcı davranılması, onların ötekileştirilmesi ve onlara zalimlik yapılması gayet doğal olarak algılanır. Tarihteki birçok zulüm, bu dayanışma sisteminin dışındaki dünyanın kötü olarak tanımlanmasına yol açan mekanizmalar yüzünden zulüm olarak tanımlanmadan, hatta sevap olarak tanımlanarak yapılmıştır. Bir dayanışma sistemine duyulan büyük ihtiyaç kişinin kendi vicdanıyla değil gurubun vicdanıyla davranmasına yol açar. 

Kişinin bireyleşememesinin kişilik oluşumu üzerinde ciddi sonuçları olur. Kişinin sevgi duygusunun hâkim olduğu bir yapılanmaya erişmesini bozar. Her şeyden önce hakikat sevgisi oluşmaz; çünkü dayanışma sistemine duyulan ihtiyaç, kişiyi her şeye kendi cemaatinin çıkarları açısından bakmaya zorlar ve bu durumda kişinin bakışı būtünüyle taraflı olacaktır. Böyle olunca cemaat ayrı bir terazide cemaat dışı başka bir terazide tartılır; nesnel gerçeklik ve hakikat arka plana atılır. Bu durum adalet ve liyakat duygusunun gelişmesini engeller. Bir insan bir göreve getirilecekse onun o görevi hak edip etmemesinden (liyakat) çok aynı cemaatten olup olmadığı önem kazanır. Bütün bu tutumlar ayrımcılığa yol açar. 

Kişinin kendi vicdanı yerine ait olduğu gurubun vicdanı ile davranması, ayrımcılık, ötekileştirme gibi yolları kullanması onun sevgi duygu suyla yönetilme aşamasına gelmesini engeller. Bu durumda kişinin söylediği, inandığı ve yaptığının tutarlı bir hale gelebilmesi tamamen her şeye içinde bulunduğu cemaatinin gözüyle bakmasıyla, cemaatinin duygularinı kendi duyguları haline dönüştürmesiyle mümkündür. Kişinin hissettikleri, duyguları, ihtiyaçları, davranışlan ve vicdanıyla bir bütün haline gelmesi, kendiliğini bütünleştirebilmesi amacı terk edilmiştir. Tutarlılık ve bütünlük cemaat ile bütünleşerek sağlanacaktır. Bu durumda bireyleşme amacı ve ihtiyacı tam anlamıyla terk edilmiştir. 

Bir insanın kendi duygu dünyasının yerine ait olduğu sistemin duygu dünyasını koyması onu özel hayatında sudan çıkmış balığa çevirir. Kişi özel hayatını da cemaatinin doğruları ile götürmeye çalıştığında, kendisini cemaat tarafından en uygun olduğu söylenen bir kalıba sokmaya başlar. Bu durumda kişinin kendi hakikiliği bozulur ve bir sevgi ilişkisi götüremez. Çünkü sevgi ilişkisi, insanın içinden gelenle ve hakikiliğini bozmaması halinde yaşanabilir. Aksi takdirde sevgi ilişkisi birbirine mükemmel bir eş olma oyununun oynandığı bir evcilik oyununa dönüşür. Bu durum, çok uzayan bütün oyunlarda olduğu gibi bir süre sonra sıkıcı olur. Bireyleşmenin sakatlandığı durumlarda kişiler, içlerinden geleni değil kendilerinden bekleneni yapmaya çalışırlar ve eşlerinden de aynı şeyi beklerler. Bu durum çoğu zaman eşler arasında örtülü bir öfkenin oluşmasına ve cinsel hayatın bitmesine veya vazifeye dönüşmesine yol açar. Aslında ilişkinin sevgi içeriği kaybedilmektedir. 

TARİHSEL KOŞULLAR BE BİREYLEŞME 

Sıklıkla kapitalist sistemin bireyleşmeyi oluşturduğu ve bireyin bir ruhsal yapı olarak kapitalist sistemin bir ürünü olduğuna dair fikirlerle karşılaşırız. Gerçekten de birey olmanın hukuki, siyasal, ekonomik, kültürel ve felsefi açılımları kapitalist ekonomilere sahip Batı dünyası tarafından oluşturulmuştur. Bireyin hak ve özgürlüklerinin tartışıldığı ve geliştirildiği, bireyin yüceltildiği dünya kapitalist ekonomik sisteme sahip Batı dünyasıdır. 

Dünyanın tarihsel koşulları, Batı dünyasını bireyin haklarının güçlendirilmesi ve korunmasıyla meşgul ederken Doğu dünyasını devletin güçlü olması, devletin ne pahasına olursa olsun, vatandaşlarını ezme pahasına da olsa varlığını sürdürmesinin ağırlıklı hedefi haline getirmiştir. Batı uygarlığını oluşturan toplumlar başlangıçlarından itibaren sınıflı toplumlar olmuşlardır. Batı uygarlığının yaratıcısı olan eski Yunan ve Roma top lumları köleci bir ekonomik sisteme sahiptiler; üretim, kölelerin emeği kullanılarak elde ediliyordu. Şehir devletlerinin kurucuları, yöneticileri ve şehirlerin özgür vatandaşları köle sahipleriydiler. Bu şehir devletlerinde, kölelerin hiç bir hakkı yoktu, köleler mal sayılıyorlardı. Böyle bir geçmişten gelerek, Batı insanı bir insanın başka birisine ait olmasını ve onun ekonomik bir aracı olarak kullanılmayı deneyimlemiştir. Bu durumda bu toplumlarda kişinin özgürleşmesi, hak ve özgürlüklerinin korunması yüksek bir ideal haline getirilmiştir. Hâlbuki Doğu toplumları, çevrelerindeki başka toplumların, klanların kendilerini yağmaya ve katliama maruz birakmasından, onlar tarafından yok edilmekten onlarla baş edebilecek kuvvette bir silahlı güç olmayı becererek korunmaya çalışmıştır. Daha büyük istilacı güçlere karşı durabilmenin tek yolu ise birbirleri ile dayanışan klanlar ve aşiretler topluluğu olabilmekten geçmiştir. Bu topluluklar yerleşik üretim yapabilen toplumlar olmaktan çok göçebelikle geçinen çevredeki aşiretler için caydırıcı olabilecek bir silahlı gücü de barındıran aşiretlerdir. Bu toplumlar, kalıcı bir üretkenlik oluşturmaktan çok varlıklarını sürdürebilmeye kilitlenmişlerdir. Böyle olunca Batı ve Doğu toplumları ayrı var oluş biçimleri oluşturmuştur. Batı toplumlarında özgürlük teması, Doğu toplumlarında ise birlik ve beraberlik, kardeşlik temaları, değer sisteminin merkez kavramları olmuştur. 

Bütün bu tarihsel nedenlerle Doğu, her zaman Batıyla kıyaslandığında daha dayanışmaca bir dünya olmuştur. Felsefesiyle, yetiştirdiği insan tipiyle, zihniyet dünyasıyla Doğulu ile Batılı arasında bir fark olmuştur. Bu noktada kapitalizmin bireyleşmeyi kolaylaştırması hatta mecbur etmesiyle ilgili fikirlerin irdelenebilmesi için sorulması gereken sorular vardır. Birinci önemli soru “Acaba kapitalizmin özündeki pazar ekonomisi, serbest piyasa, rekabetin özendirilmesi bireyleşme için uygun koşullar oluşturur mu?” İkinci önemli soru “Acaba ekonomik gelişmenin, sosyal devletin oluşumunun bizzat kendisi bireyleşme için uygun koşulları yaratıyor olabilir mi?” 

Ortamın, daha çalışkan, cesur, gerçekçi, kararlı, sabırlı ve mücadeleci olanların daha fazla kazanmasını sağlayacak şekilde oluşmasının kişileri kendilerini geliştirmeye özendireceği muhakkaktır. Serbest rekabet ve serbest ticaret, Batı toplumlarında, başlangıçta bu ortamı oluşturmuştur. Eski Sovyetler Birliğinde çalışanın da çalışmayanın da bir maaşının ve işinin olmasının toplumu tembelliğe, disiplinsizliğe ve alkole ittiğini o ülkelere giden herkes rahatlıkla görebilir. 

Kapitalist sistem başlangıcında, (18 ve 19 inci yüzyıllarda) kişileri, yeterli ve girişken olmaya itmiştir. Binlerce insan daha iyi bir dünya kurabilmek için Atlantik ötesine göç etmişler, yeni bir vatan oluşturabilmek için büyük bir maceraya girişebilmişlerdir. O dönemin dünyasında yetersizler, işsiz kalmaya veya az bir gelire razı olmak zorunda kalmışlardır. Bu ortam, insanları daha girişken olmaya, daha iyi bir eğitim almaya, daha çok okumaya, çocuklarını okutabilmek için fedakârlıklar yapmaya itmiştir. Kapitalist toplumlarda oluşan dinamizm eğitimin kalitesini ve yaygınlığını arttırmış, bilim ve teknolojide sıçramalar gerçekleştirilmiştir. Giderek çalışma hayatında kaba emeğin yerini makinelerden anlayan, onları tamir edebilen, bir sorun çıktığında onun çözümü için yaratıcı yollar bulabilen kalifiye bir emek almış ve bununla beraber Batı toplumlarının insan malzemesi de daha iyi eğitimli, daha disiplinli, daha iyi işbirliği yapabilen, daha iyi örgütlenebilen insanlar olarak değişmiştir. 

Kapitalist sistemin gelişmeye başlamasıyla beraber insanların kendilerini geliştirmeye, kendi yeterliliklerini arttırmaya yöneldikleri, çocuklarını çevrelerine daha uyumlu olmak yerine daha başarılı olacak şekilde yetiştirmeye başladıkları açık bir şekilde görülmektedir. Bu değişim, klan örgütlenmesi gibi herkesin benzer koşullarda yaşadığı, mutlak dayanışmacı bir dünyanın sonunu getirmesi kaçınılmazdır. Bunun yerine herkesin kendi gücünü ve kabiliyetlerini geliştirmeye çalıştığı, kişinin kimseye bağımlı ve muhtaç olmak istemeyeceği kişisel gelişmeyi ve bireyleşmeyi güdüleyen bir sistem oluşacaktır. 

İnsanın dış dünya ile ilişkili olan kısmındaki (bu kısma insanın kabuğu diyebiliriz) bu gelişmeler birkaç kuşak içinde yeni yetişen kuşakların daha derin katlarına inmeye başlar. Örneğin çocukları için eskiden daha koruyucu olan anneler çocuğun kendini geliştirme arzularını sevimli ve doğal bulmaya başlarlar. Daha önce ki kuşaklarda çocuğun merdivenden tek başına inmesine izin vermeyen anneler, daha yeni kuşaklarda çocuğun kendi gözetimleri altında merdivenden inmesine izin vermeye başlarlar. Toplumdaki daha koruyucu ve tutucu zihniyetin değişmesi ile birlikte, çocuğun kendisini geliştirme ve yeterliliğini arttırma çabası ebeveynlerin de hoşuna gider. Hâlbuki daha dayanışmacı ve korkuların ağır bastığı bir zihniyet dünyasında çocuğun merdivenden tek başına inmek istemesi çocuksu bir haddini bilmezlik ve şımanklık olarak algılanır. 

Yukarda insanın dünyayı ve başka insanları sevebiliyor olmak için özgür ve otonom olmaya ihtiyacı olduğunu aksi takdirde içinin öfke ve korku dolu olacağını anlamasıyla yürüyen bireyleşme süreciyle daha çok öfke ve hasetten kaynaklanan herkesten üstün olma ihtiyacının güdülediği (yalancı) bireyleşmenin farkı üzerinde durmuştuk. Kapitalizm sadece insanları daha çalışkan ve yeterli olmaya mecbur etmez ayrıca insanları diğerlerinden daha üstün olmaya, daha harika olmaya, daha iyi bir fotoğraf olmaya, bir marka olmaya da zorlar. Kapitalizmin sadece üretme boyutu değil bir de tükettirme boyutu vardır. Kapitalizm tükettirme sorununu tüketmeyi bir üstünlük, bir statü haline getirerek çözmeye çalışır. Çünkü sistemin kendisini sürdürebilmesi için ürettiklerini satabiliyor olması gerekir. Aksi takdirde ekonomik kriz oluşur ve sistem çöker. 

Üretici insan çalışkan, becerikli, diğer insanlarla beraber çalışabilen, onlarla işbirliği yapabilen, güvenilir, taahhütlerine sadık ve mütevazı olmak zorundadır. İsraf etmeyi sevmez, verimli olmak, yaptığı işi iyi yapmak gibi değerlere sahiptir. İyi tüketmesi istenen, sistemin işine yarayan tüketici ise başkalarından üstün olduğunu düşünen ve bu düşüncesindeki haklılığını dünyaya ispat etmeye çalışan birisidir. Kendisini çok çekici bir fotoğraf ve bir marka olarak tasarlamaya çalışır. Bu yüzden markalarla ve görünüşle çok meşguldür. Tüketmenin üstünlük olduğuna inanır ve kendisini sahip olduklarıyla gerçekleştirmeye çalışır. Bu özellikleriyle hem kendisini hem diğer insanları bir fotoğrafa, değerli olmaya çalışan bir nesneye indirger. Hayatın anlamını statüsünü yükseltmek ve başarılı olmak olarak tanımlar. Bu tüketici profili ağır narsistik özellikler gösterir ve sevgisiz bir varlıktır. İnsanın bütün varoluşunu bir tane olmak, biricik olmak, en üstün olmak gibi narsistik gereksinimlerinin üzerine kurması onun giderek kendisini nesneleştirmesine ve insanlığını yok ederek kendisinin yok olmasına yol açar. Bu yüzden bugün narsistik bozukluklar Batı uygarlığının ürettiği toplumsal bir felaket haline gelmiştir. 

Kapitalist sistemin kendisini sürdürebilmek için giderek ağır kişilik bozuklukları yarattığı son derece aşikârdır. Sistemin üretme gereksinimi ya otomatik üretim tezgâhlarına ya da gelişmekte olan ülkelere ve Doğuya (Çin, Japonya, Kore, Vietnam, Tayvan) kaydırılmış görünmektedir. Çünkü Batı uygarlığının insanı giderek üretken özelliklerini kaybederken henüz bu ülkelerin halkları üretken özellikler göstermektedirler. 

Kapitalist sistemin insanın bireyleşmesine etkisi üzerine sorduğumuz soruyu o zaman şu şekilde cevaplayabiliriz: “ Kapitalist sistem, başlangıç dönemlerinde, insanların kapitalizm öncesi dayanışma sistemlerinin çökmesine yol açmıştır. İnsanların bir dayanışma sistemi içinde yer alarak ha yatta kalmaya çalışmak yerine kendilerini geliştirerek, yeteneklerine ve kendilerine güvenmelerinin daha doğru olduğunu savlamıştır ve bu sav, belli bir gücü olan insanlar için doğru çıkmıştır. Bu zihniyet değişikliği üretici insan olmanın bir değer olduğu tarih dönemlerinde bireyleşmeyi hızlandırmıştır. Bireyleşmenin yaygınlaşması ekonomi alanında üretimin artmasına, bilim ve teknolojide hızlı gelişmeler olmasına, siyasi planda bireyin toplumların yönetimine katılımına, siyasi partilerin ağırlığının artmasına, demokrasinin gelişmesine, kimliklere saygıya, kadın hakları ve tüm insan haklarının kabulüne yol açmıştır. Günümüzdeki kapitalizm ise artık üretim ağırlıklı bir sistem olmaktan çıkmıştır, giderek tüketim toplumlarına dönüşmüştür. Günümüzün kapitalizmi, insanların narsistik ihtiyaçlarını uyararak yapay ve ruhsuz bir varoluşu özendirmektedir. Bu durum gerçek bireyleşmeyi engellemekte onun yerine insanların sevgisizleştiği, yalnızlaştığı, herkesin birbirinden üstün olmaya çalıştığı ve birer görüntüye dönüştüğü sahte bir bireyleşmeyi koymaktadır.” 

Sorduğumuz ikinci önemli soru “Acaba ekonomik gelişmenin, sosyal devletin oluşumun bizzat kendisi bireyleşme için uygun koşulları yaratıyor olabilir mi?” idi. Gerçekten refahın ve toplumsal örgütlenme düzeyinin gelişmesi, insanların hastalıklar, yaşlılık, aç kalma, başkalarının açık şiddetine maruz kalma gibi sorunların büyük ölçüde çözülmesini sağlamıştır. Bu gelişmeler, dayanışma sistemlerine duyulan ihtiyacın azalmasına yol açmıştır. Bundan yüz yıl önce yaşlılık ve hastalık karşısındaki tek teminat çocukların ebeveynlerine sahip çıkmaları ve onlara bakmalarıydı. Böyle bir ortam da ebeveynlerin çocuklarını kendilerinde tutacak şekilde yetiştirmeleri, onları kendilerine bağlı tutmaları kaçınılmazdır. Böyle bir sistemde, anne babanın beklentilerine uygun olmak “hayırlı çocuk”, anne babadan bağımsızlaşmış, kendi hayatını kurmaya çalışanlar ise sistemin mantığı gereği “nankör” yani kötü olarak tanımlanacaklardır. Çocuğunu kendisinde tutmak isteyen ebeveynin bilinçaltı, çocuğa dış dünyayı çok tehlikeli olarak tanıtır ve çocuğu korkak yapar. Bu anlamda hayat koşullarının olumlu yönde değişmesi, sosyal devletin oluşması dayanışma sistemlerine duyulan ihtiyacı azaltarak, ebeveynlerin bilinçaltlarında çocukların özgürleştirilmesini kolaylaştırmış ve bireyleşmeyi hızlandırmıştır. Kendisi bireyleşmiş ebeveyn çocuğunu kendinde tutmaktan vazgeçer; çocuğunu hayatın altından kalkacak, kalıcı bir sevgi ilişkisi sürdürebilecek yani hayat içinde bozulmadan yaşayabilecek, ahlaklı ve vicdanlı birisi olarak yetiştirmeye çalışır. Çocuk sahibi olmak giderek bir ihtiyaç olmaktan çıkar sevgiyle yapılır hale gelir. Bu durumda ebeveyn, insanlığın kültürel ve ahlaki birikimini çocuğuna aktararak ondan sağlıklı çocuklar yetiştirerek insanlık zincirinin sürdürmesini bekler. 

İkinci soruya cevabımız: “insanın daha insani bir ortamda yaşamasını sağlayan her türlü gelişmenin birey olma sürecine hizmet edeceğini kabul etmek gerekir. Kapitalizm, üretimin artmasını, bilim ve teknolojinin gelişmesini sağlayabildiği ve sosyal devlet anlayışını gerçekleştirebildiği, demokrasi kültürünün oluşmasından, insan haklarından ve özgürlükle- rinden yana olduğu tarihsel dönemlerde insanın ruhen gelişmesine de katkıda bulunmuştur.” 

ÜLKEMİZDEKİ DURUM 

Ülkemiz de birçok aile sistemi yan yanadır ve bazen iç içedir. Toplumuzun özellikle kırsal alanında geleneksel dayanışma sistemini sürdürmeye çalışan aile tipi (geleneksel aile-büyük aile) hâkimdir. Büyük şehirlerde geleneksel dayanışma sisteminden çıkmış, karı-koca- ve çocuklar üzerine kurulan ve hayatı kendi kapasiteleri ile yaşamaya çalışan (modern aile- çekirdek aile) yaygındır. Büyük şehirlerde, daha Batılı bir eğitim almış genç kuşak arasında küresel kapitalist dünya ile bütünleşmiş eşlerin beraberce statülerini yükseltmeye çalıştıkları tüketim toplumu aile sistemi giderek yaygınlaşmaktadır. Birçok aile ise melez durumdadır. Kendi ayakları üzerinde durabildiklerinde çekirdek aile iken, bir kriz durumunda desteğe ihtiyaçları arttığında geleneksel aile sistemine kayan, gelir düzeyleri yüksekken tüketim ve statü gereksinimlerine göre yaşayan statülerini kaybettiklerinde daha birbirleriyle dayanışmaya yönelen birçok aile vardır. 

Geleneksel aile sisteminde yaşlı kuşağın ağırlığı fazladır çünkü çocuklarının bir düzen kurabilmesini ve bu düzeni sürdürebilmelerini büyük ölçüde onlar sağlamışlardır ve ekonomik gücü ellerinde tutarlar. Genellikle büyükler ve evlendirdikleri çocukları birbirlerinden kopmamışlardır veya aynı evde yaşarlar ya da ayrı evlerde yaşasalar bile ekonomik alış veriş sürüyordur; bütçeler tam anlamıyla aynlmamıştır. Erkek çocuğu anneleri ve babaları, gelinlerinden kendilerine hizmet etmelerini beklerler. Bu sistemde geleneklere uymak, ailenin doğrularına uygun yaşamak önemlidir; geleneklere uygun davranmayan, kendi doğrularına göre yaşama iddiasında olan sistem dışına atılır. Anlaşıldığı gibi bu sistem çocukların bireyeşmesini istemez, bunu bir tehlike olarak algılar; kendi geleneklerine ve doğrularına göre davranılmasını yaşanmasını bekler.

Bu sistemde yetişen gençler dış dünyadan, kendilerini doğru idare edememekten, sistemden dışlanmaktan korkacak şekilde yetiştirilirler. Bu sistemde yetişen insanlar, yeterince bireyleşmedikleri için büyük şehirlerde yaşadıklarında bir dayanışma sistemine ihtiyaç duyacaklardır. Bu dayanışma sistemi yaygın olarak akrabalıktır, bazen hemşerilik, bazen de dini bir cemaat olabilir. 

Geleneksel sistemin yetiştirdiği insanların yetiştirilme tarzı olarak günümüzün dünyasının gerçeğine uygun olmamaları onları kendilerine uygun daha dayanışmacı başka bir dünya kurma mecburiyetine itmektedir. Dayanışmacı bir sistem güvenlik ihtiyacına cevap verir ama karşılığında kişinin kendi doğrularını bırakıp sistemin doğrularına göre davranılmasını bekler. Kişinin kendini idare etme deneyimine sahip olmaması onu önemli kararların verilmesi aşamalarında bir “baba”ya ihtiyaç duyar hale getirir. Bu ruhsal yapılanma kendini “baba” ya itaat etmek zorunda hisseder ve kendi doğrularını oluşturmayı engeller. Bütün bu özellikler, çocuk kalındığı anlamına gelir ve sevmekten çok ihtiyaçlı olmak sonucunu doğurur. Dayanışma sistemleri insanları çocuk bırakır ve sevme kapasitesinin oluşumunu yavaşlatarak insanların özel hayatlarını bozar. Kadınla erkek arasındaki kalıcı sevgi ilişkisi, erişkinlere özgüdür; çocuksu olup kalıcı bir aşk ilişkisi yaşayabilmek mümkün değildir. 

Geleneksel aile sistemi bireyleşmeye izin vermez. Çünkü bireyleşme ile geleneksel aile sisteminin dokusu birbiriyle uyumlu değildir ve bireyleşen geleneksel sistemden kopar. 

Çekirdek aile sistemi aileyi oluşturan kadınla birbirlerini sevdiklerinden emin oldukları ve kalıcı bir ilişki götürebileceklerine inandıkları için kurulur. Eşler birbirlerinden cinsel rollerine uygun sorumluluklar almalarını ve birbirlerini tamamlamalarını bekliyorlardır. Kadının kadın gibi olması erkeğin erkek gibi olması beklenir. Eşlerin amaçları birlikte bir hayat kurmak, hayatın altından birlikte kalkmaktır. Genel olarak gençler birbirlerini seçtikten sonra kızın ve erkeğin aileleri tanışırlar. Eşler, başlangıçta ailelerinden destek alsalar da beraber yaşayacakları hayatı kendileri finanse edeceklerdir. Çekirdek aile başlangıcından itibaren bir sevgi ilişkisi olarak kurulur ve sağlıklı ve kalıcı bir cinsel hayatı amaçlar. Bu aile sisteminde çocuklar, karı kocanın birbirlerine hissettikleri sevginin ürünüdürler ve sevgiyle büyütülürler. 

Çekirdek aile daha çok erkeğin kazancı ile geçindiği için aile reisi erkektir. Ama aile reisliği otoriter bir mahiyet taşımaz, önemli kararlar birlikte alınır. Kadının da aile içinde bir iktidar alanı vardır, o alanda son söz kadına aittir. Koca, bu çerçeve içerisinde aileyi karısıyla tam bir işbirliği içerisinde yönetir. Bu sistemde kadının annelik işlevini benimsemesi beklenir; çocuklara üç yaşına gelene kadar, annenin kendisinin annelik yapabilmesi son derece önemlidir. Bu yüzden erkek dış dünyanın altından kalkmayı kendisinden bekler, eşi çocuklar yuvaya gidebilecek yaşa geldikten sonra çalışır. Erkeğin babası aileyi yönetme konusunda her hangi bir yetkiye sahip değildir; baba olarak sevilir sayılır, gerektiğinde sahip çıkılır. 

Çekirdek aile sisteminde erkeğin aile reisi olması ona ailenin imkânlarının dağıtılmasında öncelik vermez. Tam tersine ailede önce en küçükler, en zayıflar, en ihtiyaçlılar önceliklidir, önce onlar düşünülür, baba en büyük olduğu için imkânların dağıtılmasında en sona kalır. Çekirdek aile sistemimde baba sistemi adalet ve sevgiyle yönetebiliyorsa çocuklar sağlıklı bir biçimde ve bireyleşerek büyürler. 

Çekirdek aile sistemi, tamamen kadınla erkeğin birbirine duyduğu sevgi üzerine oturduğu, beraberce aralarındaki sevgiyi üretmeye ve onunla hayatı anlamlandırmaya çalıştığı için ruhen çok gelişmiş olmayı gerektirir. Bu sistem insanların narsistik ihtiyaçlarına değil sevgi, saygı, yakınlık, birbirinin iyiliğini isteyebilme, birbirine değer verme gibi gerçek ihtiyaçlarina yönelmiştir. Yapaylık, abartma, gösteriş, övünme, tembellik, rahatına düşkünlük, kendini beğenmişlik çekirdek aile sisteminin yürümesini imkânsız hale getirir. Bu yüzden bu sistem yoğun olarak 1950li yıllarda denenmesine rağmen, insanoğlunun sevme kapasitesi yeterli olmadığı için yürümemiştir. Ruhen yeterince gelişmemiş, sevgi kapasitesi eksik insanlar aralarındaki sevgiyi canlı tutamazlar, birbirlerine ruhsal yatırımlarını sürdüremezler ve birbirlerinden sıkılmaya başlarlar. 1950’li yılların filmlerinde hayatın kadın erkek sevgisi üzerine kurulmaya çalışıldığı, aşkın yüceltildiği net olarak görülür. 

Günümüzde çekirdek aile sisteminin yerine eşlerin birbirlerini daha çok statülerini yükseltmek için bir ortaklık gibi bir araya geldiği evlilikler yaygınlaşmaktadır. Bu aile sistemine “ tüketim toplumu aile sistemi” diyorum. Çoğu zaman bir ortaklık gibi kurulan bir sistemde, eşler arasında, birbirine ruhsal yatırım yeterince olmadığı için böyle bir sistem aile vasfına da erişmemektedir. Böyle bir sistemde çocuk, eşlerin “hiçbir şeyleri eksik kalmasın fotoğraf tamamlansın” ihtiyacına cevap vermektedir. Çocuk, kendisine bir yatırım yapılmadığı için bakıcılara bırakılmaktadır, sıklıkla değişen birçok bakıcı arasında çocuk sahipsiz kalmaktadır; anne kendi derdinde, baba kendi derdinde olmaktadır. 

Daha işlevsel olabilen tüketim toplumu aile sisteminde anne ve baba çalışmakta ve başanılarını ve sahip olduklarını arttırmaya çalışmaktadırlar. Mutlu olabilmenin sahip olduklarını arttırmaktan, istediklerini elde etmekten, statülerini yükseltmekten geçtiğine neredeyse iman etmişlerdir. Bu inanç kalıbı günümüzün küresel kapitalizminin “motto“ sudur. Bütün saygı, sevgi, dürüstlük gibi değerlerin yerine geçmiştir. Böyle bir sistemin çıkarlar üzerine oturduğu ve sevgisiz bir varoluşu dayattığı açık olarak görünmektedir. Nitekim bu sistemde kadın ile erkek arasında cinsel hayat çok kısa süre içinde tükenir. İki taraf da beraber daha başarılı olacaklarına inanıyorlarsa, çıkarları örtüşüyorsa, her biri kendi işinde, kendi arkadaş çevresinde, akşamları bilgisayarlarının veya televizyonlarının başında yaşar giderler. 

Böyle bir sistemde yetişen çocuklar, aslında annesiz babasızdırlar. Onların çok ağır sorunlu olmasından başka bir olasılık yoktur. Küreselleşmiş kapitalist sistem tepeden tırnağa yapaydır, bir görüntüden, bir fotoğraftan ibarettir. İnsanlar kendi gerçek ihtiyaçlarını unutup sadece narsistik ihtiyaçların peşine takıldıklarında aslında sanallaşmaya ve yok olmaya başlarlar. 

Başlangıçta sadece canlı bir varlık olan insan vavrusunun hakiki bir insana dönüşmesini sadece hakiki insanlardan oluşan hakiki bir ortam sağlayabilir. Giderek dünyanın imaj ve marka dünyası haline gelmesi, insanların çıkarlarını duygularının önüne koyması ve her şeyin bu denli sanallaşması, aileyi yok ederek insan kaynağının kurumasına yol açacaktır. Ya da tüketim toplumunun insanlık için oluşturduğu tehlike kapitalist sistemin sonunu getirecektir. 

*Psikiyatrist Muhafazakar Düşünce • Yıl: 8- Sayr: 32 . Nisan – Mayıs – Haziran 2012

Kaynak : https://www.muhafazakar.com/makaleler/oku/366

AYLA DOĞANOtizm spektrum bozukluğu tanılı çocukların ve normal gelişim gösteren çocukların kardeşlerinde aleksitimi, ruminasyon düzeyi ve algılanan ebeveyn tutumunun karşılaştırılması A comparison of alexithymia, rumination level, perceived parental attitude on siblings of children diagnosed with autism spectrum disorder and of children developing normally
AYŞE TUBA CEYHUNOtizm spektrum bozukluğu olan çocuklar ile normal gelişim gösteren çocukların yüz işleme ve görsel tarama becerilerinin karşılaştırılarak incelenmesi A comparison of face processing and visual scanning skills of children with autism spectrum disorders and typically developing children
AİŞE BETÜL BAŞÖzel gereksinimli çocuğa sahip ebeveynler ile normal gelişim gösteren çocuğa sahip ebeveynlerin yalnızlık düzeyleri ve evlilik doyumu ile ilişkilerinin incelenmesi The relationship between parents of children with normal development and the relationship between marriage satisfaction and parents with special needed children
AYŞENUR ÇELİKPaylaşımlı kitap okuma sırasında normal gelişim gösteren, otizm spektrum bozukluğu ve zihinsel yetersizliği olan çocukların annelerinin kullandıkları etkileşim ve dili destekleme stratejilerinin betimlenmesi Description of strategies that support interaction and language skills used by mothers of children witout disability, with autism and with intellectual disability during shared book reading
EBRU ONAT ZOYLANEngelli kardeşe olan ve olmayan bireylerin kardeş ilişkilerinin belirlenmesi Determination the sibling relationships of people who have handicapped and non-handicapped siblings
FİLİZ GÜRDİLOtizm spektrum bozukluğu gösteren çocukların görsel arama performanslarının normal gelişme gösteren çocuklar ile karşılaştırılması Comparison of visual search performance of children with autism spectrum disorder with normal development children
FATİH KIVANÇ ERDOĞANAkran etkileşiminin otizm spektrum bozukluğu olan bir bireyin dil ve oyun gelişimine etkisinin incelenmesi Investigating the effects of peer interaction on play and language skills of an individual with autism spectrum disorder
GÖZDE AKOĞLUGelişimsel dil bozukluğu olan ve normal gelişim gösteren çocuklarda sözdizimini anlama becerileri ile sözel çalışma belleği ilişkisinin incelenmesi Investigation of relationship between verbal working memory and syntax comprehension skills on children with developmental language disorders and typically developing children
HÜSNÜ KAMİL KARADENİZOtizmli ve normal gelişim gösteren çocukların alıcı dil becerilerinin farklı değişkenler açısından incelenmesi Analysis of receptive language skills of children with autism and normal development from the point of different variables
IŞIK AKIN BÜLBÜLOtizm spektrum bozukluğu olan, gelişimsel geriliği olan ve tipik gelişim gösteren çocukların taklit becerilerinin ve taklit görevleri sırasındaki görsel dikkatlerinin karşılaştırılarak incelenmesi A comparative analysis of the imitation skills and visual attention of children with autism spectrum disorders, children with developmental delays and typically developing children during imitation tasks
JALE BEKTAŞSegmentation of brain region of MRI’s and omparisons between autistic and healthy adolescent MRI görüntülerde beyin bölgelerinin çıkarılması ve otistik ve sağlıklı ergenlerin karşılaştırılması
KUTUP KUCUROtizm spektrum bozukluğu ve normal gelişim gösteren erkek çocukların el-yüz simetrisinin karşılaştırılması Symmetry comparison of hand 2D:4D digit ratio and face in the autism spectrum disorder and normal age group boys
MÜGE KURBANOtizm spektrum bozukluğu olan ve normal gelişim gösteren çocuğa sahip ebeveynlerin tükenmişlik düzeyi ve yaşam kaliteleri bakımından incelenmesi Examination of life quality and burnout level of parents with children who have autism spectrum disorder and typically development
MUSTAFA ÇAĞATAY YÖNDEMNormal ve otizmi olan çocuklarda temel dil ve öğrenme becerilerinin değerlendirilmesi Assessing the basic language and learning skills of children with normal development and autism
NUR SENA ÖZTipik gelişen ve otizm spektrum bozukluğu olan çocukların yeme davranışları ve ebeveynlerin yemek zamanı tutumlarının arasındaki ilişkinin incelenmesi Analysing of the relationship between the eating habits of the children WHO has typical development and autism spectrum disorder with attitudes of the parents at mealtime
NAZLI BALKANLIOtistik çocuğu olan ve olmayan annelerde yaşam kalitesi,yaşamdoyumu ve umutsuzluk düzeyleri arasındaki ilişkinin incelenmesi To study relation between the quality of life, satisfaction with life and hopelessness level for mothers having and not having an autistic child
NURDAN ÇOBANOtizm spektrum bozukluğu olan ve olmayan çocuklarda trombosit fonksiyonlarının karşılaştırılması Comparison of thrombocyte functions in children with and without autism spectrum disorders
ÖMER FARUK ARNormal gelişim gösteren çocuğa sahip ebeveynler ile otizmli çocuğa sahip ebeveynlerin evlilik uyumu ve anksiyete düzeylerinin incelenmesi A study of marital adjusment and anxiety levels of parents with children showing normal development and parents with a child with autism
RIDVAN KORKMAZOtizmli çocuklara sahip annelerin depresyon ve aleksitimi düzeyleri ile normal gelişim gösteren çocuklara sahip annelerin depresyon ve aleksitimi düzeylerinin karşılaştırılması Otizmli çocuklara sahip annelerin depresyon ve alekitimi düzeyleri ile normal gelişim gösteren çocuklara sahip annelerin depresyon ve aleksitimi düzeylerinin karşılaştırılması
SEVİM EROL ADAKLIOtizm tanısı almış ve almamış kişilerde duygu ifadelerine ilişkin çalışma belleği ve duygu ifadelerinin anlamlandırılması Working memory for emotional expressions and emotional expression labeling in individuals with autism and typically developing individuals
SİMGE AYKAN ZERGEROĞLUOtistik özellikler gösteren sağlıklı bireylerde görsel ve işitsel uyaranların elektroensafalografi yöntemi ile incelenmesi ve aday tek nükleotit polimorfizmleri ile ilişkisinin belirlenmesi Investigation of visual and auditory potentials of healthy people with autistic traits by electroencephalography and determination of relationship with single nucleotide polymorphisms
SÜMEYRA ÇELİKOtizm spektrum bozukluğu, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu olan ve normal çocukların ana-babalarında zihin kuramı ve yürütücü işlevlerin karşılaştırılması The comparison of the autism spectrum disorder (ASD) and attention deficit hyperactivity disorder (ADHD) symptoms and theoey of mind and executive functions in parents of ADHD, ASD and control children
SEVDA KARACA ALOtizmli ve normal gelişim gösteren çocukların alıcı ve ifade edici dil becerilerinin karşılaştırmalı olarak incelenmesi Children with autism and normal development of the buyer and comparative analysis of the expressive language skills
ZEYNEP ÖKSÜZOtistik ve normal çocuk sahibi anne babaların bazı psikolojik ve psikiyatrik özelliklerinin karşılaştırılması The comparison between some psychological and psychiatric parameters of the families who have autistic and normal children
ZEHRA KURŞUNYaygın gelişimsel bozukluğu olan ve normal gelişim gösteren çocukların anne babaların stres düzeyleri ve stresle başa çıkma yollarının karşılaştırılması Comparasion of the stress levels and the ways of coping with stress of the parents of children who have pervasive development disorder and normal development

COVİD-19 salgını dünyanın hemen her ülkesini etkilemeye devam ediyor. Salgın, ailelerin ve bireylerin yaşam rutinlerini değiştirmelerine neden oldu. Çocuklar okula gidemiyor ve evden eğitim almaya çalışıyorlar. Anne babaların bir kısmı evden çalışıyor, bir kısmı ücretsiz izinde ve diğerleri de kendi işlerini kısıtlamalar nedeni ile yapamıyorlar. Sosyal mesafeyi arttırmak gerektiği için, çocuklar arkadaşları ve akrabaları ile görüşemiyor. Bulaşıcı hastalık salgınları hepimizde hastalığın bize ve yakınlarımıza bulaşması korkusuna neden oluyor. Her birimizin hayatında şimdiye kadar rastlamadığımız büyüklükte bir belirsizlik var ve ne yapmamız gerektiğini de tam olarak bilmediğimiz için kendimizi yetersiz hissediyoruz. Bu iki durumun birleşimi bir yandan kaygıyı arttırıyor diğer yandan kaygının kontrol edilmesini zorlaştırıyor.

Çocukların psikolojik sağlıklarının korunmasının hem kendileri hem de aileleri için son derece önemli olduğu açıktır. Bunu sağlamak için, mümkün olduğu kadar belirsizliği azaltmak ve yeterlilik algısını arttırmak gerekir. Her iki amaca da ulaşabilmek için, travma ile karşılaşılan durumlarda kullanılan yöntemlerin salgına uyarlanarak uygulanması akıllıca bir yöntem olacaktır. 

Çocukların ruh sağlığı korumak için :

Çocukların kaygılarını kontrol edebilmek için ilk adım bilgilendirmedir. Bu tip durumlarda çocuklarla konuşmanın belli prensipleri vardır: 

– İlk olarak çocuğun soru sorabileceği bir ortam sağlanmalıdır. Sorular dürüstçe ve çocuğun anlayabileceği bir şekilde cevaplanmalıdır. 

– Koronavirüsün yeni bir virüs olduğu, yaptığı hastalığın adının COVİD-19 olduğu, doktorların bununla ilgili bilgileri edinmeye devam ettiği, birçok kişinin hastalandığı ama çoğunun durumunun iyi olduğu, her “hasta” olanın bu virüsü taşımadığı ve belirtilerin başka hastalıklarla da ilişkili olabileceği, çocukların nadiren hasta oldukları ve hasta olurlarsa da çok hafif geçirdikleri, ancak yine de hijyene dikkat edilmesinin önemli olduğu belirtilmelidir. 

– Çocuğun aynı soruları tekrar tekrar sorabileceği bilinmelidir. 

– Çocuklar daha çok kendileri ve sevdikleri ile ilgilidir, bu yüzden sevdiklerinin durumu ile ilgili de bilgi verilmelidir. 

– Bu dönemde ev dışında çalışmak zorunda kalan anne ve babalar işten geldiklerinde hijyen kuralları nedeniyle çocuklarına sarılmamaları ve öpmemelerini gerekçeleriyle anlatmalıdır. Özellikle bu dönemde nöbet usulü çalışmak zorunda kalan sağlık çalışanları görevlerini, evde bulunmadıkları zamanı nasıl geçirdiklerini endişelendirmeden ancak güven duygusunu sarsmamak adına herhangi bir bilgiyi de saklamadan paylaşmalıdır. 

– Gerçekçi olmayan sözler verilmemelidir. Evde veya okulda güvenli olacakları söylenebilir, ancak etraflarındaki kimsede hastalık olmayacağı gibi bir söz verilmemelidir. 

– Çocuk hastalar birçok kişinin kendilerine yardımcı olduğunu ve kendileriyle ilgilendiğini bilmelidir. 

– Çocuk yetişkinlere bakarak kendisini ayarladığı için, konu ile ilgili yorumlara ve tepkilere dikkat edilmelidir. 

– Çocuklar televizyon veya sosyal medyadaki abartılı veya korkutucu haber ve yorumlara maruz kalmaktan korunmalıdır. Çocuklara sosyal medyada duydukları her şeyin doğru olmadığı söylenmelidir.

 – Okulların kapatılması korkutucu bir olay gibi sunulmamalıdır. Evde olmanın diğer insanlara faydalı olacağını çocuk bilmelidir.

 – Günlük rutinler yani yaşamın doğal akışı mümkün olduğunca korunmalıdır. 

– Çocukların sınıf arkadaşlarıyla, mümkünse öğretmenleriyle iletişim kurmaları, dijital olanaklar kullanılarak görüntülü konuşmalar yapmaları sağlanmalı ve desteklenmelidir. 

– Sürekli uyku sorunu yaşayan, korkularını kontrol edemeyen, anne babasından ayrılamayan çocukların profesyonel /psikososyal yardıma ihtiyacı olabilir. 

Çocuklarla travmayı çalışmada yaygın olarak kullanılan ‘Psikolojik İlk Yardım’ programı (Psikolojik İlk Yardım: Saha Çalışma Rehberi, 2016) prensiplerine göre, çocuk ve ergenlerle iletişim kurarken aşağıdaki noktalara dikkat edilmesi önerilmektedir: 

– Çocuğun göz seviyesinde oturma,

 – Okul çocuklarında duyguların ifadesine yardımcı olma ve sık rastlanan duygusal tepkileri isimlendirme, 

– Çocukların stresini arttıracak “dehşete kapılma” gibi yüklü kelimeleri kullanmama, 

– Dikkatli şekilde dinleme ve onu anladığınızı fark etmesini sağlama, 

– Çocukların zorlandıklarında kendi yaşından daha küçük yaştaymış gibi davranışlar göstermesini ve o alışkanlıklarına dönebileceğini akılda tutma, 

– Dili çocuğun gelişimsel düzeyine göre ayarlama, “ölüm” gibi kavramları çocukların farklı şekillerde anladığını unutmama, 

– Ergenlerle “yetişkin gibi” iletişim kurma, onların düşünce ve duygularına saygı duyulduğu mesajını verme, 

– Çocuğa yeterli duygusal desteği verebilmeleri için anne baba ile bu teknikleri pekiştirme. 

UNICEF, ailelerin geçici de olsa “yeni normale” göre kendilerini tekrar organize etmelerini tavsiye etmektedir. Bunun için ilk adım olarak sakin ve proaktif olmayı, ikinci adım olarak rutinleri oturtmayı önermektedir. Çocuklar her zaman için iyi ve tutarlı olarak yapılandırılmış ortamlarda daha az kaygılı olurlar ve daha iyi işlevsellik gösterirler. Bu nedenle, evde çocuklarla beraber vakit geçirmek zorunda olan anne babalar, günlerini çocukla oynanacak zamana, kendi sosyalleşmeleri için gerekli zamana, kendi iş ve uğraşlarını kapsayacak zaman ayıracak şekilde düzenlemelidirler. 

Yaşa göre farklılıklar olacaktır. Okul çağı çocuklarında, önce çocuğun ders ve diğer sorumluluklarını yerine getirmesi, sonra diğer aktivitelere geçilmesi önerilmektedir. 10-11 yaş ve üzerindeki çocuk ve gençlerde, rutinlerin oluşturulmasına çocuklar da katılmalıdırlar. Çocuğun duygularını tanımlamasına ve onlara sahip çıkmasına yardımcı olunmalıdır. Özellikle ergenlerde okul yaşamının kaybı çok önemlidir. Okul ortamının kaybolması ergenlerin sosyal hayatını çok olumsuz şekilde etkileyebilir. Genç kendisini mutsuz ve kaygılı hissedebilir. Bu hisleri ifade etmesi desteklenmeli ve bu duygular normalleştirilmelidir. Anne babalar kendi yorumlarını ve davranışlarını kontrol etmelidir; çocuk ve gençlere ulaştıkları gerçekçi olmayan bilgileri doğru yorumlamaları konusunda yardımcı olmaları gerekmektedir.

Evden çıkamayan çocuklar için, Travmatik Stres Bozukluğu Merkezi tarafından da (CTSS Helping Homebound Children During Covid-19 OutBreak, 2020) benzer önerilerde bulunulmaktadır. Bu öneriler arasında aşağıdakiler yer almaktadır:

– Ailelerin birlikte bir plan yapması, uygun olduğu durumlarda çocukların da planlama aşamasında katılım sağlaması ve bu şekilde kendilerini daha yetkin hissetmeleri, – Evde yapılabilecek fiziksel aktivitelerin planlanması, 

– Sağlıklı diyet, uyku düzeni, uygun hijyenik uygulamalar, 

– Yemek, yatma zamanı, çalışma ve egzersiz için rutinleri oluşturmak ve bunlara uymak,

– Evde gerekli gıda maddeleri ve ilaçların bulunması, 

– Çocukların ev işlerine katılımı ile yeterlilik hislerinin arttırılması, 

– Oyunlar, filmler gibi eğlenceli aktivitelerin planlanması, 

– Olumlu bir duygulanımın sürdürülmesi, – Anne babanın sabırlı ve toleranslı tutumları ile model olmaları, 

– Gevşeme egzersizleri, 

– Alkol ve tütün kullanımının azaltılması, 

– Eğer önceden var olan bir aktivite ise dini aktivitelerin çevrimiçi yöntemlerle devamı

Çocukların önemli bir kısmı, geçici bir dönem için bazı kaygı belirtileri, uykusuzluk ve konsantrasyon sorunları gösterse de, ağır bir ruhsal bozukluk yaşamazlar. Ancak özellikle daha önceden çeşitli ruhsal sorunları veya travmatik yaşantıları olanlar, aile sorunları yaşayanlar veya yakınlarını kaybedenler artmış ruhsal bozukluk riski altındadır. Eğer iki haftadan uzun süren belirtiler varsa, profesyonel destek gerekebilir. Bu belirtileri anne baba ve diğer bakım veren kişilerin takip etmesi gerekmektedir. 

Yaşa göre görülebilen belirtiler: 

• Okul öncesi çocuklarda: davranış ve becerilerde gerileme, anne babaya aşırı yapışma ve ayrılamama, uyku sorunları, iştahsızlık, korkular, yatak ıslatma, zarar verici davranışlar, yabancılardan aşırı korkma, nedeni bilinmeyen ağrılar, konuşma sorunları. 

• Okul çocuklarında: huzursuzluk, saldırganlık, aşırı yapışma, kabuslar, belirgin konsantrasyon sorunları, yapması beklenen aktiviteleri yapamama, yaşa ve bilişsel gelişim düzeyine göre daha küçük yaşta çocuk davranışlarının sergilenmesi. 

• Ergenlerde: döneme özgü birçok duygusal ve fiziksel değişiklik devam etmekte olduğu için, salgın hastalık ve zorunlu olarak evde kalma birçok soruna neden olabilir. Bazı ergenler böyle bir sorun olduğunu tamamen inkar edebilirler ve hayatlarında hiçbir değişiklik yapmayı kabul etmeyebilirler. Uyku ve yeme sorunları, aşırı huzursuzluk, saldırganlık, içe kapanma, üzüntü, yoğun kaygı, fiziksel ağrılar, davranış sorunları, alkol kullanımı gibi riskli davranışlar. 

Daha önceden psikiyatrik tanı almış olan çocuk ve gençlerin tedavilerinin hekim kontrolünde devamı veya düzenlenmesi çok önemlidir. Bazı durumlarda tedavi hekim tarafından sonlandırılabileceği gibi, birçok çocuk ve gençte özellikle kaygı ve depresyon gibi içe yönelim sorunlarında artma olacağı için ilaç dozlarının tekrar düzenlenmesi gerekecektir. Ayrıca, psikoterapi hizmeti alan danışanların bu tedavilerine uzaktan ve çevrimiçi şekilde de olsa devamı gerekmektedir. 

Yaşamını kaybeden yakınları olduğunda 

COVİD-19 salgını sırasında yaşamını kaybeden yakınları olduğu zaman, çocuklara ve gençlere nasıl bilgi ve destek verilebileceğine dair Psikolojik İlk Yardım programında (Psikolojik İlk Yardım: Saha Çalışma Rehberi, 2016) pratik öneriler bulunmaktadır: 

– Yakınlarını kaybeden çocuklara yaklaşımda öncelikle bireylerin farklı yas süreçleri olduğu hatırlanmalıdır ve yas sürecindeki kişilere saygılı, özenli ve kapsayıcı yaklaşım önemlidir. 

– Yas sürecinin bir “normali” olmadığı çocuğa ve aile üyelerine de vurgulanmalıdır. 

– Bireylere yaşadıkları sürecin normal ve anlaşılır olduğu belirtilmeli, kaybedilen kişiden ismiyle söz etmeli, yalnızlık, üzüntü ve öfkenin devam edebileceği belirtilmeli, belirtilerin uzun süre devam etmesi durumunda bir uzmanla görüşmeleri önerilmelidir. 

– Önerilen ifadelerden birisi “Her aile üyesinin yası kendine göre yaşadığını ve ifade ettiğini bilmek önemlidir. Bazısı çok ağlar, bazısı hiç ağlamaz. Aile üyeleri bir şeyleri eksik veya yanlış yaptıklarını düşünerek üzülmemelidir. Önemli olan herkesin duygularına saygı göstermek ve gelecek günlerde birbirine yardımcı olmaktır” şeklindedir. 

– “Nasıl hissettiğini biliyorum, şimdi daha iyi bir yerde, onun zamanı gelmişti, en azından çok çekmedi, bununla başa çıkacak kadar güçlüsün, zamanla kendini daha iyi hissedeceksin, senin hayatta kalman önemli, elinden gelen her şeyi yaptın, kader, her şeyin bir nedeni var, artık evin erkeği sensin” gibi ifadelerde bulunulmamalıdır. Karşınızdaki bu ifadelerin kullanırsa sizin bunu saygılı bir şekilde karşılamanız ancak sizin bu ifadeleri başlatmamanız önerilmektedir.

Çocuk ve ergenlerin ölüme dair anlayışları yaşa ve kültüre göre değişir. Okul öncesi çocuklar ölümün daimî olduğunu anlamayabilirler ve ölümün fiziksel gerçekliğini (“artık nefes alamaz, hareket edemez, acı hissetmez”) anlamaları için yardım gerekebilir. Okul çocukları ölen kişinin geri gelmesine dair duydukları istekle “hayalet benzeri” deneyimler yaşayabilirler. Ergenlerde ölüm öfke ve dürtüsel hareketleri, okulla ilgili sorunları tetikleyebilir. 

Ailelere verilebilecek öneriler arasında ise; 

– çocuğa sevileceği ve bakılacağına dair güven verme, 

– çocuğun olanlarla ilgili konuşmaya hazır olduğunu gösteren işaretlere açık olma, 

– çocuk konuşmak istemiyorsa onu bu konuda utandırmama ve suçlu hissettirmeme, konuşması için ısrar etmeme, 

– sorulara kısa, dürüst ve yaşa uygun yanıtlar verme, 

– ölüme onların bir hatasının neden olmadığını veya bunun bir ceza olmadığını açıklama, 

– yargılamadan duygularını dinleme, 

– çocuğun sorularına tekrar tekrar yanıt vermeye hazır olma,

 – eğer bir sorunun yanıtını bilmiyorsa bunu dürüstçe söyleme yer almaktadır.

 Örneğin şu ifadeler kullanılabilir “Herkesi kurtarmak için elimizden geleni yaptık. Deden hayatta olduğumuzu bilseydi çok sevinirdi. Sen yanlış hiçbir şey yapmadın”. 

Sonuç: Çocukların ve gençlerin korunması için, bilgilendirme, dürüst ve açık olma, bilgi kaynaklarını kontrol etme, rutinlerin oluşturulması, sağlıklı yaşam alışkanlıklarının devamı, anne ve babanın model olması, sosyal ilişkilerin telefon veya internet aracılığıyla da olsa devamı, duyguları dinleme, anlamlandırma ve destekleme, olası ruhsal bozukluk gelişimine karşı uyanık olunması ve daha önceden var olan sorunlar için tedavilerin devamının sağlanması olarak özetlenebilir. 

Hazırlayan: Dr. Özgür Öner 

Kaynaklar: https://www.cstsonline.org/assets/media/documents/CSTS_FS_Helping_Homebound_Children_duri ng_COVID19_Outbreak.pdf

Kaynak : https://www.psikiyatri.org.tr/uploadFiles/2420201236-cocuklarCOVID.pdf

Prof. Dr. Alpay Azap

Aşılar insanoğlunun sağlık alanındaki en değerli buluşudur. Hiçbir bilimsel ortamda aşıların gerekli olup olmadığının tartışıldığını duyamazsınız. Yapılması gereken, insanların aşı olmaması için değil, tam tersine, aşıların gelişmiş-gelişmemiş tüm ülkelere aynı miktarda ve kolaylıkla temin edilmesi, zengin-fakir herkese ücretsiz şekilde yapılması için mücadele etmektir. Aşılar bütün insanlık içindir.

Aşıların gereksiz olduğunu hatta zararlı olduğunu iddia eden, farklı gerekçeler öne sürerek aşılar konusunda toplumda kafa karışıklığı oluşmasına neden olan kişi ve gruplara kısaca “aşı karşıtı” diyoruz. Aşı karşıtlığı ne yazık ki son yıllarda giderek daha çok taraftar toplamaktadır. Geleneksel olarak modernleşmeye-bilimsel ilerlemeye karşı olan kesimler dışında daha eğitimli, kentli, çağdaş yaşam süren ve teknolojik gelişmeleri destekleyen toplum kesimlerinde de aşılar ve aşılanma konusunda soru işaretleri oluşmaktadır. Sosyal medya ve diğer iletişim mecralarının yaygınlık kazanması aşı karşıtlarına daha geniş kitlelere ulaşarak iddialarını dillendirme ve taraftar kitlesini genişletme şansı vermektedir. Kapitalist üretim biçiminin, düşünen-sorgulayan-araştıran “insan” yerine, sorgulamayan-inanan “tüketici” yetiştiren eğitim sisteminin insanları bilimsel düşünceden uzaklaştırarak metafizik ve akıl dışı düşüncelerin etkisine açık bırakıyor olması aşı karşıtlarının iddialarının yayılmasını kolaylaştıran bir diğer önemli etkendir. Aşı karşıtlarının komplo teorilerini dillendirmedeki başarısı da şüphesiz aşı karşıtlığının etkisini artırmaktadır.

2000’lerin başında İngiltere’de kızamık-kızamıkçık-kabakulak aşısının otizme neden olduğuna dair yalan yayın yapan ve bu nedenle hekimlik diploması iptal edilen Andrew Wakefield, ABD’de aşı karşıtı hareketlerin etkinliklerinde yer alarak açık bir yalanı dillendirmeye devam etmekte.

Komplo teorileri genel olarak ilgi çekici ve ikna edici görünürler. Bu teorilerin iç tutarlılığı çoğu zaman yüksektir ve bu da ikna gücünü artırır. Ancak temelinde bilimsel bilgi ve gerçeklik olmadığı için ayakları havadadır ve küçük bir etki ile yıkılmaya mahkûmdurlar. Tam da bu nedenle bilimsel düşünceden uzak kişiler arasında ve geri kalmış toplumlarda itibar görür, benimsenir ve yaygınlaşırlar. Aşı karşıtlarının komplo teorileriyle baş etmenin en iyi yolu sürekli olarak bilimsel bilgiyi geliştirmek ve dillendirmek, bilimsel düşüncenin yaygınlaşmasını sağlamaktır. Aşı karşıtları da aslında bunu iyi bildiklerinden bilimsel platformlarda hiç bulunmazlar. Hiçbir bilimsel toplantıda iddialarını dile getirmezler, getiremezler. Sosyal medya, gazete, dergiler ve televizyonlarda boy gösterdiklerinde de bilimsel verileri dillendirecek kişilerle karşı karşıya gelmemeye özen gösterirler. Kendi hazırladıkları televizyon programlarına kendi iddialarını destekleyen kişileri çıkartırlar.

Modern çağdaki aşı karşıtlığını başlatan program olarak kabul edilen ve Amerikan NBC televizyonunun bir yan kuruluşunda Nisan 1982’de yayın hayatına başlayan “DPT: Aşı Ruleti (DPT: Vaccine Roulette)” programı bunun klasik örneğidir (DPT: Üçü bir arada tek aşı olarak uygulanan Difteri-Boğmaca-Tetanos aşılarının baş harflerinden oluşan bir kısaltmadır). Programda özellikle difteri-boğmaca-tetanos aşısı sonrasında beyin hasarı, epilepsi ve ölüm geliştiği iddia edilen çocukların dramatize edilmiş hikâyelerinin yanı sıra konunun uzmanı olarak takdim edilen ve gerçekte konu hakkında bilgisi olmayan birkaç doktora yer verilmiştir. Amerika’da büyük ses getiren televizyon programı çok sayıda ailenin aşı üreten firmaları dava etmesine ön ayak olmuştur. Mahkeme süreçlerinde, konunun uzmanı diye gösterilen kişilerin programda iddia edilen konularda hiç çalışması olmayan, mesleksel geçmişleri tartışmalı kişiler olduğu ortaya çıkmıştır. Ancak bu durum bu kişilerin aşı karşıtı hareketler içerisinde çalışmaya devam etmesini engellememiştir. Her zaman sözlerini dinleyen büyük bir kitleyi bulmuşlardır. O kadar ki, 2000’lerin başında İngiltere’de kızamık-kızamıkçık-kabakulak aşısının bağırsakta geçirgenliği artırarak beyne zarar veren proteinlerin emilmesine ve böylece otizme neden olduğuna dair yalan yayın yapan ve daha sonra bu nedenle hekimlik diploması iptal edilen Andrew Wakefield isimli bir doktor, ABD’de aşı karşıtı hareketlerin etkinliklerinde yer alarak açık bir yalanı dillendirmeye devam etmekte, sözleri çok sayıda insan tarafından dinlenmektedir.

Aşı karşıtları yalanlarla ve gerçekleri çarpıtarak kampanyalar yapıyorlar.

Aşı karşıtlarının taktikleri

Peki, bu nasıl olabiliyor? Aşı karşıtları toplumu ikna etmek için iki önemli taktiğe başvurmaktadır. Birincisi; doğru olmadığı açık olan bilgilerin büyük bir iddia ile doğruymuş gibi savunulmasıdır. Biliminsanları bunu çürütünce hemen başka bir iddiayı dile getirirler. Böylece kamuoyunu ve biliminsanlarını sürekli meşgul etmeye çalışırlar. Bunu yaparken bir önceki iddialarının çürütülmüş olmasından hiç utanç duymadıkları gibi o konunun önemsiz olduğu, asıl önemli olanın yeni iddia olduğu yönünde bir algı yaratırlar. Bu böyle sürüp gider. Ülkemizden örnek verecek olursak, birkaç ay önce adının önünde profesör unvanı olan bir doktorun grip aşısı içinde alüminyum bulunduğu için yaşlılarda Alzheimer hastalığına neden olduğu iddiası tam da böyle bir iddiadır. Kendisi çok emin olarak söylese de üretilen hiçbir grip aşısının içinde alüminyum yoktur. Bu gerçeği uzmanlık derneği (Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları (KLİMİK) Derneği) olarak kamuoyuna sunmuş olmamız onun başka bir konuda yeni iddialar ortaya atmasına ve insanları kandırmasına engel olmamıştır. Konuyu, kendisinin sık çıktığı bir televizyon programında karşılıklı tartışma önerimizi de, bekleneceği üzere, geri çevirmiştir.

İkinci taktik çok daha ikna edici ve sinsidir. Açıkça yalan söylemek yerine bilimsel bazı gerçekleri çarpıtarak veya onlardan çıkamayacak sonuçlar çıkartarak, bir anlamda bilimi kullanarak, yalan söylemektir. Örnek vermek gerekirse, anne sütü bebeği infeksiyonlardan koruduğu için iki yaşını bitirene kadar çocuklara aşı yaptırmak yerine anne sütü vermenin yeterli olacağını iddia ederler. Anne sütünün infeksiyonlardan koruduğu çok doğrudur. Hekimler anne sütünü bebeğin ilk aşısı olarak tanımlar. Ancak bu bilgi ne kadar doğru ise buradan yola çıkarak dile getirilen “tek başına yeterlidir” iddiası o kadar yanlıştır. Yine aşıların özel şirketlerce üretildiği ve bu şirketlerin aşı yan etkilerini gizlediği iddiası da benzer şekilde doğru bir bilgiden yanlış sonuç çıkartmaktır. Aşıları özel şirketlerin ürettiği, kâr etmeyi hedefledikleri doğru olmakla birlikte aşı yan etkileri bağımsız bilimsel kuruluşlar tarafından takip edilmektedir.

Aşı karşıtları aslında bilimin gücünün farkında olduklarından kendilerine ve iddialarına sahte bir bilimsellik görüntüsü vermeye özen gösterirler. Yukarıda anlatılan, ABD’de “DPT: Aşı Ruleti” programı ile bir araya gelen ve kendilerine “ikna olmamış aileler” ismi veren aşı karşıtları 1990’ların başında isimlerini “ulusal aşı bilgilendirme merkezi” olarak değiştirmişler böylelikle resmi ve bilimsel bir kurum kisvesine bürünmüşlerdir. Site halen aktif olarak bilimsel verileri çarpıtarak aşı karşıtı bilgileri paylaşmaya devam etmektedir. Siteye girdiğinizde karşılaştığınız haberlerden birisi, Ocak 2018’de siteye konulmuş olan, ani bebek ölümü sendromu (SIDS)’in ABD’de yılda 1500’den fazla bebeğin bir yaşına gelmeden ölümüne sebep olduğuna ilişkin haberdir (SIDS; nedeni belirlenememiş bir sendromdur). Haberde aşılanma oranlarındaki artışla birlikte SIDS rakamlarında da artış olmasından hareketle ölümler aşı ile ilişkilendirilmektedir. Oysa çok iyi bilindiği gibi iki farklı parametrenin (değişkenin) birlikte azalması veya artması bu parametrelerden birinin diğerine neden olduğu anlamına gelmez. Tıpkı dondurma satış rakamları ile denizde boğulmaların birbirine paralel artış göstermesinin dondurma yemenin denizde boğulmaya yol açtığını göstermeyeceği gibi (asıl neden her iki değişkenin de artışına neden olan yaz mevsimidir), aşılanma artışı SIDS’in nedeni olmayabilir. Nitekim sitedeki haber bir yandan da mahcup bir şekilde “her ne kadar bu paralel artışın (korelasyon) nedensellik ifade ettiği kesin değilse de…” diyerek bilimsel itirazları savuşturmakta ama hemen ardından “2011 yılında yayımlanan bir çalışma sonucunda artan aşı dozları ile SIDS ölümleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon bulunduğunu” yazmaktadır. Tabi ki bu çalışmanın hangi çalışma olduğu sitede belirtilmediği gibi bir sonraki cümlede açık bir yalan ile Amerika Hastalık Kontrol Merkezi-CDC’nin (bizdeki Türkiye Halk Sağlığı Kurumu’nun eşdeğeri sayılabilir) 2015 yılında yaptığı araştırmada SIDS’ten ölen çocukların % 80’inin, öldüğü gün aşı uygulanan çocuklar olduğunu öne sürmektedir. Elbette ki CDC’nin bu veriyi üreten bir çalışması olmadığı gibi CDC’nin sayfasına girildiğinde “bu iddia üzerine yapılan detaylı çalışmalarda, analizlerde ve halen sürdürülen takiplerde aşıların SIDS’e neden olmadığı gösterilmiştir” yazdığını görürsünüz. Yine CDC’nin sitesinde, SIDS’in yüzüstü yatırılan bebeklerde daha sık görüldüğünü, bebeklerin sırt üstü yatırılması için yapılan eğitici kampanyalar sayesinde SIDS olgularının sayısında dramatik azalma olduğunu okuyabilirsiniz. Elbette ki aşı karşıtı sitede buna dair bir bilgi yer almamaktadır!

Aşı karşıtlığının etkisini azaltabilmek, her fırsatta ve her ortamda bilimsel gerçekleri ortaya koymakla mümkündür. Aşı karşıtlarının dile getirdiği belli başlı iddialar ve o iddialara yanıt niteliğindeki bilimsel gerçekler 10 başlıkta toplanabilir:

İDDİALAR VE BİLİMİN YANITLARI

İddia 1: Hastalıklar, sağlıklı yaşam koşulları ve temiz gıda/su temini sayesinde aşılamalardan önce ortadan kalkmaya başlamıştır.

Bu gibi ifadeler aşı karşıtı literatürde çok yaygındır, niyet aşıların gerekli olmadığını düşündürmektir. Daha iyi bir beslenme, temiz içme suyu, başta antibiyotikler olmak üzere tıbbi tedavilerin gelişmesi sağ kalım oranlarını artırmıştır. Daha az kalabalık ve sağlıklı yaşam koşulları hastalık bulaşını azaltmıştır. Bunlar doğrudur.

Ancak bir hastalığın görülme sıklığının yıllar içindeki değişimine bakıldığında aşıların ne kadar etkili olduğu şüphe götürmez bir şekilde görülür. Örneğin yıllar boyunca periyodik iniş çıkışlar olsa da kızamık görülme sıklığında gerçek kalıcı düşüş 1963’de kızamık aşı lisansının alınması ve kızamık aşısının yaygın kullanılmaya başlamasıyla örtüşmektedir (Grafik 1). İşin garip yanı, bu grafik aşı karşıtları tarafından çarpıtılarak tam aksini iddia etmek için kullanılmaktadır.

Şöyle ki; grafiğe dikkat edilirse Kanada’da 1959 ile 1968 arasında kızamık verileri toplanmadığı için olgu sayılarını gösteren siyah düz çizgi o yıllarda ara vermektedir. Aşı karşıtları orijinal grafikteki pek çok ölçüm noktasından sadece sekizini kullanıp, 1935 yılından 1959 yılına düz bir çizgi çizerek sanki aşıdan önce olgu sayıları düşmüş gibi göstermektedirler (Grafikteki koyu çizgi ve taralı alan). Hatta daha ileri gidip, biliminsanlarını bu grafiği gözlerden saklayan yalancılar olmakla suçlamaktadırlar (yavuz hırsız ev sahibini bastırır!). Benzer düşüş, çocuklarda öldürücü solunum yolu enfeksiyonları ve menenjit yapan Haemophilus influenzae’ya karşı aşı geliştirilmesiyle de yaşanmıştır. Üstelik bu düşüş sosyoekonomik düzeyi yüksek olan (zaten temiz su ve gıdaya ulaşabilen, yaşam standardı yüksek) gelişmiş Batı ülkelerinde ve yakın zamanlarda gözlenmiştir (ABD’de 1990’da yılda 20.000 olgudan 1993’de 1419 olguya). Benzer örnekler ülkemizden de verilebilir: Türkiye’de de kabakulak olgu sayısı 2005 yılında 20.000 iken yaygın aşılama ile 2017’de 419’a düşmüştür.

Aşılanma oranlarının düşmesinin gelişmiş ülkelerde bile salgınlara neden olması da hastalıkların kontrolünde aşıların vazgeçilmez olduğunu gösterir: Japonya’da 1974’de 393 boğmaca vakası ve sıfır ölüm gözlenirken boğmacaya karşı aşılama oranlarının aşı karşıtı söylemlerin etkisi ile % 70’lerden % 20-40’lara düşmesiyle 1979’da 13000 vaka ve 41 ölüm gerçekleşmiştir. Eski Sovyetler Birliği’nde 1989’da 839 difteri vakası varken, Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte aşılama altyapısının yok olması sonucunda 1994’de 50.000 olgu ve 1700 ölüm gözlenmiştir. Aşılamayı bırakırsak hastalıklar ölümlerle geri gelecektir.

İddia 2: Bir salgın ortaya çıktığında hastalanan kişilerin çoğu aşı olanlardır. Aşılar etkisizdir.

Bu, bilimi alet ederek yalan söyleme taktiği ile üretilmiş bir iddiadır. Salgınlarla seyreden çocukluk çağı hastalıklarında gerçekten de hastalananların sayıca çoğunluğu aşılı olanlar olabilir. Ancak bu aşıların etkisiz olduğunu göstermez. Şöyle ki; aşılanan çocuğu riske atmamak amacıyla aşının içine ölü veya zayıflatılmış virüs konulduğundan ve çocuğun bağışıklık sistemi ile ilgili nedenlerden dolayı hiçbir aşı % 100 etkili değildir. Aşılanan çocukların ortalama % 85-95’i korunurken % 5-15’inde aşıya rağmen hastalık gelişebilir. Toplumda aşılanmış çocukların sayısı aşılanmayanlara kıyasla çok fazla olduğu için hastalananlar arasında aşılanmış çocukların oranı da fazla olacaktır. Bir örnekle açıklanacak olursa; 1000 çocuğun gittiği bir okulda 10 çocuğun kızamık aşısı olmadığını 990 çocuğun aşı olduğunu farz edelim. Kızamık salgını olduğunda aşılanmamış 10 çocuğun tamamı hastalanacaktır. Aşının koruyuculuğu % 98 olsa dahi aşılanmış 990 çocuktan 19’u (% 2) kızamık olacaktır. Sonuçta salgında hastalanmış 29 çocuğun 19’u (% 65,5’i) aşılanan çocuklardan oluşacaktır. Oysa aşı 990 çocuğun 971’ini hastalıktan korumuştur. Aşılanmayanların tamamı hastalanırken aşılananların % 2’si hastalanmıştır.

İddia 3: Aşı olmaktansa hasta olmak daha iyidir; çünkü aşılar hastalığın kendisi kadar koruyucu değildir. 

Aşılar, doğal enfeksiyon sonucu gelişen yanıtlara benzer bir bağışıklık yanıtı üretmek için bağışıklık sistemi ile etkileşirler, ancak hastalığa neden olmazlar. Böylelikle kişide hastalığın olası komplikasyonlarının da önüne geçilmiş olur. Hastalığı geçirmek de aşılanmak kadar (bazı durumlarda daha fazla) bağışıklık oluşturur. Ancak aşılanmak yerine hastalığın kendisini geçirerek bağışıklık kazanmanın ağır bedelleri olabilir: Kızamığa bağlı ensefalit, körlük ve ölüm, kızamıkçığa bağlı doğum kusurları, bakteriyel menenjit sonrasında zekâ geriliği ve sinir hasarı, çocuk felci enfeksiyonundan sonra kalıcı felçler, Hepatit B virüsüne bağlı olarak karaciğer kanseri veya ölüm gibi ağır bedeller ödenebilir.

İddia 4: Küçük bir bebeğe çok sayıda aşı yapmak (çok ve çeşitli antijen vermek) bağışıklık sisteminin çalışmasını bozarak pek çok hastalığa yol açabilir.

Bu iddiayı dile getiren aşı karşıtları, aslında aşıya değil ama ilk iki yaşta bu kadar çok yapılmasına karşılarmış gibi konuşmaktadırlar. Oysa aşı hakkında ciddi soru işaretleri oluşturdukları gibi yine bilimsel olarak yanlış bir iddia öne sürmektedirler. Çünkü bebekler doğumdan itibaren her dakika çok sayıda yabancı antijenle karşılaşırlar. Annesinin vücudundan ve çevreden çok sayıda mikroorganizma bebeğin vücuduna yerleşir. Bebek ek gıda almaya başladığında ise gıdalarla çok sayıda mikroorganizma ve farklı antijenlere maruz kalır. Geçirdiği nezle gibi enfeksiyonlar antijenik uyarıya sebep olur. Basit bir nezle 4-10 farklı antijen, beta enfeksiyonu 25-50 farklı antijenle karşılaşması demektir. Aşılarla verilen antijenlerin sayısı çocuğun karşılaştıklarının yanında karşılaştırılamayacak kadar az miktardadır. Aşılama doğadakinin aksine kontrollü bir antijenik uyarımdır. Bilimsel veriler aynı anda farklı aşılar yapmanın bağışıklık sistemi üzerinde olumsuz bir etkiye neden olmadığını ayrıca yan etkinin de artmadığını göstermektedir. Bu nedenle çok uzun yıllardır bebeklere çoklu aşılar uygulanmaktadır.

Anne sütü tam bir koruma sağlamayacağı gibi kesilir kesilmez koruyucu etkisi de ortadan kalkar. Oysa aşıların etkisi ömür boyu devam eder.

İddia 5: Anne sütü, içeriğindeki maddelerle bebeği enfeksiyonlardan korur. Bebeklere ilk iki yaşta çok sayıda aşı yapmaktansa iki yaşına kadar anne sütü vermek yeterlidir.

Bu iddia da bilimi alet ederek yalan söyleme taktiği ile üretilmiş iddialara tipik bir örnektir. Gerçekten anne sütünün enfeksiyonlardan koruduğu bilimsel bir gerçektir. Hatta hekimler anne sütünü bebeğin ilk aşısı olarak tanımlar ve bebeğin anne sütüyle beslenmesini teşvik ederler. Ancak aşılar olmadan tek başına anne sütü, kızamık, kızamıkçık, tetanos, difteri gibi öldürücü hastalıklardan koruyamaz. Üstelik bu hastalıklar sadece yaşamın ilk iki yılında görülmezler, yani sadece çocukluk hastalığı değildirler. Aşılanmamış bir çocuk erişkin yaşa kadar bu hastalıklara yakalanmazsa mutlaka erişkin yaşta yakalanacaktır. Anne sütü tam bir koruma sağlamayacağı gibi kesilir kesilmez koruyucu etkisi de ortadan kalkar. Oysa aşıların etkisi (belli aşılarda ek dozlar yapılmak kaydıyla) ömür boyu devam eder.

İddia 6: Ülkemizde aşıyla önlenebilir hastalıklar kaybolmaya yüz tuttuğu için çocuklarımıza aşı yaptırmamıza gerek yoktur.

Ülkemizde aşıyla önlenen çocukluk çağı hastalıklarının çok azaldığı doğrudur. Bu hastalıkların artık unutulacak kadar nadir görülmesinin nedeni yıllardır başarılı bir şekilde uygulanmakta olan bağışıklama programlarıdır. Ülkemizde doğan çocukların % 90’dan fazlası aşılarını tamamladığı içindir. Ancak halen dünyanın pek çok bölgesinde bu hastalıklar görülmektedir ve artan seyahatler, göç ve mültecilik gibi nedenlerle çok kolayca sınırları aşabilmektedir. Aşılanma oranlarının biraz azalması, örneğin kızamık için % 95’in altına düşmesi, salgının görülmesi için yeterlidir. Nitekim ülkemizde 2011’de 105 kızamık olgusu (çoğu dışarıdan gelen kişiler) varken 2013’te salgın yaşanmış ve sayı 7405’e çıkmıştır.

Köylerde çocuk felci aşısı kampanyası.

İddia 7: Aşıların içinde koruyucu olarak cıva gibi tehlikeli elementler, alüminyum gibi zararlı maddeler bulunur.

Aşılarda bakteriyel kontaminasyonu engellemek için kullanılan timerosal diye bilinen madde organik bir cıva bileşiğidir. Doğada toprakta, havada ve sularda bulunan cıvanın iki formu vardır: Metil-cıva ve etil-cıva. Metil-cıva vücutta birikerek yüksek dozlarda insanlarda zehir etkisi gösterir. Etil-cıva ise metil-cıvaya göre çok hızlı vücuttan atıldığı için toksik dozlara ulaşmaz. İnsana zarar vermez. Timerosal etil-cıvadır ve sadece çoklu doz içeren flakon şeklindeki aşılarda bulunur. Tek kişiye yapılmak için hazırlanmış enjektörde bulunan aşılarda zaten timerosal (etil-cıva) yoktur. Timerosalin otizm yaptığı iddiası da ortaya atılmıştır. Ancak yapılan bilimsel çalışmalar timerosal ile otizm arasında hiçbir ilişki olmadığını göstermiştir.

Alüminyum ve skualen gibi maddeler aşıların etkisini artırıcı (adjuan) olarak 1930’lardan beri kullanılmaktadır. Bu maddeler de tıpkı cıva bileşikleri gibi doğada çok yaygın olarak bulunurlar ve insanlar aşılarda karşılaştıkları adjuanlardan çok daha fazlası ile günlük hayat içerisinde karşılaşırlar. Üstelik her aşının içinde adjuan yoktur. Bugüne kadar yapılan bilimsel araştırmalar aşıların içindeki adjuanların insana zarar vermediğini göstermiştir.

Suriyeli mültecilere yönelik aşı kampanyası.

İddia 8: Aşılar güvenli değildir pek çok aşının çok tehlikeli yan etkileri vardır. 

Aşılar çok güvenlidirler. Lisanslı bir aşı, kullanım için onay almadan önce çok sayıda deneme aşaması boyunca titizlikle test edilir ve piyasaya çıktıktan sonra düzenli olarak yeniden değerlendirilir. Biliminsanları ayrıca, bir aşının olumsuz bir etkiye neden olabileceğine dair olası bir durum için çeşitli kaynaklardan gelen bilgileri sürekli olarak takip ederler. Çoğu aşı reaksiyonları, genellikle lokal ağrı veya hafif ateş gibi geçici reaksiyonlardır. Nadiren ciddi bir yan etki bildirilmesi durumunda bilimsel kurullar tarafından hemen ciddiyetle araştırılmaktadır. Ancak şu da bilinmelidir ki tıpta bir yöntemin güvenli olup olmadığına karar verirken o yöntem uygulanmadığında neler olacağına da bakılır. Elbette aşılanma çok nadir (kabaca yüz binde bir ile milyonda bir arasında bir olasılıkla) ciddi yan etkiye neden olabilir. Ancak aşılanmamak çok daha tehlikeli ve zararlıdır. Bebeklerde ishali önlemek için yeni geliştirilen Rotavirus aşısı ile ilgili olarak 4,5 milyon bebeğin 5 yıl boyunca izlenmesi ile elde edilen veriler de bunu destekler niteliktedir.

Tablo: Amerika’da Rotavirus aşısı uygulamasının sonuçları

Aşıyla önlenen olgu sayısıAşının neden olduğu olgu sayısıFark
Hastaneye yatış53.444451093 kat
Acile başvuru169.9491312.115 kat

Aşılar her açıdan güvenlidirler. Hatta duş almaktan, yemek yemekten veya dışarıda dolaşmaktan daha güvenlidirler. Çünkü sadece ABD’de her yıl 350 kişi duş veya banyo kazası nedeniyle, 200 kişi yemek yerken nefes borusuna kaçırarak, 40 kişi yıldırım çarpması ile hayatını kaybetmektedir.

Aşı olma kararı salgın yapabilen infeksiyonlar söz konusu olduğunda bireysel bir karar değil toplum sağlığı için bir gerekliliktir.

İddia 9: Aşı yaptırıp yaptırmamak kişisel bir karardır. Benim çocuğuma aşı yaptırmamam kimseyi ilgilendirmez. 

Aşı karşıtlarının belki de en tehlikeli söylemi budur. Çünkü hastanın aydınlatılmış onamı olmadan, vücut bütünlüğünü bozacak bir tedavi veya tıbbi girişim uygulanmaması tıptaki en önemli etik ilkelerden biridir. Her hekimin, hastasının tedaviyi reddetme hakkına saygı duyması gerekir. Ancak aşılar vücut bütünlüğünü bozan bir girişim olmadıkları için bu kuralın dışındadırlar. Ayrıca aşılanma sadece aşılanan kişiyi değil tüm toplumu koruyan bir yöntemdir. Çünkü toplumdaki aşılı kişi sayısı çok yüksek olursa hastalık salgın yapamaz; aşılanmayan kişiler, aşılanan kişiler sayesinde hastalıktan korunmuş olur (toplum bağışıklığı). Ancak aşılanmayan kişi sayısı artarsa, toplum bağışıklığı etkisi azalır ve salgınlar görülür. Üstelik bu salgınlarda aşılanmış kişiler arasından aşının etkili olmadığı bazıları da hastalanırlar (bkz. 2. iddiaya verilen yanıt). Yani aşılanmamış olanlar yüzünden aşılananlar arasında hastalanıp ölenler olabilir. Bu nedenle aşı olma kararı salgın yapabilen infeksiyonlar söz konusu olduğunda bireysel bir karar değil toplum sağlığı için bir gerekliliktir.

Bu konu ülkemiz açısından çok kritiktir. Son yıllarda ülkemizde çocuklarına aşı yaptırmayan ailelerin sayısı tehlikeli bir şekilde artmaktadır: 2014’te 1370, 2015’te 5091, 2016’da 11470 iken 2017’de 23000’i geçmiştir. Bu artış trendi devam ettiği takdirde önümüzdeki yıllarda büyük salgınlar kaçınılmaz olacaktır. Nitekim salgınların ilk bulguları görülmeye başlamıştır. 2013 yılındaki salgın sonrasında yapılan aşı kampanyası sayesinde kızamık olgu sayısı 2016 yılında sadece 8 iken, 2017 yılında 84 olmuş, 2018 yılının ilk üç ayında ise (6’sı sağlık çalışanı olmak üzere) 55’i bulmuştur.

Şırnak’ta çocuk felci aşı kampanyası.

İddia 10: Aşılarla ilgili çok yan etki var ama aşı firmaları bunların bilinmesine engel oluyor.

Aşılar toplum sağlığını ilgilendiren ürünler olduğu için aşı uygulamaları bağımsız bilimsel kuruluşlar (Dünya Sağlık Örgütü, Uzmanlık Dernekleri, Avrupa Hastalık Kontrol Merkezi, CDC vb) ve ulusal sağlık otoriteleri tarafından günü gününe izlenmektedir. Tüm dünyada çok titiz çalışan aşı yan etkisi takip sistemleri vardır ve aşılar yan etki açısından ilaçlardan çok daha yakın takip edilir. En ufak bir şüphe oluştuğunda bağımsız biliminsanlarından oluşan komisyonlar kurularak araştırılır, bilimsel ortamlarda şeffaf bir şekilde paylaşılır, tartışılır ve sonuçlar tüm hekimlere ve sağlık çalışanlarına duyurulur. Sekizinci maddede söz edilen Rotavirüs aşısı bunun en güzel örneğidir. Temmuz 1999’da Rotavirüs aşısı kullanıma girdikten 10 ay sonra, CDC’nin “Aşı Yan etki Takip Sistemi (VAERS)”ne gelen raporlarda 15 çocukta aşı sonrasında ciddi bir hastalık olan “intusepsiyon” (ince bağırsağın bir kısmının önündeki ince barsak kısmının içine, teleskopa benzer şekilde, girerek barsak tıkanmasına neden olması) geliştiğinin bildirilmesi üzerine aşının uygulanması durdurulmuştur. Daha sonra yapılan bilimsel araştırmalar gerçekten bu yan etkinin aşıdan kaynaklandığını gösterince aşı piyasadan çekilmiş ve aşı firmaları bu yan etkiye neden olmayan yeni bir aşı üretmek üzere çalışmalarına devam etmişlerdir. Sonuçta bugün kullandığımız ve “intusepsiyon”a neden olmayan Rotavirüs aşıları geliştirilmiştir.

***

Sonuç olarak:

Aşılar insanoğlunun sağlık alanındaki şüphesiz en değerli buluşudur. Bilimsel olarak aşılarla ilgili tartışılacak çok başlık olduğu ve biliminsanları arasında, bilimsel ortamlarda tartışıldığı doğrudur. Ancak bu tartışmalar sadece daha etkili, daha az yan etkisi olan daha ucuz ve pratik aşıların nasıl geliştirilebileceğine ve aşılanma oranlarının nasıl artırılabileceğine ilişkindir. Hiçbir bilimsel ortamda aşıların gerekli olup olmadığının tartışıldığını duyamazsınız. Aşıların çağımızın üretim ilişkileri içinde, kapitalist sistemin işleyişine tabi olarak büyük şirketler tarafından üretilmesi, satılması ve kullanılması da aşılara karşı olmak için bir gerekçe olmamalıdır. Yapılması gereken, insanların aşı olmaması için değil, tam tersine, aşıların gelişmiş-gelişmemiş tüm ülkelere aynı miktarda ve kolaylıkla temin edilmesi, zengin-fakir herkese ücretsiz şekilde yapılması için mücadele etmektir. Aşılar bütün insanlık içindir.

Kaynaklar

1) Desai R. et al. Pediatr Infect Dis J 2013;32:1-7

2) http://www.who.int/vaccine_safety/initiative/detection/immunization_misconceptions/en/index4.html)

3) http://www.who.int/features/qa/84/en/

4) https://yalansavar.org/2012/01/19/asilar-ve-komplo-teorileri-bolum-3-asi-karsiti-iddialar-ve-yanitlari/

5) The Vaccine Handbook: A Practical Guide for Clinicians, 6E “The Purple Book”. Gary S. Marshall. Professional Communications, 2010.

6) Offit PA. Deadly Choices: How the anti-vaccine movements threatens us all. Basic Books, New York, 2012.

7) https://www.cdc.gov/vaccinesafety/concerns/sids.html

8) Gerber JS, Offit PA. Clinical Infectious Diseases 2009; 48:456–61

9) Azap A. Aşı Karşıtlığı Tüm Toplumun Sağlığını Tehdit Eder. Herkese Bilim ve Teknoloji, 22 Mart 2018.

10) http://www.klimik.org.tr/2018/01/02/grip-asisinda-aluminyum-yok/

Kaynak Yazı : https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2019/11/20/asi-karsitlarinin-iddialari-ve-gercekler-2/

Yrd. Doç. Dr. Özgül Polat

Okuma yazmaya hazırlık aslında çok geniş bir şekilde bakılması gereken bir kavram. Belki adına “okuma yazmaya hazırlık” demek çok doğru değil. İlköğretime hazırlık olarak bakmalıyız buna. Çünkü ilköğretime hazırlık, ilköğretim için donanımlı hale gelmek aslında çocuğun okul öncesi dönemde ulaşması gereken en temel amaçlarından bir tanesi. Okul öncesi eğitimin bir çok amacı var tabi ki ama en temel olan iki tane amacı var aslında. Bir tanesi hayat başarısı, bir tanesi de çocuğu akademik anlamda donanımlı hale getirip bir üst eğitim kurumuna hazırlamak. Programda yer alan bütün etkinlikler ilköğretime hazırlıktır. Sadece okuma yazmaya hazırlık dediğimizde sınırlarını çok daraltmış oluyoruz.

Bunun yanı sıra okuma yazmaya hazırlığı da sadece ses ve çizgi çalışmaları yapılan bir çalışma bütünü olarak değerlendiriyoruz. Oysa okuma yazmaya hazırlık çalışması demek aslında çocukların bütün sahip olduğu etkinliklerle tüm gelişim alanlarındadesteklenmesi demek. Sadece masa başında oturup ses ve çizgi çalışmalarını yapmak ya da bir takım kitap çalışması demek değildir.

İlköğretime hazırlık üzerinde daha derinlemesine düşünülmesi gerek bir süreçtir. Aslında bizim ilköğretime hazırlıkğı nasıl anladığımıza çok iyi bakmamız lazım. Biraz daha çerçevesini genişleterek bakarsak zannediyorum ki okul öncesi dönemde çocukları, ilköğretime çok daha iyi bir şekilde hazırlayabiliriz. Burada aslında ilköğretime hazırlığın çocuğun bütün gelişim alanlarında çok yönlü desteklenmesiolarak tanımlanması daha doğru olacaktır diye düşünüyorum. Bakanlık tarafından da bu şekilde bakılıyor. 2006 okul öncesi eğitim programının geliştirilmesinde ve yaygınlaştırılmasında görev almış bir kişiyim. Programda ilköğretime hazırlığı biz çocuğun bütün gelişim alanlarında eşit şekilde desteklenmesi olarak ele aldık. Doğru bir ilköğretime hazırlık programı nasıl olmalıdır diye baktık. Okul öncesi eğitim programını oluştururken, ilköğretim birinci, ikinci, üçüncü sınıf Türkçe hayat bilgisi vematematik programlarını indirerek inceledik ve okul öncesi eğitim programını da ona göre oluşturduk. Bu nedenle Okul öncesi eğitim programı ile ilköğretim programı birbirinin devamı şeklinde. Çünkü biz ilköğretime çocuk yetiştiriyoruz. Bağımsızhareket edemeyiz.

Burada aslında en önemli nokta şu: Anaokulu öğretmenleri birinci sınıfa nasıl bir çocuk yetiştirecekler, bu çocuk hangi yeterliliklere sahip olmalı? Bunun ne kadar bilincindeler? İlköğretim öğretmenleri ise hangi yeterliliklere sahip, nasıl bir çocukla eğitime başlayacaklar? Bunun bilincindeler mi? Bunun üzerinde biraz düşünmemiz gerekiyor. Çünkü biz ana okul öğretmenleri olarak eğer ilköğretimdeki sistemi, bizden hangi yeterliliklere sahip bir çocuk beklendiğini bilmiyorsak çocukları okula ne kadarhazır hale getirebiliriz? Aynı şekilde eğer birinci sınıftaki okuma ve yazma sistemini çok iyi bilmiyorsak o zaman doğru bir okuma yazmaya hazırlık programından ya da ilköğretime hazırlık programından da bahsedemeyiz.

İlköğretim programı 2005 ‘de biliyorsunuz komple değişti. 2005’de çok yönlü bakabilen analiz sentez yapabilen esnek derinlemesine kapsamlı düşünebilen

nesiller yetiştirebilmek amacıyla yeni bir program yürürlüğe kondu. Burada yapılan en köklü değişikliklerden bir tanesi okuma ve yazma sistemindeki değişiklik. Bizi yakından ilgilendiriyor çünkü okumada ses temelli cümle yöntemine geçildi. Yazmada ise bitişik eğik yazıya geçildi. Biz okul öncesi öğretmenleri olarak bunu çalışmalarımıza ne kadar uyarladık bu konuda birazcık çekincelerimiz var. 15senedir ilköğretime hazırlık konusu üzerinde çalışıyorum. Bu konuda yaptığım bir çok araştırma ve yazdığım bir çok kitap var, çalışmalarımın büyük bir bölümünün konusunu ilköğretime hazırlık çalışmaları oluşturuyor. Yaptığım araştırmalar ilköğretime hazırlık konusunda okul öncesi eğitimcilerin yeteri kadar donanımlı olmadıklarını gösteriyor.

Aslında bu sempozyumda belki sonuç bildirgesinde konması gereken en önemli maddelerden bir tanesi şu olabilir anaokul öğretmenlerinin ilköğretim birinci sınıfokuma ve yazma sistemini öğrenmeleridir. Ama ne için öğrenmeleri? Okulöncesinde çocuklara okuma ve yazma öğretmek için değil kesinlikle okul öncesinde okuma ve yazma öğretimi yok. Bakanlığın da böyle bir hedefi yok. Programda da yok. Okul öncesi eğitim programında çocukların ilköğretim birinci sınıfta çok hızlı bir şekilde okuyup yazabilmesi için gerekli olan temel becerileri kazandırması var. Neden çok hızlı okuması ve yazması gerekiyor. Çünkü biliyorsunuz Türkiye’de bütün sınavlar hızlı okumak okuduğunu doğru olarak anlamak üzerine kurulmuştur. Akademik başarının temelinde de bu yeterlilik yatıyor. Bu nedenle de eğer çocuk mekanik okumadan anlayarak okumaya çok hızlı bir şekilde geçerse o zaman akademik başarısı da bundan çok olumlu bir şekilde etkileniyor. Şimdi okuryazarlık nasıl gelişiyor buna çok kısa değinmek istiyorum. Okuryazarlık yaşamın içindedir. Aslında çok ayrı bir yerde görmememiz lazım. Okur yazarlık konusunda farkındalık yaratarak bilinç geliştirmek gerekir. Şu anda eğitimde bütün kademelerde gelinennokta öğrenmeler arası ilişki kurmak son derece önemlidir. Öğrenmelerin bilinenden bilinmeyene doğru, somuttan soyuta doğru olması önemlidir. O zaman ben çocuklarla çizgi çalışması yapmadan önce hayattaki yazıyı fark ettirmeliyim. Kendi yaşamlarının içindeki yazıyı göstermeliyim. Sokakta yürürken tabelalarda yazı var, çocuk çikolata yiyor üzerinde yazı var. Öncelikle bu konuda farkındalık yaratmak gerekir. Yazı neden gerekli okumak neden gerekli bunun üzerinde durmalıyım. Öncelikle çocuklarımasa başına oturtup çizgi çalışmaları yaptırmak değil aslında benim hedefim o en son aşama çünkü çocuğun neyi ne kadar yaptığını benim görebilmem ve portfolyosuna koyabilmem gerekiyor. Bu nedenle onlara da ihtiyaç var ama hayatın ilk sahnesini yaşamadan son sahnesine geçtiğiniz zaman filmde arada kopukluklar oluyor ve kalıcı öğrenmeler oluşmuyor. Bu nedenle de okuma yazmaya aslında hayatın içindeki bir etkinlik olarak bakmak lazım. Çocuk öncelikle neden okuyacağını neden yazacağını öğrenmelidir. Okur yazarlık konusunda farkındalık ve bilinç geliştirdikten sonra çalışmalarımızı yaparsak, çocuklarda o zaman daha fazla başarıyı yakalayabiliriz diye düşünüyorum. Yazıyı fark ettirdikten sonra amacımız, çocukları oturtup direk kağıtlar üzerinde çizgi çalışmaları yaptırmak değildir. Önce bütün kol kaslarını bilek ve parmakları çalıştıracak jimnastik hareketlerini yapmak gerekir. Ardından düzgün kalem tutma ve kalemi doğru kullanma becerilerinin geliştirilmesi gerekir. Oysa biz okul öncesinde 500 sayfalık çizgi çalışması yaptırıyoruz. Ama çocuğa kalemi nasıl tutması ve kalemi nasıl doğru kullanması gerektiğini öğretmiyoruz. İşte yazma becerisinin temelinde yaşamdan örnekler sunmak var, serbest çizgi çalışmaları yapmak var. Çünkü bitişik eğik yazıdabiliyorsunuz ki yuvarlak hatlı çizgiler esastır. Ve çalışmalarınızın çok büyük bölümünü %85’ini yuvarlak hatlı çizgiler oluşturmalıdır. Ama bu şu demek değil yatay çizgiye,

eğik çizgiye, dik çizgiye hiç yer vermeliyim. Bazen bunu çalışmayalım deniliyor. buna katılmıyorum. Çünkü eğer biz yaşamın içinden alıyorsak çocuğu okuryazar olarak yetiştirmek istiyorsak bilinçlendirmek istiyorsak o zaman bizim ne yapmamız gerekiyor. Öğrenmeleri yaşamla birleştirmemiz gerekiyor. Yaşamda dik çizgi var, eğik çizgi var. Yapılarda, nesnelerde, çocuğun bütün çevresinde var. Yani çocuğun olaya bakış açısını çok geniş tutmalıyız. Neden yazı yazmalıyım? Bilincini çocukta geliştirerek öğrenme motivasyonunu sağlamalıyız.

Neden bitişik eğik yazıya geçildi ? Bu konu üzerinde tabiî ki çok fazla çalışma var. Bir nedeni; düşünce hızında yazabilmektir. En önemli nedenlerinden biri de; yazı bir kültürü taşır. Kültürü bir sonraki nesle taşır. Düzgün yazabilmenin çok önemi vardır. Bir toplumda bir kültürde yazı çok önemli bir mirastır. Bir toplumu toplum yapan temelözelliklerden bir tanesidir. Bu nedenle bitişik eğik yazı ama şu söyleniyor çocuklar isimlerini yazmasınlar mı öğrenmesinler mi dik olarak yazıyorlar nasıl olacak ilköğretim de bu. Çok güzel oluyor çocuk dik yazıyı ve eğik yazıyı aynı anda öğreniyor dik harfleri ya da eğik harfleri aynı anda öğreniyor. Bütün okuma kitaplarının arkasına baktığınız zaman hem dik büyük harf hem eğik büyük harf vardır. Rakamlarda aynı şekildedir. Çocuğun bir adaptasyon problemi yok aslında yeter ki biz eğitim ortamını doğru bir şekilde sunabilelim, düüzenleyebilelim. Burada tabiî ki yazma çalışmalarına başlarken okul öncesi eğitimde üç boyutlu çalışmalarla başlamak, arkasından diğer çalışmalara geçmek önemlidir. Sistem olarak okul öncesi dönemde okuma yazmaya hazırlık da mutlaka birinci sınıftaki sisteme paralel olmalıdır. Birinci sınıftaki okuma sisteminde altı grup ses vardır. O zaman okul öncesindeki öğretmenlerimiz de bu altı grup sesin sırasına göre ses çalışmalarını yapmak durumundadır. Okul öncesi dönemde bütün sesleri vermenizi aslında beklemiyoruz. Okul öncesi dönemde önemli olan seslerin çok verilmesi değildir, az ve öz olarak mantıksal ilişkiler içinde verilmesi önemlidir. Yani “ELAT” grubu ve sırası ile başlanmalıdır. Ve burada özellikle şunu vurgulamak istiyorum. Okul öncesinde daha çok bir ses verilirken örneğin E sesi bunu başlangıç seslerine vurgu yapılır. Oysa ilköğretim birinci sınıf okuma sisteminde aynı ses kelimenin sonunda da yer alabilir aynı ses kelimenin ortasında da yer alabilir. Yani ben çocuğa şunu söylemek istiyorum. E dediğimde sadece kelimelerin başındaki E gelmesin aklına bu E sesini ben kelimenin sonunda da kullanabiliyorum ortasında da kullanabiliyorum. Eğer ben çok yönlü bakabilirsem benim çocuklarım da çok yönlü bakabilir. Eğer benderinlemesine düşünebilirsem benim çocuklarımda bir konuda derinlemesine düşünebilir. Çünkü siz okuma yazma sistemine sadece masa başı çalışmalardan çıkarıp bütün hayatı boyunca öz bakım becerilerinden sosyal becerilere varana kadar bir bütün olarak bakarsanız o zaman doğru bir okula hazırlık programı yada okuma yazmaya hazırlık programını uygulamış oluruz. Şimdi burada okul öncesi eğitimde ilköğretime hazırlığı etkileyen faktörler var. Bu faktörler tabiî ki fiziksel faktörler örneğin çocuğun görme becerisi, işitme becerisi, sağ el sol el tercihi, cinsiyet farklılığı bunların hepsi çocuğun ilköğretimdeki başarısını etkiliyor. Yine duygusal faktörler, sosyal faktörler, çevresel faktörler, zihinsel faktörler çocuğun ilköğretimde ne kadaradapte olabileceğini yada ne kadar adapte olamayacağını pozitif başlayıp başlayamayacağını belirleyen etkenler arasında. Bunları eğitimcilerimizin eğitim süreci boyunca dikkate almaları son derece önemlidir. Yapmamız gereken bir başka şey de çocukların dinleme becerilerini geliştirmek. Hayat başarısı yüksek olan yada akademik başarısı yüksek olan insanlara baktığınızda ya da hızlı okuyup yazan kişilere baktığınızda iyi bir dinleme becerisine sahip olduğunu görüyoruz. Okul öncesi eğitiminde gerek dinleme becerisi gerek görsel algı becerisi okuma yazmanın temelinde olan çok önemli iki temel beceridir. Oysa bu çalışmaların çok planlı şekilde yapılmadığını, göz ardı edildiğini görüyoruz. Önerilerimiz bu çalışmalarında sıklıkla ve belirli bir plan dahilinde uygulanması yönünde. İlköğretime hazırlık demek sadece büyük yaş grubunda yapılan çalışmalar bütünü demek değildir. Çocuğun anaokuluna devam ettiği süreyi kapsar. Aslında çocuk üç sene gidiyorsa bir ana okuluna üçseneye, iki sene gidiyorsa iki seneye, bir sene gidiyorsa bir seneye yayılmalıdır. Çünkü kazandırmak istediğimiz temel beceriler aslında ilköğretim programının temelinde olan sekiz beceriye bizi ulaştıracak, alt yapı hazırlayacak çalışmalardır.Okul öncesi dönemde amacımız çocuğa okuma yazma öğretmek değildir. Çocuğun okumayı ve yazmayı çok hızlı bir şekilde öğrenebilmesi için gereken temel becerileri kazandırmaktır. Harfleri gösterelim mi öğretelim mi konusunda çeşitli tartışmalar var. Haftanın bir ya da iki gününü ana okullarında çocuklarla oyun oynayarak geçirmeye çalışıyorum..Hayır, ben çocuklarla yaptığım hiç bir çalışmada harfleri göstermiyorum. Harfleri yazdırmıyorum. Ancak harfleri hızlı bir şekilde yazabilmesi için düzgün bitişik eğik yazabilmesi için gereken bütün bilek kaslarını bu çalışmaları ve çizgi çalışmalarını yapıyorum bir şekilde. Çünkü eğer harfleri gösterirsek çocuklar çok hızlı mantıksal ilişkiler kurabildikleri için ikinci dönem çok hızlı bir şeklide okumaya geçebilirler. Ve biz bu süreci çok hızlandırmış oluruz. Sonrasında nasıl destek olacağımızı bilemediğimiz için yanlışlar yapabiliriz. Yani okul öncesi öğretmeni şunu bilmelidir. Ben okuma yazma öğretmek konusunda uzman değilim. Birinci sınıf öğretmeni de okul öncesi eğitimcisi değil. Herkesin uzmanlık alanı farklıdır. Okuma yazma öğretmek çok ciddi ve o uzmanlık gerektiren bir iştir. Okul öncesi eğitimin amacı eğlenerek öğrenmektir. Okuma yazma öğrenmek ise, okul öncesi dönemdeki gibi, eğlenerek öğrenilmeyecek kadar ciddi bir iştir. Entegrasyon çalışmaları yapılıyor devamlılığı varsa tabi ki düşünülebilir. Ama Türkiye’nin geneline baktığınız zaman şu anda Türkiye buna hazır mı ve buna ihtiyacımız var mı? Soruları üzerinde ciddi şekilde düşünmemiz gerekiyor. Ayrıca Türkçe okunduğu gibi yazılan bir dildir. Çocuklar okuma ve yazmayı hızlı bir şekildeilköğretimde öğreneceklerdir. Panik olmamızı gerektirecek bir durum söz konusu değildir. Bu dönemde çocukların oyun oynamaya ihtiyaçları vardır. Onların oyun haklarını ellerinden alarak, onları masalara mahkum ederek okuma yazmaöğretmek okul öncesi eğitimin esaslarına uygun değildir.

Okul öncesi dönemde çocukların duygusal ve sosyal ihtiyaçlarının göz ardı edilerek, hayat başarılarının gelişimine yeterli katkı yapmak yerine, akademikbaşarıya odaklanmak, eğitimciler olarak önemle üzerinde düşünmemiz gereken bir konudur.

Tabi burada ailelere de çok büyük görevler düşüyor. Hiçbir zaman aileleri biz çocukların dışında algılamıyoruz eğitimin dışında algılamıyoruz. Öncelikle, Ailelerinokul öncesi eğitim kurumlarına okuma ve yazma öğretmeleri yönünde baskı yapmamaları gerekir. Ailenin çocuklarının ilköğretime hazırlanması sürecinde görevleri vardır. İlköğretime başlamadan önce görme yetisinin kontrol ettirilmesi, işitme yetisinin kontrol ettirilmesi, yine eğitim süreci içinde okuldaki etkinliklere katılım önemlidir. Ancak okulun programından bağımsız olarak harf öğretmek, yazdırmak gibi yanlışlar yapılmamalıdır. Çünkü yapılan bir yanlış ilköğretimde çok zor telafi ediliyor. Bu nedenle de herkesin uzmanlık alanını yapması lazım.

Okul öncesi eğitimcilerinin ilköğretim birinci sınıftaki okuma yazma sistemini öğrenmelidirler. Ancak çocuklara okuma yazma öğretmek için değil, çocukların ilköğretimde hızlı bir şekilde okuma yazma öğrenmesi için gerekli temel becerileri nasıl kazandıracağını öğrenmek ve planlamak için. Doğru hazırlık çalışmaları yapmak için öğretmenlerimizin bu konuda bilgi sahibi olması gerekir. Bu konuda bakış açımızın bence daha net olması gerekiyor. Okuryazarlık çok aktif bir süreç ve oyunla gerçekleşmesi gerekiyor. Bu nedenle de mutlaka okuryazarlığa hazırlıkta çocuğun bilinçli bir şekilde eğitilmesi lazım. Çocuğun ilköğretimde daha hızlı bir şeklide okuma ve yazmayı öğrenebilmesi için mutlaka bir çok çalışma vardır. Ancak, özellikle görsel algı, dikkat, nefes, ritim, ses çalışmalarının yapılması çocuğun ilköğretimde yazma becerisini yine daha hızlı bir biçimde kazanabilmesi içinde yine dikkat, çizgi, labirent, görsel algı çalışmalarının okul öncesi eğitim döneminde yapılması gerekiyor.

Sonuç olarak şu noktalara vurgu yapalım:

  • Okul öncesinin hedefi okuma ve yazma öğretmek değildir. 
  • Okul öncesinde görev yapan öğretmenler programlarını okul öncesi eğitimin hedeflerini dikkate alarak hazırlamalıdırlar. 
  • Okul öncesi eğitimde amaç çocuğun ilköğretimde okumayı ve yazmayı daha hızlı öğrenebilmesi için gerekli olan ön becerileri kazandırmaktır.
  • Öğretmen okula hazırlığın ne olduğunu ve nasıl olması gerektiği konusunda yeterli bilgiye sahip olmalıdır.
  • Ses ve çizgi çalışmalarını doğru bir şekilde uygulayabilmekiçin ilköğretim programındaki okuma yazma sistemi hakkında doğru bilgiye sahip olmalıdır eğitimcilerimiz.
  • Okuma yazmaya hazırlık etkinliği adı altında sadece kitap çalışmaları yaptırılmamalıdır.
  • Bütün etkinliklerde sanatta, dramada, Türkçede yapılan bütün çalışmalar okuma yazmaya hazırlığın içine adapte edilmelidir. 
  • Okul öncesi dönemde çocukların oyun hakları elinden alınmamalıdır. Okuma yazma öğretilmemelidir. 

Kaynak : https://www.tozok.org.tr/Kitap/1Temel/1-okuloncesi-sempozyum.pdf

Prof. Dr. Ayşe Çakır İlhan

Çocukların özgün ürünler üretebilmeleri, hayal güçlerini sanatsal çalışmalara yansıtabilmeleri, kendilerinin ve akranlarının yaptıkları çalışmalara saygı duymaları , yaratıcılıklarını desteklemeleri için öğretmenlerin ve anne babaların uygun etkinlikler tasarlar ve bunun için çok çeşitli materyallerden faydalanmaları gerekir. Ayrıca her çocuğun kendi becerisini sergilemesine olanak verilmelidir. Okulöncesindeki sanatsal çalışmalar çocuğun çevresindeki güzelliklere duyarlı olmasını ve zevk almasınısağlar. Çocuğun yaşamı ve sanat dallarındaki estetik özellikleri fark edebilmesine yönelik çalışmalarda onların kendilerini ifade etmelerine fırsatlar verilmelidir. Bu atölye çalışmasının amacı çocuğun eğitiminden sorumlu yetişkinlerin çocukla birlikteyapacakları sanatsal bir çalışmada izleyecekleri yaklaşım,yöntem ve teknikleri iki saatlik bir süre içinde uygulamalı olarak göstermektir.

Atölye Çalışması

Bu mekanı bir sergi salonu olarak düşünelim. Yerde ünlü ressamlara ait resimler (porteler) görüyorsunuz (EK:1). Bu resimlerle hepimiz bir sergi oluşturacağız. Mekanda sizin için uygun bir yere seçiniz ve oraya resmi yapıştırınız ve böylece kendi serginizi oluşturuyoruz. Seçilen bir resim nasıl bir yere asılır. Tekrar başa dönersek herkes yerden bir resim aldı ve yapıştırdı. Resimlerin bazılarını eledik. Şimdi bir daire oluşturuyoruz arkadaşlar ve herkes yanındakiyle eş oluyor. Arkadaşınızı alıyorsunuz ikiniz birlikte önce birinizin, sonra diğerinin resmine gidiyorsunuz. Önce tanışıyorsunuz sonra neden o resmi seçtiğinizi arkadaşınıza anlatıyorsunuz. Resim hakkında birbirinize sorular sorabilirsiniz. Mesela resim hangi duyguyu ifade ediyor. Sonra diğerinin resmine gidiyorsunuz. İki resmede bakan ortaya geliyor tekrar. Şimdi hiç tanımadığınız ya da daha önce eş olmadığınız birisi ile eş oluyorsunuz yeniden aynı çalışmayı yapıyorsunuz. Daha sonra başka bir arkadaşı alıyorsunuz yanınıza, resimdeki hangi şekiller var onları söylüyorsunuz. Hiç tanımadığınız bir arkadaşınızı alın ve resimde hangi şekiller var diye sorun. Evettekrar geliyorsunuz, yine daha önce eş olmadığınız bir kişi ile aynı çalışmayı tekrarlıyorsunuz. Resimde hangi renkler var.Tekrar arkadaş değiştiriyorsunuz, acaba resmin nasıl bir kokusu olabilir.? Bir bahar kokusu mu? , kötü bir koku mu?, yoksa birsevgi kokusu mu?, ne kokusu olduğunu tahmin ediyorsunuz. Tekrar eş değiştiriyorsunuz, resmin acaba nasıl bir tadı var? Şeker tadı mı?, bir nane tadı mı?. Evet şimdi bütün resimleri resim panosuna asıyoruz. Okul öncesi çocukları çok fazlasimetriğe uymaları mümkün değil. Evet tekrar daire oluşturuyoruz. Şimdi yaptıklarımızı gözden geçirelim.

Bir resim seçtik,
Bu resmi seçmekte çocuğu özgür bıraktık,

Mekanı tanımaya çalıştık, mekan içerisinde kendine en uygun olabilecek yerkonusunda düşündürdük ,
Birbirimizi tanıdık, grup birbirini tanımıyordu ve arkadaşlarının bir kısmını böylece tanıdınız. Böylece zamandan tasarruf ettik bir anlamda ve herkes kendi resmine birkaç kez bakmış oldu, beş ya da altı kere. Görsel algıda önemli olan ayrıntıyı görebilmektir. Ayrıntıyı görebilmek için ben dikkatlice bakın diye uyarılar vermedim. Ne yaptım sürekli hareket halinde hep başka birine resmi anlattırarak kişi her seferinde kendi baktığı resmi keşfetmeye çalıştı. Ve seçtiğim resimler önemlisanatçıların resimleriydi. Picasso ve Mustafa AYAZ . Çünkü bu iki sanatçı çocukların anabilecekleri resimler yapıyorlar. Bunları özellikle seçtim.

Şimdi bir porte (yüz resmi) nasıl yapılır ? Aşama aşama bunu öğreneceğiz.Gösterim yöntemini kullanıyorum. Algı için dokunmak çok önemli ,en çok ihmal ettiğimiz duyu, porte ya da insan bedeni çalıştırırken kısacası sanatsal etkinliler öncesi mutlaka drama yönetimini kullanın. Şimdi hepimiz başımıza elliyoruz. Kafamızın arkasını önünü elliyoruz. Neye benziyor başımız, topa benziyor,başka yumurtaya benziyor ,başka elmaya, topaç’a, karpuza, güneşe, çileğe, elipse benziyor. Yani yuvarlak bir şekli var kafamızın. Kare mi? değil ,dikdörtgen mi ? değil, Kafamız yuvarlak . İki elinizle yüzünüzü kapatın.Yüzümüz ne kadar büyüklükte? İki elimizin büyüklüğünde, yaklaşık iki el büyüklüğünde .Elimizi alnımıza koyalım alnımızdan kaşımızdaki mesafe ne kadar ? Dört parmak. Kaşımızdan burnumuza kadar koyalım elimizi ,ne kadar dört parmak, üç ya da dört parmak, bazılarının beş parmak olabilir. Peki burnumuzun altından çenemize kadar elimizi koyarak ölçüm yapalım, ölçü ne? dört parmak, yanaklarımız dörder parmak. Peki kafamızda saçlarımız nerede başlıyor, saçlarımızın bittiği yerde alnımız başlıyordu.

Okul öncesinde tekrarın bir yeri vardır. Ben çocuklara akademik resim çizmesini mi öğretiyorum? hayır. Yalnızca yüzümüzün belli oranları olduğunu öğretiyorum.


Şimdi arkadaşlar hepiniz tekrar sıralarınıza oturun. Herkes birer resim kağıdı alarak porte yapmaya başlayacaksınız. Seçtiğiniz resimleri hatırlıyor musunuz ? Unutan varsa bakabilir. Biraz önce seçtiğiniz resmin siyah beyazını size veriyorum. Şimdi yandan bellek eğitimi yaptırıyorum. Yani daha önce seçtiği resmi acaba siyah beyaz resimden de tanıyabilecek mi?

Çocuklarla sanat eleştirisi
Betimleme aşaması: 

Seçtiğiniz resme dikkatlice bakıyorsunuz, ne görüyorsunuz? Ne görüyorsanız onu önünüzdeki kağıda seçtiğiniz pastelle çizin. Tek tek çizin lütfen, örneğin, bir şapka görüyorum, bir çiçek görüyorum, bir kare görüyorum, bir üçgen görüyorum, bir dikdörtgen görüyorum çiçek görüyorum,bir imza görüyorum ne görüyorsanız onları çiziyorsunuz. Yani bir yüz çizmiyorsunuz ayrıntı çiziyorsunuz ,yazmıyorsunuz, neden okul öncesi olduğu için çiziyorsunuz diyorum ama eğer bu ilköğretim olsaydı yazın da diyebilirdim.


Çözümleme aşaması: 

Burada sizin çocuğu konuşturmanız lazım. Diyelim ki çiçek yaptınız. Çiçek yaptım çünkü çiçek bir dostluk göstergesidir, çiçek yaptım çünkü çiçek bir süstür, şapka yaptım şapka işte kadın için önemli bir aksesuardır. Çocukların bunu konuşması lazım. Buna çözümleme aşaması diyoruz. Onun için bunları tek tek yaptırdım. Üçgen yaptım, üçgen sivridir, sivri uçarlı vardır.Burada önemli olan çocuk yaptığı her bir şey için ne anlama geldiği konusunda bilgi verebilsin.


Yorumlama aşaması: 

Eğer o uzun boyunlu bir kadınsa her zaman hoş görünecektir. Eğer onun kirpikleri uzunsa hep iltifat alacaktır gibi yorumlama aşaması. Eğer o şapka taktıysa başka şapkaları da vardır.


Yargılama aşaması:

Ben bu resmi beğendim, çünkü kadın güzel kendine güvenen bayan.Resmi beğendim çünkü bir çok şekil var. Çok renkli olması ben bu resmi beğenmeme neden oldu. Siz neden beğendiniz? Ben bu resmi beğendim çünkü resim figürün bir kısmının hayvana bir kısmının insana benzemesi dikkatimi çekti. Ben bu resmi beğendim çünkü buradaki kadın tam bir İstanbul hanımefendisi bütün güçlüklerin üstesinden gelebilen her türlü probleme çözüm bulabilen ve çok sıcak kanlı ve kendine güvenen bir bayan görüyorum.

Sonuç olarak okulöncesi dönem çocukları ile yapılacak sanatsal ve yaratıcı çalışmalarında;

  •   Öğrenciye yapacağı çalışma hakkında açık ve net bilgi verilmeli,
  •   Çalıştıkları tema hakkında yeni fikirler bulmalarına yardımcı olunmalı,
  •   Duygularını resimle anlatabilecekleri fantezi ve hayal güçlerinikullandırttılmalı,
  •   Şekiller, renkler, desenler, çizgiler, ton, doku,boyut, dizayn etmevb.konular üzerinde durulmalı,
  •   Materyal kullanma konusunda farklı seçenekler sunulmalı,
  •   Fikirlerin başka bir zamanda başka bir yerde kullanılmasına fırsat verilmelidir.
    Okulöncesinde çocuklara yaptıkları çalışmalar konusunda olumlu eleştiride bulunmalıdır. Örneğin “ bugünkü çalışman dünkü çalışmandan daha iyi” uygun bir övgüdür. Ancak “tamamdır” kelimesi çok geneldir ve inandırıcı değildir.Çocuklara övgü sunmak çocuğu cesaretlendirmeyle sınırlı olmalıdır. Birçok çocuk resimlerinde ne yaptığını, nasıl olduğunu bilmek ister. Son yıllarda ‘betimleyici övgü’ çocukları cesaretlendirmek için daha üretici bir yol olmuştur. Bu öğretim becerisine bir örnek; “Dergilerden bu ilginç renkleri bulmak için çok uğraşmışsın,bazılarını çıkarıp koyu yaparsan daha iyi olacak.” Betimleyici övgüyü kullanmak güvenlidir ve çocuğun çalışmasındaki olumlu noktaların altını çizmek ve onların kendilerine güvenmelerini sağlayabilir.

Kaynak : https://www.tozok.org.tr/Kitap/1Temel/1-okuloncesi-sempozyum.pdf

  1. Bölüm

Doç.Dr. Ümran KORKMAZLAR-ORAL

Öğrenme sorunları da, pek çok sorun ya da hastalık gibi çok erken fark edilebilir. Genellikle anneler, çocukları diğer çocuklarından ya da yaşıtlarından farklı gelişiyorsa fark edebiliyorlar. Bir kısmı beklemeyi tercih ettiğinden, bir kısmı da nereden yardım alacağını bilemediğinden soruna müdahale gecikiyor. Böylece çok değerli zaman kaybedilmiş oluyor.  

Öğrenme sorunlarını erken yaşta tanımada ve müdahalede, okul öncesi eğitim veren kurumlarda çalışan eğitimcilerin ve çocuk doktorlarının çok önemli rolleri vardır. Fakat yapılan çalışmalar ve deneyimler gösteriyor ki, öğrenme güçlükleri konusu yeterince bilinmediği için, gerek anneler, gerek eğitimciler, gerekse doktorlar tarafından sorun erken fark edilse de, gereken değerlendirme ve müdahale zamanında yapılamıyor.

Öğrenme güçlüklerini anlamak için, öğrenmenin gelişimsel açıdan nasıl geçekleştiğini bilmek gerekir. Piaget’nin kuramına dayanarak,  öğrenmenin gelişimsel olarak 5 aşaması tanımlanmaktadır:

1.    Algısal Öğrenme: Duyma, tat, koklama, dokunma / hareket ve görme duyularının  kullanımını içerir. Uyarılara uygun tepkide bulunabilmek bu dönemde öğrenilir.

2.    Ayırdedici – Birleştirici Öğrenme: Bu aşamada nesneler arasındaki benzerlik ve  farklılıkları ayırdetme, bağlantılar kurabilme öğrenilir. Sıralama, eşleme, sınıflandırma  becerileri kazanılır. 

3.    Özümleme: Çocuk  önceki süreçleri özümler ve kullanmak istediği zaman  için  öğrendiklerini kendisinin bir parçası haline getirir.

4.    Uyum: Özümlediği bilgiyi kullanmak ve yeni durumlara aktarabilmek  aşamasıdır.

5.    Sembolik Öğrenme: Öğrendiklerini sembollerle gösterebilmek  

aşamasıdır. Sembol sistemini öğrenerek okuma, yazma ve aritmetik   becerilerin kazanıldığı aşamadır.

Bu aşamalardan sağlıklı olarak geçememiş ve yaşıtları gibi okuma, yazma, aritmetik öğrenme olgunluğuna erişememiş olan çocuklar öğrenme güçlüğü çekerler. 

NASIL ÖĞRENİYORUZ

 Araştırmacılar ÖĞRENME sürecinin 4 aşamasını ayırt etmektedirler:

1) Giriş (input) aşaması: Gelen bilgilerin duyu organlarından beyine girmesi,    algılanması aşamasıdır.

2) İşlem (entegrasyon) aşaması: Gelen bilginin kaydedilmesi, organize edilmesi,  anlaşılması ve işleme konulup yorumlanması aşamasıdır. Bu aşamada bilgiyi  sıraya koyma, soyutlama,organize etme gerçekleşir. 

3) Bellek (depolama) aşaması: Bu aşamada, anlaşılan bilgi tekrar kullanılmak  üzere depo edilir.  

4) Çıkış (output) aşaması: Beynin bilgiyi mesaj olarak hücrelere, kaslara, dil  ya da motor etkinlik alanlarına göndermesi sürecidir.

OKUMA, YAZMA,ARİTMETİK BECERİLERİNİN GELİŞİMİ 

Okuma yazmanın öğrenilmesi, normal gelişim aşamalarından geçmenin yanı sıra bazı becerilerin gelişmesine de bağlıdır. Okuma  zor bir şifreyi çözmeye benzer ve konuşma dilini yazı diline çevirmeyi gerektirir. 

    Bunun için de dikkat, algılama, kavrama, sıralama, canlandırma, akılda tutma, isimlendirme, analiz-sentez gibi çok çeşitli bilişsel becerilerin gelişmiş olması gereklidir. 

Okuma, çocuğun sembol sistemini kullanabilmesi ile ilişkili iki aşamalı karmaşık bir işlemdir. Okumayı öğrenebilmek için:

➢            Çocuk önce objelerin isimlerini öğrenir, sonra bu isimlerin yazıldığı sembolleri ( harfleri ) öğrenir.

➢            Görsel olarak sembolleri ayırt etmesi yetmez, harflerle sesler arasındaki bağlantıyı kurabilmelidir. 

➢            Okumayıöğrenmek çağrışımlar yapabilme becerisine bağlıdır.

➢            Okuduğunu anlarken görsel ve işitsel imajlar ve bunların anlamları arasında çağrışımlar yapılmalıdır.

Kaynak :


Oktay TAYMAZ SARI, Elif BİÇER, Dilek KASIM

Bu araştırma, çocuklarında gelişimsel farklılıklar olduğunu fark eden ailelerin bağımsız bir psikiyatriste başvurmaları sonucunda, otizmde yüksek risk taşıdığı belirlenmiş olan çocukları ile yürütülmüştür. Dört katılımcı ile yapılan bu çalışmada, otizm riski taşıyan, yoğun dürtü kontrolü sorunu olan bu çocuklara, oyun ile öğretim ve aile katılımına yönelik eğitim verilmiştir.

Araştırma sonunda ortaya çıkan verilerde; 1. Katılımcının dört aylık, 2.
Katılımcının altı aylık, 3. Katılımcının iki yıl üç aylık ve 4. Katılımcının bir yıl on aylık eğitsel çalışma sonuçları sunulmuştur.

Ayrıca, eğitim süresince, çocuğun gelişimine ilişkin toplanan nitel ve nicel nitelikteki verilerin aktarılması hedeflenmiştir. Araştırmada kullanılan Ankara Gelişim Envanteri ve ABC sonuçları değerlendirilmiştir.
Ankara Gelişim Envanteri sonuçlarına göre, genel ve alt gelişim alanları boyutundaki puanlarda, tüm katılımcılarda artış olduğu, özellikle en yüksek artışın dil ve bilişsel alanda olduğu görülmektedir. ABC formu sonuçlarına bakıldığında, duyusal alan başta olmak üzere otizm ile ilgili belirtilerin eğitim sonunda tamamen yok olduğu, tüm gelişim alanlarında ve toplam puanda buna bağlı olarak azalma olduğu görülmektedir.

GİRİŞ

Erken çocukluk özel eğitimi, yetersizliği olan veya gelişimsel açıdan risk grubunda olan çocukların ve ailelerinin gereksinimlerini karşılamak, yetersizliğin engele dönüşmesini önlemek ya da çocuğun yaşıtlarıyla gelişim farklılığını en aza indirmeyi hedefleyen bir alandır (SazakPınar, 2006). Erken çocukluk özel eğitimi, şemsiye bir kavram olarak 0-36 aya yönelik erken özel eğitim ve 36-72 aya yönelik okul öncesi özel eğitim dönemlerini kapsamaktadır. Erken çocuklukta özel eğitim bu bağlamda, erken çocukluk döneminde gelişimsel geriliği olan ya da gelişimsel gerilik/yetersizlik riski altındaki çocuklara ve ailelerine sunulan farklı destek (eğitsel, gelişimsel, sosyal, sağlık, beslenme gibi) sistemlerini içerebilen hizmet sunma süreci olarak tanımlanabilmektedir (Diken ve Gül, 2009). Yaşamının ilk yıllarını çoğunlukla ev ortamında geçiren gelişim geriliği gösteren ya da bu riski taşıyan çocuklar için erken eğitim çok önemlidir.

Araştırmanın hepsini okumak İçin TIKLAYINIZ.

Bir davranışın problemli-sorunlu bir davranış olarak kabul edebilmek için bazı kriterlerimiz olmalı.

Bunlar

o davranışın sıklığı

şiddeti ve yoğunluğu

gündelik yaşamda çocuğa olumlu-olumsuz katkısı nedir ?

Bunlardan birincisi olan sıklıkta, çocuğun gündelik yaşantısını zora sokacak derecede süreklilik olan bir davranış sorunludur. Yani günde bir kere olan bir davranış ile sürekli tekrarlanan ve aynı şekilde süren davranışlar arasında farklılıklar olması gerekir.

Yazının devamı yakında…