Otizm spektrum bozukluğu olan ve normal gelişen çocuklarda sözdiziminin ve sözcük dağarcığının zihin kuramı ile ilişkisinin incelenmesi The relationship between syntax, vocabulary and theory of mind in children with autism spectrum disorders and in typically developing children
DENİZ TEKİN
Düşünce baloncukları tekniğinin kullanıldığı ?yanlış inanç öğretim paketi? nin asperger sendromu ve yüksek işlevli otizm tanısı almış çocukların ?yanlış inanç? düzeylerine etkisi
EBRU UYLAŞ
Otizm spektrum bozukluğu tanılı çocuklar için geliştirilen zihin okuma becerileri öğretimi programının etkililiğinin incelenmesi The examination of the impact of the education program developed for improving mind reading skills in children with autism spectrum disorder
HATİCE KÜBRA SÖZEL
Anadolu-Sak Zeka Ölçeği’nin (ASİS) özel eğitim grupları arasındaki ayırtedicilik geçerlik çalışması A study on the distinctiveness validity of the Anadolu-Sak Intelligence Scale (ASİSİ) among groups of special education
HÜLYA AKKAYA YILMAZ
Yüksek işlevli otizmli bireylerin düşünce içeriğini incelemek Studying the content of thinking of individuals with high functioning autism
KISMET TAŞDÖVEN
Otizm spektrum tanılı çocuğa sahip annelerin zihin teori bozukluklarının araştırılması Investigation of mental theory disorders with autism spectrum diagnosed children
MERVE ALTINTAŞ
Çocuklar İçin Zihin Kuramı Test Bataryası’nın 4-5 yaş Türk çocuklarına uyarlanması, geçerlik ve güvenirlik çalışması Theory of Mind Task Battery to adaptation validity and reliability for 4-5 years old Turkish children
MÜGE DURALIOĞLU
Yaygın gelişimsel bozukluğa sahip çocuklarda ‘çocuğun dikkatini değerlendirme ölçeğinin’ uygulaması: İstanbul Avrupa Yakası örneği Children with pervasive developmental disorder ‘the child’s attention rating scale’ application: Example of Istanbul Europen Side
MAHMOUD ALMBAİDHEEN
Otizm spektrum bozukluğu tanılı çocukların ebeveynlerinde zihin kuramı bozuklukları ve semptom şiddeti arasındaki ilişkinin araştırılması Investigation of relationship between theory of mind deficits in parents of children with autism spectrum disorder and the severity of the disorder
MINA SHOKROLLAHI ARDEKANI
Assessing autism cognitive map through local-oriented and global-oriented architecture Otizmin bilişsel haritasının detaylı ve kompleks mimari yaklaşımla değerlendirilmesi
OKTAY TAYMAZ SARI
Zihin Kuramı Hikâyeleri Testi’nin Türk çocuklarına uyarlanması ve okul öncesi dönemdeki normal gelişim gösteren, zihin engelli ve otizmli çocukların zihin kuramı gelişimlerinin karşılaştırılması Theory of Mind Stories Test adaptation of Turkish children and comparison of theory of mind development of normal development preschool children , mentally retarded and children with autism
ÖYKÜ MANÇE ÇALIŞIR
Geniş otizm fenotipi gösteren erişkinlerde sosyal biliş: Bir göz hareketleri izleme çalışması Social cognition in adults with broad autism phenotype: An eye tracking study
SÜMEYRA ÇELİK
Otizm spektrum bozukluğu, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu olan ve normal çocukların ana-babalarında zihin kuramı ve yürütücü işlevlerin karşılaştırılması The comparison of the autism spectrum disorder (ASD) and attention deficit hyperactivity disorder (ADHD) symptoms and theoey of mind and executive functions in parents of ADHD, ASD and control children
SELİN ATASOY
Yüksek fonksiyonlu otistik çocuklarda çeşitli bilişsel özellikler arasındaki ilişkilerin incelenmesi The examination of the relationship between the cognitive functions among high functioning autistic children
TÜBA KÜÇÜK DOĞAROĞLU
Semantik bilgi ve sözel çalışma belleği ilişkisinin gelişimsel yetersizliği olan çocuklarda incelenmesi Investigation of relationship between semantic knowledge and verbal working memory in children with developmental disability
Çoklu zeka kuramı 1983 yılında Harvard Üniversitesi’nde eğitim profesörü Dr. Howard Gardner tarafından geliştirilmiştir. I.Q.’ya dayanan geleneksel zeka nosyonuna işaret eder. IQ testlerinin çok sınırlı oluşu ve gerçeği yansıtmadığı gibi eleştiriler yüzünden bunun yerine, Dr. Gardner çocuklarda ve yetişkinlerde daha geniş bir insan potansiyelini hesaba katacak sekiz farklı zeka olduğunu iddia eder. Bu zekalar:
Gardner, okullarımızın ve kültürümüzün büyük oranda dilsel ve mantıksal-matematiksel zekaya odaklandığını söylüyor. Kültürümüzde son derece açık ve mantıklı insanlarına saygı duyuyoruz. Bununla birlikte, Dr. Gardner, diğer zekalarda beceriler gösteren bireylere de aynı derecede dikkat etmemiz gerektiğini söylüyor: sanatçılar, mimarlar, müzisyenler, doğa bilimcileri, tasarımcılar, dansçılar, terapistler, girişimciler ve içinde yaşadığımız dünyayı zenginleştiren diğerleri .
Ne yazık ki, bu becerilere ve öğrenme çeşitliliğine sahip olan birçok çocuk okulda ve gündelik yaşamda fazla destek almıyor. Aslında, bu çocukların çoğu, kendine özgü düşünme ve öğrenme biçimleri ağır dilsel veya mantıksal-matematiksel bir sınıf tarafından ele alınmadığında, “öğrenme engelliler”, ”DEHB (dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu” vb. olarak etiketlenir.
Çoklu zeka kuramı, okullarımızın yönetilme biçiminde büyük bir dönüşüm önermektedir. Öğretmenlerin müzik, işbirlikli öğrenme, sanat etkinlikleri, rol oynama, multimedya, alan gezileri, iç yansıma ve çok daha fazlasını kullanarak derslerini çeşitli şekillerde sunmaları için eğitilmiş olduklarını göstermektedir (
İyi haber şu ki, çoklu zeka teorisi, ülkedeki birçok eğitimcinin dikkatini çekti ve yüzlerce okul şu anda felsefesini, çocukları eğitim biçimini yeniden tasarlamak için kullanıyor. Kötü haber şu ki, hala aynı eski sıkıcı şekilde, kuru dersler ve sıkıcı çalışma sayfaları ve ders kitapları aracılığıyla öğretmenlik yapan binlerce okul var. Buradaki zorluk, bu bilgiyi daha fazla öğretmene, okul yöneticisine ve çocuklarla çalışan diğer kişilere ulaştırmaktır, böylece her çocuğun kendine özgü zihinleriyle uyumlu bir şekilde öğrenme imkanı vardır.
Çoklu zeka kuramının yetişkin öğrenmesi ve gelişimi için güçlü etkileri vardır. Pek çok yetişkin, kendilerini en gelişmiş zekalarından en iyi şekilde yararlanamadığı işlerde bulur. (örneğin, dilbilimsel veya mantıksal bir masa başı işinde sıkışmış bedensel kinestetik zekası güçlü biri, orman bekçisi veya fizyoterapist gibi hareket edebilecekleri yerlerde belki de daha mutlu olabilir.
Çoklu zeka kuramı, yetişkinlere, çocukluklarında bıraktıkları potansiyelleri inceleyerek (sanat veya drama sevgisi gibi) yaşamlarına bakmak için yepyeni bir yol sunar, ancak şimdi kurslar, hobiler veya diğerleriyle gelişim fırsatı bulmaktadır.
8 Farklı Yolla Nasıl Öğretilir veya Öğrenilir
Çoklu zeka kuramının en dikkat çekici özelliklerinden biri, öğrenmeye sekiz farklı potansiyel yol sağlamasıdır. Bir öğretmenin bir öğrenciye daha geleneksel dilsel veya mantıksal öğretim yollarıyla ulaşmakta zorluk çekmesi durumunda, çoklu zeka teorisi, materyali etkili öğrenmeyi kolaylaştırmak için sunabileceği birkaç başka yol önerir.
Bir anaokulu öğretmeni, lisansüstü okul öğretmeni ya da ilgilendiğiniz herhangi bir konuda kendi kendine çalışmanın daha iyi yollarını araştırmak isteyen yetişkin bir öğrenci olsanız da aynı temel kurallar geçerlidir. Her ne öğretiyor veya öğreniyorsanız, onu nasıl bağlayabileceğinize bakın
kelimeler (dilsel zeka) sayılar veya mantık (mantıksal-matematiksel zeka) resimler (mekansal zeka) müzik (müzik zekası) kendini yansıtma (kişisel zeka) fiziksel bir deneyim (bedensel-kinestetik zeka) sosyal bir deneyim (kişilerarası zeka) ve / veya doğal dünyada bir deneyim. (doğalcı zeka)
Örneğin, iktisatta arz-talep yasasını öğretiyor veya öğreniyorsanız, onu okuyabilir (dilsel), ifade eden matematiksel formülleri inceleyebilir (mantıksal-matematiksel), ilkeyi gösteren bir grafik grafik inceleyebilirsiniz ( mekansal), doğal dünyadaki (natüralist) ya da insan ticaret dünyasında (kişilerarası) yasaları gözlemlemek; kanunu kendi vücudunuz açısından incelemek [ör. Vücudunuza bol miktarda yiyecek verdiğinizde, açlık talebi azalır; çok az tedarik olduğunda, midenizin yiyecek talebi artmaya başlar ve karnınız acıkır] (bedensel-kinestetik ve intrapersonal); ve / veya yasayı gösteren bir şarkı (veya varolan bir şarkıyı bulun) yazabilirsin (belki de Dylan’ın “Çok Şey Yok?”).
Sekiz yolla bir şeyi öğretmek veya öğrenmek zorunda değilsin, sadece olasılıkların ne olduğunu görüp ve sonra hangi özel yolların seni en çok ilgilendirdiğine karar verebilirsin, ya da en etkili öğretme ya da öğrenme araçları gibi görünmeye karar verebilirsin.
Çoklu zeka kuramı çok merak uyandırıcıdır, çünkü mevcut öğretim / öğrenme araçları ufkumuzu çoğu okulda kullanılan geleneksel dilsel ve mantıksal yöntemlerin ötesine genişletir (örneğin ders, ders kitapları, yazma ödevleri, formüller vb.).
Başlamak için, boş bir kağıdın ortasına öğretmek veya öğrenmek istediğiniz şeyin konusunu yazın ve bu konudan yayılan sekiz düz çizgi veya “konuşma balonları” çizin. Her satırı farklı bir zeka ile etiketleyin. Ardından, bu konuyu öğretmek veya öğrenmek için beyin fırtınası yapmaya başlayın ve her bir zekanın yanına fikirler yazın (bu, beyin fırtınasının mekansal-dilsel bir yaklaşımıdır; bunu bir başka gruba sahip bir teyp kullanarak da yapabilirsiniz. beyin fırtınası oturumu, vb.)
Dikkatini yöneltme ilk öğrenilen becerilerden biridir. Otizmli çocuklar dikkati yöneltme becerilerinde yetersizlikler gösterebilirler. Bu nedenle otizmli bir çocuğa modele, öğretmene ve uyarana ne kadar dikkatini yönelttiğine dikkat edilmeli ve beceride yetersizlik gözleniyorsa üzerinde çalışılması önerilmektedir. Videoda otizmli bir çocuğa dikkati yöneltme becerisinin öğretiminde izlenen stratejilere yer verilmektedir.
#2 Bekleme
Bekleme toplumsal yaşam becerilerinden biri olup, otizmli çocukların çoğunun öğrenme zorluk çektiği becerilerden biri olabilmektedir. Böyle bir durumda otizmli bir çocuğa bekleme becerisinin öğretimi önem arz etmekte, öğretilen bu beceri hem çocuğun hem de ailenin toplumsal yaşam alanlarında yaşam kalitesini artırmaktadır. Bu videoda otizmli bir çocuğa bekleme davranışının nasıl kazandırılması gerektiğine ilişkin görüntüler yer almaktadır.
#3 Videodan Model Olma
Videoyla model olma uygulamasında çocuğun kazanması hedeflenen becerilerin bir model tarafından sergilenmesinin videoya kaydedilmesi ve çocuğun bu görüntüleri izleyerek davranışı öğrenmesi hedeflenir. Videoyla model olma uygulamasının gerçekleştirilebilmesi için çocuğun taklit etme becerisine sahip olması beklenir. Videodan model olma otizmli çocukların gözlemleyerek öğrenmelerini geliştirmek açısından önemlidir. Videoda videodan öğretime ilişkin detaylara ulaşabilirsiniz.
#4 Etkinlik Çizelgesi Takip Ederek Patates Kafa Yapma
Otizmli çocuklara etkinlik çizelgesi takip ederek birçok becerinin öğretimi mümkündür. Kendi başına serbest zaman becerilerini öğrenme ve oyun oynamada bunlardan bazılarıdır. Bu videoda zincir davranışların öğretimini kolaylaştırmak için etkinlik çizelgesi takip ederek patates kafa yapma becerisinin öğretimine ilişkin görüntüler yer almaktadır.
#5 Davranış Zinciri Oluşturma
Davranış zinciri oluşturma öğretimi otizmli çocuklarda (otizmden ve diğer yetersizliklerden etkilenme derecesine bağlı olmaksızın) öğrenmenin başarı ile sonuçlandığı uygulamalardan birisidir. Davranış zinciri oluşturma öğretimi akademik, sosyal, iletişim davranışları gibi pek çok alandaki davranışların öğretiminde etkili olarak kullanılmakla beraber öz bakım becerilerinin öğretiminde de sıklıkla kullanılmaktadır. Bu videoda çorap giyme becerisinin öğretiminde kullanılan geriye zincirleme ve fermuar çekme becerisinin öğretiminde ileriye zincirleme yöntemine ilişkin görüntüler yer almaktadır.
İngiliz “nesne ilişkileri okulu” psikanaliz tarihinde önemli bir rol oynar. Bu okul psikanalitik düşüncenin dikkatini dürtüler, bu dürtülerle ilgili çatışkılar ve karmaşalardan ilişkiye çekmiştir. İngiliz nesne ilişkileri okulunda Klein’dan hemen sonra öne çıkan isimlerden biri Winnicott’tır.
Winnicott (1896-1971) psikanalize psikiyatriden değil çocuk doktorluğundan gelmiştir. Babası, Plymouth eşrafındandı ve ticaretle uğraşıyordu. Winnicott, babasının isteğine rağmen, aile şirketinin yönetimini devralmayı reddetti ve Cambridge’de tıp öğrenimine başladı. I. Dünya Savaşı’nda İngiliz donanmasında askerlik yaptıktan sonra pediatri ihtisasını tamamladı. Psikanalizle ilk kez 1919’da Freud’un Düşlerin Yorumu‘nu okuyarak tanıştı. 1923’te Londra’nın yoksul semtlerinden Hackney’de bir hastanede pediatri danışmanlığına atandı ve aynı yıl Freud’un İngilizce çevirmeni James Strachey ile kendi analizine başladı. 1933’te sona eren bu analizden sonra Winnicott bu kez Joan Rivière ile beş yıl sürecek bir analize girdi. Pediatriyi tam bırakmadan psikoterapiye geçişi de bu tarihlere rastlar.
Winnicott’ın terapistliğe başladığı dönemde Melanie Klein da Almanya’dan İngiltere’ye gelmiş ve Ernest Jones’un desteğiyle psikanaliz çevrelerinde geniş bir dinleyici ve hayran topluluğu edinmeye başlamıştır. Klein, çocuk analizinin kurucusudur; konuşmayı henüz öğrenmemiş çok küçük çocuklara “oyun tekniği” adını verdiği bir yöntemle analitik deneyler yapmaktadır. Çocukların oyunları, Klein’a göre, yetişkinlerin analizindeki serbest çağrışımın yerini tutabilmektedir. Çocuk analizi deneylerinin ilerlemesiyle birlikte, klasik psikanalizde iki önemli dönüşüm de gerçekleşir. İlkin, psikanalizin odaklandığı nokta daha önce tek başına çocuk-bireyin cinsel ve ruhsal gelişimiyken, şimdi çocuğun “nesne” ile ve özellikle ilk nesne olan anneyle ilişkisi öne çıkacaktır. Freud’un kuramına göre cinsel dürtünün dört öğesi vardı: kaynak (erojen bölge), enerji, amaç (enerjinin boşalımı) ve nesne (cinsel/duygusal enerjinin yöneldiği ve bağlandığı kişi, cisim ya da düşünce). Freud’a göre bunlardan asıl önemlisi amaçtı; nesne o kadar önemli değildi; bir nesnenin yerini bir başkası tutabilirdi ve zaten öznenin cinsel/duygusal enerjilerinin kendi dışında bir nesne bulması da çocukluğun oldukça geç bir döneminde ortaya çıkıyordu: bundan önce bebeğin sadece kendinden zevk aldığı uzun bir “oto-erotizm” dönemi vardı. Klein ise dürtünün en baştan beri bir nesneye yöneldiğini, ilkin “kısmi” nesnelere (örn. anne memesi), sonra da bütünsel nesnelere (annenin kendisi) bağlandığını öne sürecektir. Dürtü tek amacı boşalmak olan özerk (ya da felsefi deyimiyle solipsist) bir olgu değil, yönelişsel bir olgudur. Böylece psikoterapinin konusu bir başına bireylerden bireyler arası ilişkilere kayar.
Bu yaklaşımın ikinci önemli sonucu da, erken çocukluk döneminin büyüteç altına alınması olur. Freud’un 4-5 yaşlarına özgü saydığı Oidipus ve suçluluk gibi şiddetli duygusal yaşantılar Klein’a göre aslında çok daha önce başlamaktadır. Öte yandan, suçluluk duygusunun tek kaynağının cinsellik (ana/babaya duyulan arzular) olmadığını, belki asıl önemli nedenin saldırganlık olduğunu da söylemektedir Klein; Freud’un 1920’de ortaya attığı ama hiçbir zaman tam sahip çıkmadığı “ölüm içgüdüsü” kavramını klinik çalışma düzleminde ciddiye alan ilk analist de odur. Dışa yönelik saldırganlığın (ve özellikle haset duygusunun) kaynağında ölüm içgüdüsü işliyordur.
Klein’ın düşüncesi, 18. yüzyıl sonlarında Romantik felsefenin kısmen dinlerden devralarak sekülerleştirdiği ölüm-dirim, kötülük-iyilik, parça-bütün ve inkâr-kabullenme gibi birbirine sarmalanan ikili karşıtlıklara dayanır. Psikanalize, Freud’un yüzeyde fazla serinkanlı ve temkinli görünen metinlerinde pek rastlanmayan tutkulu, mutlakçı ve dramatik bir anlatı yapısı kazandırmıştır. İşin ilginç yanı, bu tür kavramlara akademik bir eğitimle değil, esas olarak kendi analitik deneyleriyle varmış olduğunu hissettirmesi ve birtakım yalın karşıtlıklara dayanarak çok karmaşık görünen duygusal yaşantıları yorumlayabilmesidir.1930’larda Londra psikanaliz çevrelerinde, Klein’ı dinlerken, “Bunu aslında ben de düşünebilirdim, aslında ben de biliyordum, ama hiç böyle söyleyemedim” diye düşünenlerden biri de Winnicott olacaktır.
O dönemde çocuk terapisinin bir başka öncüsü de Freud’un kızı Anna’dır. Ancak, Anna Freud’un pratiği, analizden çok pedagojiye dayanmaktadır: Nevrozlu çocuğun dış dünyaya uyarlanmasını esas almaktadır (dış dünyanın kendisini hiç tartışmayan ve adaptasyonu sağlığın başlıca kıstası kabul eden bu anlayış 1930’lardan itibaren Amerikan ben (ego) psikolojisinin de temelini oluşturacaktır). Klein ve izleyicileri içinse dürtülerin evcilleştirilmesi imkânsızdır; ancak yüceltilmeleri mümkündür. Bu açıdan, terapiye de bir eğitim süreci olarak değil, olsa olsa bir öz-eğitim süreci olarak bakılabilir: Hasta, iyiliğin hastalıktan yapıldığını ve kendi iyileşmesini de yine kendi hastalığından (kendi kötülüğünden) yararlanarak kendisinin imal edeceğini bilmelidir – şüphesiz, analistin akıllıca yorum ve müdahalelerinin de yardımıyla. Klein’ı Anna Freud’dan ayıran bir başka önemli nokta da çocuktaki fantazmatik dış dünya imgesinin bu fantazmatik niteliğinin yetişkinlerde de hep bir ölçüde sürüp gideceği düşüncesidir: Özne ile nesnenin kendisi arasında her zaman öznenin arzuları ve fantazileri (ya da bunların tortuları) bulunacaktır.
Böylece 1930’larda Britanya Psikanaliz Cemiyeti iki gruba ayrılır: Klein’cılar, Anna Freud’cular. Bir de Winnicott gibi “bağımsızlar” vardır. Bunlar, Klein’a yakın olmakla birlikte onun maniheizme varan mutlak ikiciliğinden ve ölüm içgüdüsü gibi spekülatif görünen düşüncelerinden bir parça ürkmüş olan ve katı kavramsal mekanizmalardan çok kendi sezgilerine (ve hastanın kendi kendini yorumlama kapasitesine) güvenmeyi yeğleyenlerdir. “Nesne ilişkisi teorisi” adı verilen akımın da asıl zenginliğini, aralarında Marion Milner, John Klauber ve Prens Masud Khan gibi parlak analistlerin bulunduğu “bağımsızlar” grubunun çalışmalarıyla ortaya koyduğunu düşünenler çoktur.
Winnicott da görünüşte kuramsal bir sistem kurma çabasında değildir; Klein ve bilhassa Freud’un sadık bir izleyicisi olduğunu iddia eder. Bütün yapmaya çalıştığının büyük psikanalitik kuramın bazı ayrıntılarını ele almak olduğunu savunur. Ancak dikkatli bir Winnicott okuması bu savların asılsızlığını ortaya koyar. İlk olarak Winnicott’ın sadık olduğunu söylediği Freud ve Klein’ı belli bir dönüştürme işlevine tabi tuttuğu söylenebilir. Gerçekten de onun sadık olduğu Freud ve Klein, kendi yorumladığı, kendisine uydurduğu Freud ve Klein’dır, Winnicott’ın ortodokosluğu belli bir okumaya dayanır.
İkinci olarak Winnicott aşağıda özetleyeceğim bazı özgün kavramları geliştirmiş ve önemli bir sistematizasyona gitmiştir. Bütün bunlar onu çekilmek istediği mütevazı konumun ötesine, büyük kuramcılar arasına taşımıştır.
Winnicott’ın günümüzdeki önemi Kohut’un “kendilik psikolojisi”ne katkıları göz önüne alınırsa anlaşılır. Kohut hiçbir zaman tüm açıklığıyla Winnicott’a olan borcunu dile getirmemişse de pek çok bakımdan ondan etkilendiği açıktır.
Winnicott çocuklarla ve psikopatolojik açıdan ağır vakalarla çalışmıştır. Bu durum onun özellikle “kendiliğin”, “kendilik duygusunun” gelişimi ile ilgilenmesine yol açmıştır. Winnicott’a göre, geniş psikopatoloji yelpazesi düşünüldüğünde hayli sağlıklı olan nevrotiklerle ilgilenen Freud, kendiliği adeta bir veri gibi ele almış, kendiliği oluşmuş insanın dürtüleriyle mücadelesini değerlendirmiştir. Bu sebeple de kendiliğin gelişiminin özgün dinamiklerine yeterince dikkat etmemiştir.(1) Bu yargı hemen hemen Kohut’un da Freud ile ilgili yargısıdır.
Winnicott’ın kuramını ana hatlarıyla özetlemek için bazı kavramlarını incelemek gerekir.
Winnicott’a göre çocuk başlangıçta bütünleşmemiş, zamanda ve mekânda dağınık deneyimler yaşamaktadır. Bu deneyimler kendiliğin çekirdeklerini oluşturur. Kendiliğin bütünleşmesi, gelişmesi anne ile ilişki içinde, annenin sağladığı çevre içinde gerçekleşir. Çocuğun bütünleşmiş bir şekilde kendini algılaması ve kendilik duygusunu geliştirmesi annenin sunduğu “kucaklayıcı çevre” sayesinde olur. Annenin çocukla ilgili bütünleşmiş tasarımları çocuğun giderek kendi bütünlüğünü kavramasına yol açar.
Annenin çocuğun ihtiyaçlarına eşduyumlu yanıtlar vermesi çocuğun tutarlı bir kendilik duygusu geliştirmesinde, iç dünyasının olgunlaşmasında çok önemli bir aşamaya yol açması bakımından ön plana çıkar: “yanılsama anı”. Çocuk eşduyumlu olarak ihtiyaçları karşılandığında kendini her türlü tatminin kaynağı olarak yaşar. Bu tam bir “tümgüçlülük” deneyimidir.(2) Çocuk her türlü yaratının kaynağıdır kendi iç dünyasında.
Söz konusu tümgüçlülük deneyimi kendiliğin sağlıklı gelişimi açısından belirleyici bir önem taşır. Gelecekteki yaşamda dış dünyanın güçlükleri karşısında yıkılmayan bir kendine güven duygusu böyle bir çocuksu tümgüçlülük deneyimine dayanır. Bu ise çocuğun yanılsamasını, sanki her şeyi kendisi yaratıyormuş hissini veren annenin eşduyumlu yanıtlarına bağlanmıştır Winnicott’ta.
Lacan’ın “ayna evresi” nosyonu geniş ölçüde Winnicott’a örtük göndermeler taşır ve Winnicott da Lacan’ın bu nosyonundan etkilenmiştir. Kendiliğin bütünleşmesi annenin eşduyumlu “ayna” yanıtlarına bağlanmıştır. Bu yanıtlar “kendilik duygusunun” gelişmesinde önemli rol oynar.
Winnicott için önemli bir başka nokta da çocuğun yalnız olabilme kapasitesinin gelişimidir. Anne sadece çocuğun ihtiyaçlarını eşduyumlu olarak karşılamakla kalmamalı onun sakin dönemlerini, yalnızlık deneyimlerini yersiz uyaranlarla bölmemeli, gereksiz uyarıcılık sunmamalıdır. Annenin talepsiz bir şekilde çocuğun yalnızlığına eşlik etmesi kendilik deneyiminin gelişimi açısından ön plana çıkmaktadır.(3)
Çocuğun “yanılsama anı”, tümgüçlülük duygusu güvenli bir şekilde yerleştikten sonra dereceli bir şekilde yanılsamanın kırılması gerekmektedir. Bu, çocuğun sanrılı bir şekilde tümgüçlülüğü deneyimlemesinden, deyim yerindeyse gerçeklik ilkesine geçişi anlamına gelecektir. İhtiyaçlarıyla her şeyi yaratan o değildir. Bir dış dünya vardır, onun gerekleri, zorlukları, zorunlulukları vardır.
Söz konusu geçiş annenin kaçınılmaz ve döneme uygun yetersizlikleri sayesinde olur. Bu minimal örselenmeler bir dış dünya, bir gerçeklik olduğu fikrini yaratır.
Annenin, çocuğun gelişimi ile paralel bir şekilde onun ihtiyaçlarına dereceli bir şekilde duyarsızlaşması çocuğun yanılsamasını, tümgüçlülük yanılsamasını yıkar ve gerçeklik duygusunu geliştirir. Bu, aynı zamanda anneden ayrılma, ayrımlaşma, dolayısıyla bireyleşme anlamına da gelmektedir. Kanımca bu tip temalar sayesinde Winnicott bir anlamda Mahler’e de yaklaşmaktadır.
Çocuğun tümgüçlülük yanılsamasının annenin eşduyumlu olmayan yanıtlarıyla erken ve sert engellenmesi ciddi psikopatolojik neticeler doğurur. Böyle bir durumdaki çocuk giderek bir “sahte kendilik” geliştirecektir. Kendiliğinden ihtiyaç ve taleplerinden vazgeçecek, hızla annenin ve başkalarının taleplerine göre kendini oluşturmaya çalışacaktır. Artmış bir zihinsel aktivite ile kendini ve çevresini sürekli olarak tarayacak, gerçekliği değerlendirmeye çalışarak yüzeyel bir uyum göstermeye yönelecektir. “Hakiki kendilik” gelişmemiş bir nüve olarak “sahte kendilik” tarafından sarılıp, kuşatılıp korunacaktır.(4)
“Hakiki kendilik” kendiliğinden ihtiyaçların, dışa vurumların kaynağıdır. “Sahte kendilik” ise çevrenin sağlamadığı olumlu ortamı sürekli olarak oluşturmaya yönelik bir aktivitedir.
İşte Winnicott’ın “geçiş olgusu” adını verdiği durum da bu çerçevede değerlendirilir. Geçiş olgusunu iyi anlayabilmek için “geçiş nesnesi” kavramını anlamak gerekir. Geçiş olgusunu yaşayan bir çocuk (genellikle) cansız bir nesne ile belli bir ilişki kurar. Bu nesne kimi zaman bir oyuncak, kimi zaman bir ev eşyası veya benzeri bir şeydir. Çocuk bir süre için sürekli olarak bu nesneyi kendi denetimine alır, sürekli yanında taşır ve bu nesne ile ilgili tüm tasarrufu kendi elinde tutmak ister. Winnicott’a göre bu olgu sağlıklı bir gelişimi simgelemektedir. Annesi üzerindeki tümgüçlü kontrolün yarattığı yanılsamadan çıkmakta olan çocuk gerçekliğe dönmeden önce annesini, daha doğrusu annesi üzerindeki tümgüçlü kontrolünü ikame ettiği yeni bir nesne aramaktadır.
Winnicott’a göre insan daima tümgüçlü bir kontrol sağladığı, ihtiyaçlarına göre düzenleyip yarattığı, iç dünyasının ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş bir dünya ile dış gerçeklik, gerçek dış dünyaya uyum arasında salınıp durur. Gerçeklik gücünün, ihtiyaçlarının sınırlandığı, kendinden bağımsız ötekilerin dünyasıdır. Tekbenci içsellik ile nesnel gerçeklik arasındaki çatışmadır bu. İnsan sürekli olarak dış dünyayı kendi ihtiyaçları çerçevesinde egemenliği altında tutmaya çalışırken dış gerçekliği hesaba katmaya zorlanır. İşte bu çerçevede kendini “geçiş nesnesi” ile gösteren “geçiş olgusu” önemli bir ara aşamadır.
Geçiş nesnesi konusunda erişkinlerle çocuk arasında örtük bir anlaşma meydana gelir. Erişkinler çocuğun geçiş nesnesi üzerindeki kayıtsız egemenliğini tanırlar. Geçiş nesnesi ne tümgüçlü bir kontrole tabidir çocuk açısından, ne de büsbütün, egemen olamadığı dış dünyaya aittir.
Geçiş deneyimi kendini çocuğun oyun kapasitesinde de gösterir. Erişkinlikte kendi fantezileriyle, fikirleriyle oynamak gibi işlevlere ve yaratıcılığı kavramaya ışık tutar.
Winnicott’a göre geçiş deneyimi içsel olanla dışsalın, tümgüçlülük ile gerçekliğin, mutlak yaratıcılıkla zorunluluğun arasında yer alan paradoksal bir konum oluşturur. Bir insanın yaratıcı kapasitesi çocukluğun oyun gücüyle örtüşür bu alanda – oyun ne içseldir ne de büsbütün dış gerçekliğe aittir. Çocuk oynamakla daha sonraları kültürel yaratıcılığın temeli olacak bir aktiviteyi gerçekleştirmektedir. Winnicott’a göre gerçek sağlıklı insan, paradokslarla birlikte yaşayabilen, oynayabilen, yaratabilen insandır.
İşte Türkçesini sunduğumuz bu kitap özellikle geçiş olgusu ile yaratıcılık arasındaki ilişkiyi inceleyen ama aynı zamanda Winnicott’ın temel görüşlerini özetlemek bakımından da ön plana çıkan bir eserdir.
Winnicott’ın daha sonraki yazarlar, söz gelimi Masterson ve bilhassa Kohut üzerindeki etkileri ise ilginç bir araştırmanın konusu olabilir.
Notlar
(1) Greenberg J. R. ve Mitchell S.A., Object Relations in Psychoanalytic Theory, Harvard Un. Press, 1993. Yukarı(2) Winnicott, D. W., Human Nature, Free Asso. Books, Londra, 1988. Yukarı(3) Winnicott, D. W., “The Capacity to be Alone”, The Maturational Process and The Facilitating Environmentiçinde, I.U.P., New York, 1965. Yukarı(4) Winnicott, D. W., “Ego Distorsion in terms of True and False Self”, The Maturational Process…içinde.
Otizmin erken teşhis edilebilmesi için çocuklukta ortaya çıkan belirtilere dikkat EDİLMESİ gerekir.
1. Bu çocuklar parmaklarıyla farklı ve değişik hareketler yapabilir.
2. Yürümesinde tuhaf bir durum görülebilir örneğin ayak uçlarında yürüme gibi.
3. Tekrarlanan baş hareketleri görülebilir kafasını bir yere vurabilir sallayabilir vücudunu ileri geri götürebilir.
4. Sosyal ortamlarda şiddeti artan ve yetişkinlerin baş edemeyeceği huzursuzluklar yaşayabilir, örneğin sosyal ortamlarda çığlık atabilir, kendini sakinleştiremez, gergin ve endişeli tavırlarını sürdürebilir.
5. Aynı oyun ve hareketleri kendini uyarmak için sürekli tekrarlayabilir ve saatlerce sürdürebilir. Örneğin Suyu etrafa dökebilir, boşaltabilir, tekrar ve tekrar aynı oyunları oynayarak, oyuncaklarla tekdüze ve işlevsiz zaman geçirebilir.
6. Aşırı Saldırganlık ve kendine zarar verme Davranışlarıdır. Özellikle kendine yönelen ısırma, vurma, zarar verme eğilimleri olabilir.
7. Sözel veya Sesli Komutlara Tepki Vermeme genellikle verilen yönergeleri ve kendisine söylenenleri duymuyor, anlamıyormuş gibi olabilir.
8. Yüze bakma ve göz teması kurmakta belirgin farklılıklar yaşayabilir. Göz Kontağı Kuramama otizmin en önemli belirtilerinden biridir.
9. Dil, Konuşmada ve İletişimde ciddi Sorunlar yaşayabilir. Yaşıtları gibi olmayan dil, konuşma ve iletişim yetersizlikleri görülebilir. Ekolali yani replik tekrarı, cümle bozuklukları, işlevsiz dil kullanımı gibi.
10. Günlük Yaşamla İlgili Sorunlar olabilir. Yemek Yeme, Giyinme, Uyku Düzeni, Özbakım, kendine yardım ve kendini savunma Becerilerinde Gözle Görülen Sınırlılıklar göze çarpabilir.
Damgalandığınızı düşünün, yapamadığınız bir şeyden dolayı etiketlendiğinizi, ve yapmakta zorlandığınız bir konuda sorunlu, yetersiz ve başarısız olarak görüldüğünüzü düşünün,
Gelin sizinle bir düşünce deneyi yapalım. Akademik olsun veya olmasın hayattaki en büyük sorunuz veya sizi zorlayan bir konu üzerinde düşünün. Bu alanda sınavdan geçirildiniz, ve bu sınavdan yetersiz puan aldınız, sizi değerlendirenler istedikleri şekilde sizin yapamadığınızdan emin oldular ve sizi bir programa dahil ettiler, zamanımızın büyük bir kısmını bu alanda özel bir programa gönderiliyorsunuz, damgalandığınız, dışlandığınız yetmiyor bir de bu şekide bir eğitime zorunlu oluyorsunuz. Özel eğitim içindeki pek çok çocuğun gündelik hayatta karşılaştığı ve yaşamak zorunda kaldığı durum tam da bu…
Eğer siz de bu çocukların bu şekilde bir eğitim ve terapi sürecinden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorsanız : Özel eğitime ihtiyaç duyan yada otizmli çocuklar üzerine en yaygın en çok karşılaşılan iki bakış açısından birincisine sahipsiniz. ‘’Engellilik Söylemi’’ denilen bakış açısına.
Engellilik Söylemi toplumdaki en yaygın ve yüzyıllardır egemen olan bakış açısıdır:
Otizmi yada engelliliği özel eğitime ihtiyaç duyan bireyleri eksikliklerden veya bozulmalardan oluşan bir durum, potansiyel olarak tedaviye ihtiyacı duyulan bir engellilik biçimi, dışlanılması gereken, normalden ayrı ele alınması gereken bir durum olarak ele alan bir bakış açısıdır engellilik söylemi.
Ebeveynlere bir sorun: önemli bir kısmı çocuklarında otizme ve özel oluşuna ilişkin olarak damgalanmışlık hissini ve sosyal dışlanmışlığı sık sık ifade ederler. Agresif davranışlar sergileyen çocuklar ve genç bireyler aileleriyle birlikte damgalanmışlığı daha ileri seviyede hissedebilir. Buna diğerlerinin ondan uzak durması, eleştirilmek, kendisine dik dik bakılması, dışlanmak; sosyal etkinliklere davet edilmemek, daha geniş topluluklara kabul edilmemekte eklenebilir. Çeşitli sosyal ortamlarda istenmeyen, kaçınılan, ailelerine yük olarak görülen çocuklar olarak karşımıza çıkarlar.
Hele Otizm gibi farklılıklar, bazen görünmezlik olarak tanımlanmaktadır. Çünkü otizm, fiziksel özellikler, barındırmamaktadır. Bu diğer insanların yargılamalarına daha açık, daha agresif tepkilere maruz kalabildikleri anlamına geliyor. Otizmli çocuklar ve aileleri, diğerlerinin normalde göstermedikleri alışılmadık tepkileri sosyal ortamlarda daha çok görebiliyorlar.
Damgalanma otistik bireylere ve ailelerine ekstra bir stresi eklemektedir. Engellilik ve farklılık üzerine az şey bilinen toplumlarda bu daha çok etkilidir diyebiliriz.
Özel ihtiyaç sahibi çocukların eğitimi hakkında konuşurken kullanılan engellilik söyleminin doğasındaki negatiflik nedeniyle uzun yıllardır bu konuyla ilgili kaygılar yaşanıyor. Burada öğrencileri tanımlamada kullanılan engellilik, bozukluk, eksiklik ve yetmezlik gibi belirli kelimeleri içeren kurumsallaşmış söylemlerden bahsediyoruz. Okullarımızda hala öğrencilerin ne yapabileceklerinden ziyade ne yapamayacaklarına dayalı tanımları kullanan özel eğitim programları okulları ve öğretmenleri mevcuttur. okuldaki bazı öğrencilerin yanlışlarına göre damgaladığımızda kurumsallaşmış bir tarzda da olsa biz eğitimci-terapistlerde aynı şeyi yapıyor olabiliriz.
Sorulması gereken en büyük soru şu: Özel ihtiyaç sahibi öğrencileri yükümlülük olarak mı yoksa bir değer olarak görmek daha iyidir?
Onları değer olarak algılamak daha iyi ise, neden onların güçlü yönlerini belirlemek için daha verimli işler yapmıyoruz ?