Sorting by

×

Psikoterapi

Günlük  yaşamda en çok kullanılan sözcüklerden biri de sevgi sözcüğü olmalı.  Sık sık duyar ya da okuruz;  “…İnsanlar sevmeli birbirlerini…”; “…Her işin başı sevgi…”; “sevelim birbirimizi, sevgi gibisi yok…” Bırakın başkalarını, aynı ailedeki iki kişinin bile birbirlerini sevmeleri hiç de öyle kolay değilken, sanki sevgi alanı özerk bir alanmış da nedenselliğe bağlı değilmiş gibi, ikide bir sevmeyi öğütleyen sözler söylenmesi, bir sevgi susuzluğunu mu dile getiriyor acaba? Kim bilir, belki de?

Sevgi konusunu içgüdüsel sevgi (annenin çocuğuna olan sevgisi) ya da aşırı kör sevgiyle (aşk, sevi) değil de pek, karşılıklı doğal ilişkiler içinde oluşmuş bilinçli diyebileceğimiz bir sevgiyle, böyle bir sevginin içeriğini, nedenlerini, koşullarını anlamaya çalışarak irdelemek en doğru yol tabi. Gerek karşı cinse duyulan aşk, gerek aşırı anne duygusallığı, içlerinde yoğun sevgi öğeleri taşır görünseler de, bilinçsel bir körleşmeyi çağrıştırıyorlar hep. Sözgelimi, “çok aşık”(!) biri, kendisine yüz vermeyen “sevgili”sini(!) öldürebiliyor. Gerçekten seven öldürebilir mi? Para vermediği için oğlu tarafından bıçaklanmış bir anne, “Oğluma bir şey yapmayın…Affettim onu ben,..” diye bağırabiliyor sedyeyle hastane kapısından içeri sokulurken. (Yıllar önce, bu görüntülü haberi televizyonda izlerken, “bir annenin kendi çocuğundan gelen en ağır acıları bile sevmesi, mazoşizm değil de ne, bu nasıl sevgi?” diye düşünmüştüm.) Çok uç örnekler olsalar da bunlar, gerek içgüdüsel sevgiye, gerek aşk dediğimiz kör sevgiye ilişkin ipuçları verebiliyorlar bize. Peki, gerçek, sağlıklı sevgi ne? Bunun yanıtını vermek için, önce sevmek fiilinden türemiş sevgi sözcüğünün sözlük anlamını saptamakta yarar var. Şöyle tanımlıyor sevgi sözcüğünü bazı sözlükler:

a- “İnsanı yüksek özverilere götüren ilgi duygusu.” (TDK Türkçe Sözlük)

b- “Gönülden bağlı olma” (Hayat Büyük Türkçe Sözlük)

c- “İlgi duygusu” (Felsefe Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu)

d- “Derin dostluk ve sevecenlik duygusu… Bir şeye karşı duyulan bağlılık” (Le Petit Littré)

e- “Bireyler arasındaki derin dostluk ve yürekten bağlılık”(Mac Millan Contempory Dictionary)

f- “Başka bir kişi ya da varlığa karşı duyulan ve cinsel yönü olan ya da olmayan güçlü bir yakınlık ve bağlılık duygusu” (TDK Ruhbilimleri Terimleri Sözlüğü)

Özetlersek, sevgiyi bir yaşantı, somut bir yaşamsal süreç olarak değil de, soyut bir kavram olarak gören bu tanımlamalara göre sevgi, bir kişiye ya da bir şeye karşı duyulan ilgi, bağlılık, içtenlikli yakınlık duygusu, derin sevecenlik; o kişinin ya da şeyin iyiliğini isteme, ona içten bağlanmadır.

Sevgi (ya da aşk) konusunu açımlamaya çalışmadan önce, bazı ünlü ruhbilimcilerin, filozofların, bilim adamlarının bu konuyla ilgili düşüncelerini, kuramlarını kısaca da olsa gözden geçirmekte yarar var. 20. yüzyılın en ünlü ruhbilimcilerinden biri olan Freud geliyor tabii önce akla. “Tek cins vardır, o da erkek. Kadın, ‘küçük bir şeyi’ olmayan erkektir,” sözüyle19. yüzyıl ataerkil aile yapısına sıkı sıkıya bağlı görünen Freud’un “libido” kuramına göre (panseksüalizm) sevgi, “ilk amacından saptırılmış cinsellik”tir; cinselliğin yüceltilmiş, değişime uğramış biçimidir. Ünlü ruhbilimci, “Psikanaliz Denemeleri”(1) adlı yapıtındaki, “Psikoloji Etkileme ve Seksüalizm” adlı yazısında şöyle diyor, “Duygusallık kuramından alınmış bir terim libido. Onunla biz, sevgi sözcüğüyle özetlediğimiz olgulara ilişkin eğilimlerin gücünü (henüz ölçülemeyen, niceliksel bir büyüklük olarak kabul edilen) adlandırıyoruz. Sevgi dediğimiz şeyin çekirdeği, ozanların dile getirdiği ve genellikle adına aşk denilen olgudur ve bunun son sınırı cinsel birleşmedir. Ama biz bütün öbür sevgi türlerini ondan ayırmıyoruz: örneğin, kişinin kendine olan sevgisi, ana-baba ve çocuklara olan sevgi, dostluk, genel anlamda insan sevgisi, dahası, somut nesnelere, soyut düşüncelere bağlılık…” 

Görüldüğü gibi Freud, libidoyu, evreni, dünyayı, yaşamı, insanı, bağlanılan düşünceleri, her şeyi, her şeyi sevme gücü gibi görüyor. Ama yine de Freud, en temel tezlerinden biri olarak, toplumsal koşulların içgüdüleri engellediğini, bu nedenle de tüm insanların hastalandığını, yani insanlığın nevrotik olduğunu savunuyor. Ama düşünelim bir an; nevrotik bir insanın sevmesine olanak var mıdır? Elbette yoktur. “Nevrotik insan, kendisi bilmediği halde sevme melekesinden yoksundur ve buna rağmen başkalarının sevgisine çok büyük ihtiyacı vardır.”(2) Freud’un ruhbilimi, her ne kadar içgüdülerden yola çıkan “biyolojik-fizyolojik” bir temele dayansa da, libido, bilinçdışı, yüceltme, elektra karmaşası, Ödip Karmaşası v.b. gibi soyut kavramlar çevresinde dolaşıp durmakta, bireyin tarihsel-toplumsal nesnel niteliğini hesaba katmamaktadır; idealizmin kalıpçılığı ve öznelciliği içindedir. Sevgi (ya da aşk) konusunda söyledikleri de bir kolaycılığın, genel somut nesnellikten uzaklığın bir göstergesi gibidirler.

Sartre ve sevgi

Öncüsü Soeren Kierkegaard olan varoluşçu felsefeye yapısal bir bütünlük kazandıran, “Varoluşçu” temayı yazınsal yapıtlarıyla (roman, öykü, oyun) somutlaştırmaya çalışan Jean Paul Sartre’da sevgi konusu, “başkası sorunu” (problème d’autrui) içinde ele alınmıştır. “Başkası” dediğimiz nedir, kimdir, nasıl bir şeydir? Kısaca şöyle özetleyebiliriz bunu: Benim dışımdaki dünya varlıkları arasında apayrı yeri olan bir kategori vardır; benim gibi bilinç yetisine sahip “başkaları.” İlk bakışta, masa gibi, taş gibi bir “şey”dir bu başkası. Ben ona bakarken, kendi içine sıkışmış, kendine karanlık ve kendine kapalı, bilinçten yoksun bir “şey” yapıyorum ondan. “Benim durumum”un bir öğesi olduğu zamansa, gerçek var oluşa erişiyor bu “başkası”. Yani ne zamanki benim tasarılarımın bir aracı ya da onların bir engeli oluyor, o zaman var olmaya başlıyor işte. Daha önce var değildi o benim için. Ama onu kendim gibi bilinçli bir varlık olarak algıladığımda, biliyorum ki, bilinçli bir varlıktır artık o. Belki de beni bir araç olarak kullanabileceği kendi tasarıları vardır onun da. Bu durumda, bir “şey” olma sırası bana geliyor ve ben “kendi için varlık” yani bilinçli varlık olma niteliğimi yitiriyorum. Diyelim ki, bir balkondayım, sokaktan geçen insanlara bakıyorum. Tüm gördüklerim, benim bilinçli olarak algıladığım, “benim için varlık”lardır. Ama o an bir “başkası”, ortaya çıkıp benim içinde bulunduğum manzarayı izlemeye başlarsa, ben “kendim için varlık” olmaktan çıkıyor, bir başkasının dünyasına girmiş oluyorum. Aracımdır ben artık, başka bir şey değil. Şöyle diyor Sartre: “Başkası yalnız benim dünyamı çalmıyor, o aynı zamanda benim gerçek benimi un ufak edip yok etmek istiyor. Beni kendi tasarılarıma göre değil, geçmişime, olmuş olduğuma göre yargılıyor. Bakışıyla beni yakalayıp tutsaklaştırıyor, kendisine bakanı taşa çeviren Medüz gibi beni bir nesneye dönüştürüyor. İşte benim kendimi aşağılanmış, bağımlı, donmuş bir varlık içinde algılamamın utancı, yani benim bir nesne olma utancım buradan geliyor…”(3) Özetlersek, bir “bakış”tır başkası her şeyden önce, bir anda benim varlığımı durduran, donduran, kemikleştiren bir “bakış”tır; bir anlam verir yaşamıma. Ben bu anlamı, “olanaklarımın yabancılaştırılması olarak yaşarım.”(4) Sartre’a göre, bu bir bilinçler çatışmasıdır. “Başkası için varlık”ın temel anlamı, çatışma demektir.” Bizim için önemli olan, bir “şey”, bir nesne olmak değildir. Bir nesne olmak tutsaklıktır. Bir tutsak olduğumuz zaman, yani birisi bizim karşımızda aşkın (transcendent) duruma geldiği zaman, kendi özgürlüğümüzün sorumluluğunu yüklenemeyiz artık, bir başkasının özgürlüğü içinde yaşamaya başlarız o andan sonra. Dayanılmaz bir acı kaplar yaşamımızı. Bizi şeyleştiren kişiyi bir cellat olarak görürüz. Dehşet verir bu bize çok. Ama gel gör ki, başkasının dünyasında yaşamaktır kaderimiz; yoktur kurtuluş çaresi. Bu ise oldum olası bir cehennem azabı gibidir. Sartre’ın Gizli Oturum adlı oyunundaki Garcin, “Cehennem dediğin başkaları,” diyor. Görülüyor ki, Sartre’a göre, bilincimizde zonklayan bir yaradır sanki “başkası”, ruhumuzu tırnaklarıyla kazıyan bir hayalet, korkunç bir takıntı. Sartre’ın Erostrate adlı öyküsündeki kişi, yalnız kendini “aşmak” için değil, başkaları karşısında da üstün duruma gelmek için gözünü kırpmadan, tanımadığı suçsuz insanların üstüne gelişi güzel ateş edebiliyor. Bütünüyle psikopatolojik bir olay değil de ne bu? Sartre’a göre insanlar katıksız bir öznellik, aşırı bireycilik içinde oldukları içindir ki, birbirlerini sevemezler, birbirlerinin tasarılarını ve acılarını anlayamazlar. Sartre’ın yaşam ve düşünce arkadaşı Simone de Beauvoir’ın Başkalarının Kanı adlı yapıtının bir yerinde, kişilerden biri, komşusunun oğlunun öldüğünü duyunca, “pişmanlıktan daha yakıcı ‘suçunu’ midesine inen ılık çorbayla birlikte ta gırtlağında duyumsuyor; Louise ağlarken, kendi gülümsemesinin suçunu dostlarının gözyaşlarıyla değil de, kendi gözyaşlarıyla ağlamasının suçunu…” Evet, böyle bir dünyada, Sartre’ın bu dünyasında, herkes kendisi için acı çekecek, kimse kimsenin acısına ortak olmayacak ya da ortak oluyor görünecektir.

Sartre’a göre aşk, bir “sevilme isteğidir. Aşkta, kişi bir nesneye sahip olmayı değil, bir özneyi amaçlar. Sevgilinin isteği, bir şeyi değil, bir özgürlüğü özgürlük olarak ele geçirmektir. Aşkın ülküsel amacı, başkasına başkası olarak, yani bakan bir öznellik” (subjectivité regardante) olarak sahip olmaktır. Aşık olarak ben, başkasını bana kendi özgürlüğünü vermeye zorluyorum. Aşk başkasının özgürlüğünün yok olmasını değil, o özgürlüğün özgürlük olarak köleleşmesini, yani o özgürlüğün kendi kendini köleleştirmesini gerektiriyor.”(6) Sartre’ın bu sözlerinden şunu anlıyoruz; aşık olmakla biz, oldum olası üstünlük sağlayabileceğimiz bir varlığa sahip olmayı amaçlıyoruz. Ama bu varlık öznelliği olan bir varlık. Bu aşk (ya da sevgi) anlayışına göre, eğer biz seviyorsak bunun anlamı şu: Sevdiğim kişi tarafından sevilmeyi istiyorum; sevmek, sevilme amacının bir aracı oluyor. Seven kişi, bütün savaş silahlarını karşı tarafın eline bırakıyor; o artık sevdiği kişinin dünyasında yaşamak zorundadır; tutsak edilmiş bir özgürlüktür. Yararsız Ağızlar’da (Les Bouches Inutiles) şöyle diyor Simone de Beauvoir: “Aşk bir mapusanedir.”

Sartre’ın varoluşçu dünyasında katıksız bir yalnızlık içinde görünen insanoğlunu bu buz gibi yalnızlıktan aşk da kurtaramıyor. İnsanlar arasındaki uzaklıkları, boşlukları o da dolduramıyor. Nietzsche’nin “aşk iki kişi arasında savaştır,” sözüyle dile getirildiği gibi birbirlerini sevenler de, “başkaları” gibi çatışma içindedirler hep. Kısacası sevmek (aşık olmak) yalvararak istemek (dilenmek), kendini başkasının buyruğuna bırakmak demektir. Sartre’a göre, pazarlıkla satın alınan bir şeydir o; “Sev beni, seveyim seni!” Kirli Eller’de Hugo şöyle diyor Jessica’ya: “Aşkımızın bir komedi olduğunu bilmiyor muydun?”

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Sartre’ın insan felsefesinde, “başkası”, yani bizim dışımızdaki insanlar, bir kin, bir düşmanlık, savaşım nedenidir hep. “Başkası”yla sürekli didişme içindedir kişi; çatışma hiç bitmez. Kaçıp kurtulmaya olanak yoktur “başkaları”nın dünyasından. Bu konuda aşk da bir ayrıklık göstermez. Geleneksel ahlak ve incelik kuralları bu sonu gelmeyen sevgisizliği ve çatışmayı etkisizleştirmek, gizlemek için icat edilmişlerdir. Sartre’in yazınsal yapıtlarında sürekli olarak vurgulanan, insansal iğrençliklerden başka bir şey değildir. Pandora’nın kutusu açılmıştır sanki. Örneğin, durup dururken niçin ateş ediyor insanlara Erostrate? Kirli Eller adlı oyunda, niçin Hoederer’i öldürüyor Hugo? Bir öldürme, kötülük yapma takıntısı içinde adeta bütün kişiler, ruh hastası. Ama Sartre’a göre, bir “aşkınlık” yaratıyorlar onlar, kendi kendilerini aşıyorlar.

Her çağın kendine göre bir hümanizması olsa da, onları birleştiren ortak bir yan vardır yine de. Bu, özgeçiciliktir (başkalarını düşünürlük). Oysa Varoluşçuluk Bir Hümanizmadır’ı yazan Sartre’ın hümanizmasında başkalarına kin ve nefret vardır yalnız. Duygulanmalar, sevgiler, aşklar içten pazarlıklı birer oyun gibidir; ana temeli bireyin sonsuz özgürlüğüdür. “İnsan özgür olmaya mahkümdur.” Ama nedense insanlar, bu özgürlüğü hep bir “çatışma” için kullanıyorlar Sartre’ın yapıtlarında.

Froytçu kuram ne kadar fizikötesi bir kuram olursa olsun, yine de küçük bir alanda, “süperego” kavramıyla toplumsal öğeye göz kırpıyor sayılır. Oysa kendi varoluşçu felsefesini açıklarken, Marksçı bir tutumla “varlık özden önce gelir,” diyen, “başkası” sorunu tezinde yabancılaşma (aliénation) kavramını sık sık kullanan Sartre, hiçbir düşüncesini hiçbir tarihsel-toplumsal nedene bağlamıyor, öğretisinin bütün öğeleri somut nedensellikten uzak, öznel, dogmatik kalıyor. Klasik hümanizmalarla karşılaştırıldığında, adeta bir karşıt hümanizma gibi görünen bu varoluşçu hümanizmadaki yürek boğucu karamsarlık, dehşet, delilik sınırındaki insanların başkalarını “cehennem” gibi algılamaları insan yaşamının özündeki gizemli bir nitelikle (sonsuz özgürlükten doğan aşkınlık eğilimi) değil, toplumsal-tarihsel olaylar ve olgularla ilgili doğal olarak. Sartre’ın sözünü ettiği insan ilişkilerindeki “cehennem”, insansal ilişkilerin bile piyasa ilişkilerine bağlı olduğu, aşırı bireyselliğin, “gemisini kurtaran kaptan” anlayışının egemen bulunduğu burjuva toplumlarının, 1. ve 2. Dünya Savaşlarının ve 1930’larda kapitalizmin geçirdiği büyük krizin yarattığı yoğun olumsuzlukların ürünü kesinlikle. Ama ne ki Sartre, bütün bunların, bu sosyoekonomik olumsuzlukların Batı insanında yarattığı “cehennemde yaşama psikopatolojisi”ni bir insan felsefesi, evrensel bir kuram olarak sunuyor bize.

Erich Fromm ve sevgi

Sevgi sorununa Amerikalı toplumbilimci psikolog Erich Fromm kadar ilgi duyan bir başka bilim adamı yoktur herhalde. Yeni Froytçuluğun en önemli adlarından biri olan Fromm, Marksçılıkla Froytçuluğu uzlaştırmaya çalışmış, bu nedenle de insan psikolojisini çözümleme çabasında, özellikle sevginin kökeni konusunda derin çelişkiye düşmüştür. Sözgelimi, Freud’daki yaşam içgüdüsüyle ölüm içgüdüsünü yaşama sevgisi ve ölüm sevgisi olarak değiştirerek sevgiyi son derece idealist bir görüşle insanoğlunun doğuştan yalnızlığına bağlarken, bir yandan da toplumsal koşulları göz ardı etmemeye çalışmıştır. Birinci görüşe örnek olarak şu sözlerini gösterebiliriz onun: “Her çağda, her kültürde, insanoğlunun karşısına bir tek o aynı sorun çıkmıştır hep; yalnızlıktan kurtulma, birleşme, kendi kişisel yaşamını aşıp bütünlüğe ulaşma.”(7) Fromm bu düşüncesini biraz daha genişleterek, Sağlıklı Toplum adlı yapıtında, şöyle diyor: “İnsan, yalnızlığının ve kopmuşluğunun, güçsüzlüğünün ve bilinçsizliğinin, doğum ve ölümündeki rast geleliğin ayırtındadır. İnsan, içgüdülerin yönettiği bu eski bağların yerine öteki insanlarla yeni bağlar kuramazsa var olmaya bir an bile dayanamaz. Tüm bedensel gereksinimleri doyurulsa bile, insan bu yalnızlık ve tek başınalık durumunu bir hapishane gibi algılar. Aklını kaçırmamak için bu hapishaneden çıkması gerekir. Gerçekte, deli dediğimiz kişi, hiçbir bağ kuramamış olmasa da, parmaklıkları arkasında bulunmasa da bir bakıma hapsolmuş biridir. Öteki canlı varlıklarla bütünleşmek, onlarla ilişkiler kurmak yerine getirilmesi gereken çok önemli bir zorunluluktur; insanın akıl sağlığı buna bağlıdır. En yakın insan ilişkilerinin tümünü kapsayan her türlü olgunun, sözcüğün en geniş anlamıyla sevgi denen tüm tutkuların altında yatan gereksinim budur.”

Fromm, sevginin kökeni konusundaki birince görüşüyle çelişen ikinci görüşünü toplumsalı vurgulayarak dile getiriyor:

a- “…Alışveriş üstüne dönen maddesel değerlerin en üstün değerler olduğu bir kültürde, insanlar arası ilişkilerin de mal, mülk ve iş pazarında geçerli olan yöntemlere göre gelişmesine şaşmamak gerekir.(8)

b- “…Ekonomik sistemin belirlediği yaşam pratiği insanların duygu ve düşüncelerini de belirler.”(9)

c- “…Çocukta yaşam sevgisinin gelişmesi için en önemli koşul, onun yaşamı seven insanlarla birlikte olmasıdır; yaşam sevgisi de ölüm sevgisi gibi bulaşıcıdır.”(10)

Sevginin oluşumu ve sağlıklı sevginin üretilememesiyle ilgili olarak hem soyut hem somut nedenlerden yola çıksa da, kapitalist toplumun biçimlendirdiği hasta, sağlıksız, yani yalan ve nevrozlu sevgilerin(!) anatomisini çok iyi yapmıştır Fromm. Dahası, “olgun” sevginin içeriğinin nasıl olması gerektiğini, hangi sevgiye sağlıklı sevgi denilebileceğini, seven kişinin yaşadığı sevme sürecinin öz niteliğini en iyi vurgulayan o olmuştur belki de psikoloji alanında. Onun sevgi sorununa ilişkin ipucu niteliğindeki şu düşünceleri kimsenin yadsıyamayacağı düşünceler bence:

a- “…Hastalıklı olmayan sevgi, kendilerini iki ayrı varlık olarak algılayan ama gene de birbirlerine açılıp bütünleşen iki kişi arasında sürekli bir ilgidir.”(11)

b- “…İnsanın kendisini dünyayla birleştirecek ve aynı zamanda bir bütünlük ve bireysellik kazanma gereksinmesini doyuracak bir tek tutku vardır yalnızca: Sevgi. (…) Sevgi insanın kendi iç etkinliklerini tam olarak dışarıya dökebilmesine izin veren bir paylaşma, bir kaynaşma yaşantısıdır. Sevginin yaşanması, yanılsamalara sığınma gereksinmesini ortadan kaldırır. (…) Sevgi üretici uyum diye adlandırdığımız yönelişin çeşitli yanlarından birisidir. (…) Duygu alanındaki üretici yöneliş, sevgide kendini gösterir. Sevgi insanın başka birisiyle, tüm insanlarla ve doğayla bütünlük ve bağımsızlık duygusunu yitirmeden birleşmesidir.(12)

c- “…Sevgi bir etkinliktir; edilgen bir olay değildir; bir şeyin içinde olmaktır. Bir şeye kapılmak değildir. Sevgi vermektir, almak değildir. (…) Kişi başkasına ne verir? Kendisinden verir; sevinçlerinden, ilgilerinden, anlayışından, bilgisinden, nüktesinden, üzüntülerinden verir. Almak için vermez. Vermek başlı başına eşi bulunmaz bir sevinçtir. Vermek, karşıdaki insanı verici yapmak demektir. Sevgi, sevgi yaratan bir güçtür. Bu düşünceyi Marks şöyle anlatıyor: “Sevgi uyandırmadan seviyorsanız, başka bir deyişle, sevginiz o durumuyla sevgi yaratamıyorsa, seven bir kişi olarak yaşamınızı ortaya koyup da sevilen bir kişi olamıyorsanız sevginiz güçsüzdür, bir talihsizliktir.” (…) Sevginin temel öğeleri, ilgi, sorumluluk, saygı ve bilmedir. Olgunlaşmamış sevgi, “Seni sana gereksinimim olduğu için seviyorum,” der. Olgun sevgi, “Seni sevdiğim için sana ge-reksinimim var,” der. Birisini sevmek yalnız güçlü duyguya kapılmak değildir, bir karardır, bir yargıdır, bir söz ver medir.(…) Sevginin temeli, bütünüyle insanca özelliklerin sevilen insana yöneltilmesinden başka bir şey değildir.(…) Sevgi disiplinli olmayı, üstüne düşmeyi, ilgiyle yönelmeyi gerektirir.”(13)

Freud’un öğrencisi olan ama sonradan onun libido kuramını yadsıyan ünlü ruhbilimci Theodore Reik’a göre sevgi, “bilinmeyen bir fizik gücüdür; kökeni henüz bulunmamış ve niteliği anlaşılmamıştır. Sevgi kültürel bir gelişmenin sonucudur ve pek çok insanda görülmez.”(14) Engin Geçtan, Çağdaş Yaşam ve Normal Dışı Davranışlar adlı yapıtında, sevgi olgusunu şöyle açıklıyor: “Sevgi ya da Adler’in deyimiyle insanlarla içtenlikle ilgilenme eğilimi, insanın yapısında vardır.(…) Sevgi içten ilgiyi, anlayışı, tepki vermeyi, dürüstlüğü, zevk almayı içerir. (…) Sevgi bir şeye yaşam vermek, sevilen şeyin canlılığını artırabilmektir. Sevgi insanı yeniler, zenginleştirir. Oysa sevgi, sevgiye sahip olma biçiminde yaşandığında, sevilen kişi ya da nesne tutulur, kapatılır, denetlenir. Bu, sevilen kişinin ya da nesnenin boğulması, öldürülmesi demektir. (…) Yaşamak ve sevgi bir bütündür.” İnsan psikolojisini irdeleyen düşüncelerine rastlamadığımız ve ele aldığı konuları bilimsellik açısından kavramlarla açıklamaya çalışan Marks, Kutsal Aile’de, sevgi sorunuyla ilgili olarak, onun nesnel eleştiriyi yanıltacağını, bilimsel verilerin incelenmesinde tehlikeli olacağını söylemiş, yani bilimsele duygusallıkla yaklaşılamayacağını vurgulamıştır. “Yetkin bilgi dinginliğine erişmek için, eleştirinin her şeyden önce kendini sevgiden kurtarmaya çalışması gerekir. Sevgi bir tutkudur ve Bilgi Dinginliği için hiçbir şey tutkudan daha tehlikeli değildir.”

Yüzyıllar önce, Yunan filozofu Empedocles’in “birleştirici ilke” olarak tanımladığı sevginin temel kaynağını birtakım öznel soyutluklara bağlı olarak değil de, (libido, bilinmeyen bir fiziksel güç, insanın yapısal niteliği v.b gibi) somut bir nesnellik içinde aramak gerekir. Ama önce somut bir nesnellik gibi görünen, sevginin kaynağını alabildiğine genişle-tip içimizdeki bütün sevgilerin dünyayı, evreni sevmenin bir parçası olduğunu ileri süren ve pekçoklarınca benimsenen bir sav üstünde durmalıyız. Ne olabilir bize içinde yaşadığımız dünyayı sevdiren acaba? Şöyle bir mantık söz konusu olmalı bunda; belli bir süre konuk olarak yaşadığımız büyük evimiz, yani dünyamız, nice can yakıcı olumsuzluklar yaratsa da kimi zaman (deprem, sel baskını, kasırga, kuraklık vb gibi) “kompüterize” bir dünya o yine de; her şey diyalektik bir bütünlük içinde birbirine bağlı, her şey birbirine etkin, her şey doğal sistemin sürekliliği için var. Onun doğasında doğup evrimleşmişiz biz; ilk anamız o bizim. “Toprak ana” dediğimiz kabuğundaki ürünlerle besleniyor, mutlu oluyoruz. Öylesine büyük ki ona tutkumuz, en ağır toplumsal sıkıntılar, bedensel acılar içindeyken bile yaşama sevincimiz eksilmiyor. Ondan ayrılmak, yani ölmek, alışamadığımız, yenemediğimiz korkumuz. İşte pekçoklarına göre sevginin kaynağı, onu doğuran ilk itici güç, insanoğlunun içinde yaşadığı, alabildiğine çekici, alabildiğine vazgeçilmez bulduğu bu dünyayı bir sevinç, bir mutluluk, bir sevgi nesnesi olarak kavraması oluyor. Öyle ki, bütün sevgiler, insan, insan olduğundan bu yana, yani milyonlarca yıl içinde, adeta varlığımızda içkinleşmiş, DNA’mıza kazınmış genel bir dünya sevgisinden kaynaklanıyor sanki. Bence, “perakende” sevgileri yaratacak böylesine bütünsellik taşıyan bir sevgi, neden değil, akıl ve bilim dünyaya egemen olduğunda bir sonuç olabilir ancak. Sevginin kaynağına ilişkin olarak, dünyada var olmanın çekiciliğine yönelik savı şöyle bir yana itip sevginin kaynağını yalnızca toplumsalda aramalıyız. Sevginin yapısal özü, bir şeye ya da kişiye bağlılık duygusundan başka bir şey olmadığına göre, önce böyle bir duygululuğun nasıl oluştuğunu incelemek gerek insan yaşamında.

İnsanoğlunun duygululuğa erişme süreci çok uzun sürmüştür doğal olarak. Bu süreç, onun insanlaşma sürecidir ayrı zamanda. Duygululuğu “bir başkasına duyulan gereksinim” diye tanımlayan Bernard Muldworf, duygusal yaşamın tarih öncesini, yani insanın insanlaşma sürecini emek ve cinsel ilişkiyle açıklıyor.(15)

a- “(…) İnsansılardan insana geçiş, Engels’in ünlü kitabı Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ nde açıkladığı gibi, birlikte emek sayesinde gerçekleşmiştir. Yani ilk toplumsallığın kökeninde var olan şey emektir. Elin kullanılması beyni geliştirmiş, dille yapılan ortak iletişim düşüncenin, içsel konuşmanın, yani öznelliğin bütünüyle insansal sürecine olanak tanımıştır. Böylece bu insansal ve ilkel ortaklığın içinde insan ilişkilerinin ilk biçimleri ortaya çıkmıştır. Oysa ki, “ilkel sürü”nün içindeki ilişkiler hayvan topluluklarında görülen doğal ilişkilerdir. Bu insansal ilişkilerle birlikte doğal ilişkiler içindeki cinsellik de insansal ilişkiye dönüşmüştür.”

b- “(…) Cinsel ilişkinin insanlaşmasıyla duygululuk, yani hayvan içgüdüsüne karşıt olan bütünüyle insansal bir nitelik doğmuştur. Bu bakımdan cinsellik, duygululuğun kökenindeki kaynaktır.”

c- “(…) Bu ilk duygululuk, insan ve toplum yaşamının karmaşıklaşmasıyla ayrımlaşır ve başka duyguların oluşmasına neden olur; anababalık, kardeşlik, dostluk duyguları; dayanışma ruhu vb. gibi… Bu duyguların her biri, ilkel topluluğun yeni ve daha karmaşık yapılanmasını gerektirmiştir.”

d- “(…) Duygululuğun ve onun çeşitli dallarının bu gelişme süreci için bir evre gerekmiştir. Bu, insan varlığının insanlaşmasına yön vermiş olan evre kadar uzun bir evredir. Toplum gelişip karmaşıklaştıkça yeni duygu biçimleri köklü biçimde ayrımlaşmışlardır birbirlerinden.”

Muldworf, şu sözleriyle söylediklerine daha bir açıklık getiriyor, “İnsanın insanlaşması, onun kendisi tarafından insan olarak üretilmesi, insanın kendi dışındaki doğanın emekle, kendi içindeki doğanın da cinsel yaşamın değişik derecelerde düzenlemesiyle olanaklı olacaktır. İnsan, emekle kendi dışındaki doğaya, cinsel yaşamla kendi içindeki doğaya egemen olur. Burada, yasakların ve tabuların kökeni yatar. Cinsel birleşme gereksinimi doyuma ulaşmak için bir başkasını gerektirir; demek ki, toplumsaldır; özüyle de, gerçekleşmesiyle de toplumsallaştırılmış bir olgudur; bilinçli ya da bilinçsiz, istemli ya da istemsiz, bir dünya, bir insan kavrayışı barındırır içinde zorunlu olarak. (…) Hayvandaki belli bir orandaki doluluk, bazı görsel ve kokusal koşullandırmalar, karşı cinsten birey arayışını tetikleyen cinsel uyarım doğururlar. Erkekte (ya da kadında) bu tetikleyici rolü oynayanın aynı biyolojik ve doğal nedenler olduğu düşünülebilir. Ama bence öyle değil; pek çok nedeni var bunun. Cinsel uyarımın biyolojik yapımızın derinliğinden olanca doğallığıyla ortaya çıktığını kabul etsek de, doyuma ulaşmak için yalnız eş aramayı değil, eşin onayını, cinsel eylemin gerçekleşmesinin maddi koşullarını da içerir o. Yani cinsel uyarımın doyumunu zorunlu olarak erteleten, geciktiren bazı toplumsal kültürel dış dolayımlar vardır cinsel birleşme için. Bu gizli gizli bekleyiş evresinin süresi, yalnızca bireysel olmayıp tüm insan türünü ilgilendirir. (…) İlkel erkek bile avının üstüne atlayan bir hayvan gibi atlamıyordu kadının üstüne; kadının onayını bekliyordu. Bu onay, zamanın toplumsal ve kültürel koşullarına bağlı olup psikolojik, görel olarak karmaşık bir ilişkiler ağı barındırıyordu içinde.”

Hiç kuşku yok ki, binlerce yıl önce, insan duygululuğunun oluşmaya başlamasında ortak çalışma ve cinsellik iki temel neden olmuştur. Cinsellik ilkel komünal toplumla birlikte evlilik olarak kurumlaşmış, Engels’in dediği gibi, “ilk iş bölümü erkekle kadın arasında çocuk yaratma olarak başlamıştır.” Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı yapıtında, evliliği tarihsel süreç içinde incelerken onu, “grup evliliği” ve “karı koca evliliği” olarak ikiye ayırmış, sonra da karı koca evliliğini üç alt bölümde ele almıştır. (İki başlı aile, ataerkil aile, tek eşli aile) Bu aile biçimlerinden “grup ailesi” en kalabalık aile olup öbürlerine göre karmaşık bir yapıya sahiptir. Üretim biçimlerinin evrimleşmesiyle aile yapısı değişmiş, çok uzun yıllar sonunda birçok aileyi içine alan büyük aileler yerlerini kadın, erkek ve çocuktan oluşan bugünkü tek eşli aileye, çekirdek aileye bırakmıştır. Engels’in uzun uzun tanımladığı “grup ailesi” nde “iki başlı aile”de ve “ataerkil aile”de bireyler arasındaki ilgi ve duygululuk bağları tek eşli ailedeki kadar güçlü ve derin olmamıştır doğal olarak. Çünkü toplumlar yeni üretim biçimleriyle nitelikleşip aile küçüldükçe bireylerin arasındaki ilişkilerin, duyguların daha da yoğunlaşmasından, onların yaşamsal anlamda birbirlerine gösterdiği özen ve dikkatin artmasından, duygululuk biçimlerinin alabildiğine üreyip çoğalmasından daha doğal bir şey olamaz. Aile, bugün pek çok ülkede, ta vahşet ve barbarlık çağlarından sızan kimi olumsuz tortuların, psikopatolojik aile “reis”lerinin, toplumsal-ekonomik sıkıntıların cehenneme çevirdiği bir topluluk olsa bile, insan duygululuğunun en iyi mayalandığı, geliştiği bir birim olmuştur yine de. Özellikle annenin çocuğuna gösterdiği içgüdüsel yakınlık ve ilgi büyük etmendir bunda. Yeni doğmuş bir bebeğin, doğar doğmaz ve ondan sonraki belirli bir süre içinde annesini emmesi, onun büyük bir rahatlama, hoşluk ve haz duymasını, onun ilk sevgi nesnesinin annesi olmasını sağlar kuşkusuz. Bu nedenledir ki, bebek için en uygun “iklim”, en güvenilir bir sığınaktır anne kucağı. Amerikalı psikiyatr Karl Meninger, “Yiyecek verilmesi, bebeğin anladığı ilk sevgi belirtisi, onun sevgiyi tanımasıdır. Bunun içindir ki, beslenmenin simgesel değeri yaşam boyunca yüksek kalmaktadır” diyor. Meninger’nin dediği gibi, yemekli toplantıları, yemek çağrılarını, birlikte yemeğe çıkmaları insanlar arasındaki yakınlığı, duygululuğu oluşturup pekiştiren olgular olarak görebiliriz. Bunun yanı sıra, aile ortamı, bayramlar, çeşitli örgüt ve dernek toplantıları, ortaklaşa bir amaç için gösterilen çabalar, büyük doğal felaketler, ülkenin düşman saldırılarına uğraması ve ulusça kazanılan zaferler bir yaklaşım, bir duygululuk ortamında insanların birbirleriyle ilgilenmelerini, birbirlerini sevmelerini olanaklı kılabilir.

Duygululuk ve sevginin insanın insanlaşmasıyla, yani insanın dışındaki doğanın ortaklaşa emek, insanın içindeki doğanın cinsellik yoluyla değişip güzelleşmeye başlamasıyla oluştuğunu kabul edersek, sevginin oldukça yeni bir kültür ürünü olduğunu, ne kadar kirlenmiş olursa olsun, onun varlığını yadsıyamayacağımızı söyleyebiliriz. Vahşet ve Barbarlık çağlarına yabancı olup uygarlık çağının, yani dört bin yıllık ataerkil aile tarihinin içinde yerini alır özellikle o. Köleci, feodal ve kapitalist toplumların genel karakteri insanın insan tarafından sömürülüşü olduğu içindir ki, insanlar arası ilişkiler normalleşmemiş, rekabet, hırs, düşmanlık egemen olmuştur genellikle bu toplumlarda, 

Toplum bireylerinin rastlantıların akışı içinde yaşadığı, bu nedenle de korkunun, güvensizliğin egemen olduğu kaotik nitelikli kapitalizm, kendinden önceki üretim biçimlerindeki “özel mülkiyet kavramının tüm çelişkilerini geliştirmiş ve olgunlaştırmıştır.”(16) Sonuç olarak da, kapitalist üretim biçiminde çalışanların emeği (ürettikleri) onların kendi yaşamlarına yabancılaşmış, onların düşmanı olmuştur adeta. Çünkü, çalışanlar ne kadar çalışırlarsa o kadar yoksullaşmakta, giderek bu ekonomik yabancılaşma dinsel, hukuksal, yönetsel, dahası psikolojik yabancılaşmayı da yanında getirmekte, sonunda, “insansaldan hayvansala dönüşmektedirler emeğiyle yaşayanlar. Aynı şey, sermaye sahibi için de söz konusudur; o da başka türlü yabancılaşmıştır. Ona kişiliğini ve gücünü veren şey kendi içindeki öz değerleri değil, paradır.”(17) Bu karşıtlığın gerçek çözümü, “insanın insan olmayana dönüşümü demek olan yabancılaşmanın ortadan kalkmasıyla gerçekleşir Marks’a göre. Ondan sonradır ki, “insan özgür olacak, toplumsal dünyasını yeniden bulacak, ‘öteki insan’ da kendi benzerine saygı gösterecektir. “Öteki insan”la ilişkileri karşıtlık ve rekabet düzeyinde kalmayacaktır. (…) Yaratmış bulunduğu zenginlik dünyası artık başka insanın mülkiyeti olmayacağı için, insanla insan da barışmış olacaktır.”(18) Marks’ın özellikle gençlik yapıtlarında rastladığımız “yabancılaşma”, insanı insanlıktan çıkaran, insanı insana düşman eden, insanların sağlıklı bir ruhsallığa sahip olmasını, onların sağlıklı biçimde birbirlerini sevmesini engelleyen bir olgudur çünkü. Şöyle tanımlıyor yabancılaşmayı François Perroux: “Somut bir varlık olan insana, onu kendi kendinin bilincinden ve özerk karar verme yetisinden yoksun ederek zorla benimsetilen bir bozulmadır yabancılaşma. Bu durumda, kişi bir ceset ya da bir tutsak gibi şeyleşir. Şey olmanın iki biçimi vardır; karşımıza kim çıkarsa onun şeyi olmak ya da herhangi birinin şeyi olmak. (…) Yabancılaşma uykudur, özerksizliktir.”(19)

Özetlersek, emeğine, ürettiklerine, daha doğrusu kendi yaşamına yabancılaşmış kişilerin çoğunlukta olduğu burjuva toplumunda; sevgi, saygı, barıştan çok, nefret, düşmanlık, ikiyüzlü sahte duyguların egemen olacağı, nesnelerin kişileştirildiği, kişilerin nesneleştirildiği böyle bir toplumda saygının, barışın, sağlıklı, yetkin sevginin yaygınlaşamayacağı açıktır. Meta ve para fetişizmi (tapınca) kitlelere egemen olacak, “nesneler dünyası büyüyüp değer kazındıkça insanlar dünyasının değeri aynı oranda azalacaktır”(20). “Arz ve talep yasası”, yani “piyasa”, yalnız nesneler dünyasında değil, insanlar arası ilişkilerde de geçerlidir. Marksizm’e göre, “insanlar arası ilişkiler şeyler arası ilişkiler gibidir.” Para, burjuva toplumunda, en etkin ve en saygın değer ölçüsü olduğu içindir ki, akıllıyı ahmağa; ahmağı akıllıya; hırsızı namusluya, namusluyu ahlaksıza; güzeli çirkine, çirkini güzele; yaşlıyı gence, genci yaşlıya; sevgiyi nefrete, nefreti sevgiye dönüştürebilir. 16. yüzyılda doğmuş olan Shakespeare, sanki bu savı kanıtlarcasına, ta o zaman bile, para fetişizmini , paranın insan duygularını nasıl şaşırttığını, nasıl kirlettiğini, insan ilişkilerini ne yürekler acısı duruma getirdiğini şöyle dile getirmiştir Atinalı Timon adlı oyununda:

“Bağlar çözer dinleri; günahları kutsar,
Cüzzamlıya bile taptırır insanı; alır hırsızı,
Ünvan verir, şan verir, nişan verir,
Oturtur senatörle yan yana; budur kocamış dulu yeniden gelin eden,
Hastanenin, çıbanların görse kusacağı kadını
Allar pullar da ilkyazına kavuşturur.
Çekil karşımdan kahrolası çamur, İnsanlığın orta malı, orospusun sen,
Ulusları birbirine düşüren.”

İnsan psikolojisiyle uğraşmayan Marks, psikolojik bir kavram olan “yabancılaşma”yı kendinden önceki filozoflardan (Fichte, Hegel, Feuerbach) almış ve yabancılaşma olgusunu inceleyerek burjuva toplumundaki insan-doğa, insan-insan ilişkilerinin “anormalliğini” vurgulamıştır. Soralım şimdi; komünizm öncesine tarih öncesi diyen Marks’ın yabancılaşan insanın insan olmayana dönüştüğünü savladığı kapitalist toplumda yabancılaşmayı aşabilmiş, bilinçli, özerk insanlar, sağlam, sağlıklı sevgiler yok mudur? Elbette vardır. Kapitalizm, Lenin’in dediği gibi “hümanizm dışı” olsa da, burjuva toplumlarında da yaşamlarını “öteki insan”,(başkası), “öteki insanlar” (başkaları), insanlık, doğup büyüdüğü yurdu için feda edebilen, onları alabildiğine sevebilen insanlar var olmuştur, vardır ve var olacaktır. (Yalnız kapitalist toplumda değil, feodal, dahası köleci toplumda da vardır onlar) Bu, bir tür bilinçlenme ve yaratıcılığın yabancılaşmayı olumsuzlamasıdır. “Yaratıcılık, yabancılaşmanın tersidir. Gerçek özgürlük, yani yabancılaşmadan kurtulma, yaratmak, kendi kendini yaratmak, yapıtlar yaratmaktır,” diyor Roger Garaudy.(21) Buradaki yaratmak sözcüğü en geniş anlamıyla kullanılmıştır kuşkusuz ve bence bu yaratıcılığın en yetkin örneklerinden bazıları şunlar olmalıdır: “Başkası”nı hiçbir yarar ummadan, yalnız nitelikli öze yönelik olarak sevenler; temelinde insanlığa ve yaşama duyulan görkemli bir coşkunun yattığı, insan ruhunu yüceltici büyük sanat yapıtları üretenler; insanlık uğruna ömrünü harcayan, yaşamını hiçe sayan bilim adamları; içinde yaşadığı zorba yönetimden korkmadan, gerçeği dobra dobra dile getiren, savaşım veren, yürekleri yurt ve insan sevgisiyle dolu, bu nedenle de başlarına gelmedik kalmayan, dahası öldürülen yazarlar, ozanlar, politikacılar; gözünü budaktan esirgemeden kitlelerin başına geçip yurt bağımsızlığına öncülük eden karizmatik liderler, düşman saldırısı karşısında hiçbir yönlendirmenin etkisinde kalmadan, silahını kapıp göğüs göğse vuruşanlar; görkemli olabilecek yaşamlarını bırakıp ve her türlü olumsuzluğu göze alıp dünyanın bir ucundaki ilkel topluluklara yardımcı olabilmek için uğraş verenler; acılara, felaketlere koşan gönüllüler gibi…

Sonuç

1- Bilinçsiz doğadaki göze hoş gelen kimi görüntüler, sözgelimi, dişi bir hayvanın yavrusuna olan derin, içgüdüsel ilgisi; kuruyup çatlamış toprağın yağmurla buluşması; yeni patlamış bir çiçeğin ya da yaprağın güneşle yıkanması; altın rengi bir arının rengarenk çiçeklerin balözünde dolaşması ve daha nice bunun gibi doğal olgu, sevgiyi çağrıştıran şiirselliklerdir yalnızca. Sevginin dünyası, insanların dünyasıdır çünkü.

2- İnsanların metalaştırıldığı, insanlar arası ilişkilerin “piyasa” ilişkilerine bağlı kılındığı, paranın bir fetiş (tapınca) olarak kabul edildiği bir toplumda gerçek, doğru sevgiler çok azdır. Var olanlar da, her türlü toplumsal ve ekonomik yabancılaşmayı yok kılacak bir yaratıcılığa ve bilinçliliğe ulaşmış özerk kişiler için söz konusudur ancak.

3- Psikopatolojik özel durumlar bir yana, sevginin yönelimi, iyiye, doğruya, güzele, hoşluk verene doğrudur. Bize mutluluk vermeyen bir toplumda sevme eğilimlerimiz azalır, giderek körleşir, yani yaşamın bizi sevdiği, okşadığı ölçüde sevme gücümüz gelişir; olaylara, olgulara daha iyimser, daha hoşgörülü bakabiliriz en azından. Kişinin kendini mutlu olarak duyumsaması, sevgiye açılan bir kapı olabilir her zaman için.

4- Kültür, uygarlık, dahası sanatsal uğraşlar, sevginin oluşup olgunlaşmasında büyük etken olmuştur. Bugün, Anadolu’nun en geri bölgeleri olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki kimi yerlerde töre cinayetleri işleyenler, kendi öz kızlarını “namus temizlemek” uğruna öldürebilen ana babalar, feodal bir yapının, emekleri özgürleşmemiş tutsak ve ilkel insanlarıdırlar.

5- İnsana olan sevgi öncesinde, cansız nesnelere, (oyuncak, kitap v.b gibi) insan dışındaki canlılara (çiçek, hayvan v.b gibi) sevgi oluşturulması küçümsenmemelidir. Ama bugün İslam ülkelerinde, Kurban Bayramlarında küçücük çocukların gözleri önünde milyonlarca hayvanın boğazlanması, o körpecik ruhlarda şiddet ve korkuyu çoğaltan, sevgiyi körelten bir kıyım olayıdır kesinlikle.

6- Gerçek sevgi, karşımızdakine bütün içtenliğimizle davranma, onun isteklerini, umutlarını, düşlerini, acılarını ve sıkıntılarını, yani onun yaşamının bütün kıvrımlarını iz sürer gibi izleme, ona her an kol kanat geren, ona onun içinden bakan, bütün bu çabayı hiçbir yarar beklemeden mutluluk içinde yapma olanağı sağlayan bir bilinçliliktir. Gerçek sevgi, bir özgeçi, bir özdeşleşme değildir. Seven, kendi yararını göz ardı etse de, kendi kişiliğini ortadan kaldırmaz. Seven de, sevilen de öznedirler. Gerçek sevginin bulunduğu yerde yaşam acılarına karşı koymak kolaylaşır. Sevilen her şey, sevenin gözünde güzel ve mutluluk vericidir. Gerçek sevgi geniş bir bütünselliği gösterir; İncil’deki gibi komşunun kim olduğuna bakılmadan “komşunu sev!” öğüdüyle gerçekleşebilecek kadar kolay bir şey değildir o; büyük emek ister. Gerçek, sağlıklı sevgi, yalnız kendi çocuklarımızı, evimizde, bahçemizde beslediğimiz kendi hayvanlarımızı, tapulu malımız olan doğa parçasını sevmeyi değil, bütün evreni ve onun içindeki bütün güzellikleri sevmeyi de kapsar.

7- Sevmekle acımak ayrı şeylerdir, birbirlerine karıştırmamak gerekir. Schopenhauer’ın dediği gibi, “Acımak, her türlü bencil tutkunun dışında olan tek eğilim”, en içtenlikli duygumuz olsa da, sevgi değildir. Sevmediklerimize de acıyabiliriz çünkü biz.

Son Söz

Hiç kuşku yok ki, insan ilişkileri, köleci topluma göre feodal toplumda; feodal topluma göre kapitalist toplumda daha bir nitelik kazanmıştır. Toplumlar evrimleşip uygarlaştıkça aklın yaşama olan egemenliği göreli olarak artmış; insan-insan, insan-doğa ilişkileri göreli olarak düzelme yoluna girmiştir. Tarihte bulabiliriz bunun kanıtlarını. Bugün içinde yaşadığımız dünya, kapitalist metropoller tarafından ne kadar cehenneme çevrilirse çevrilsin; kin, öfke ve şiddet, onlar yüzünden ne kadar dayanılmaz duruma getirilirse getirilsin, insan dünyasının bir olgusu olan sevgi, daha güçlü, daha yaygın ve daha sağlıklıdır Ortaçağ’a göre. Eğer bir gün bütün yabancılaşmalar-dan kurtulmuş, özerk, bilinçli insanların oluşturduğu ve aklın egemen olduğu bir dünya gerçekleşirse, klasik Marksizm’in kesinkes öngördüğü gibi özel mülkiyet tarihe karışıp insanın insan tarafından sömürülüşü ortadan kalkarsa, yani bütün zincirlerinden kurtulursa insanoğlu, işte o zaman kimse kimsenin tutsağı olmayacak, iki yüzlü düzmece duygular, gerçek olmayan sevgiler, yanılsamalı sevgi görünümleri oluşmayacak, dürüst, duru, kirlenmemiş sevgiler uç verecektir içimizde.
 

Dipnotlar:

(1) Essais de Psychanalyse – Sigmund Freud

(2) Aşkın Anatomisi – Karen Horney

(3) L’être et Néant – Jean Paul Sartre

(4) L’homme de Sartre” – Pruche

(5) L’ être et le Néant

(6) L’ être et le Néant

(7) Sevme Sanatı – Erich Fromm

(8) Sevme Sanatı

(9) Kuruntu Zincirleri

(10) Sevgi ve Şiddetin Kaynağı – Erich Fromm

(11) Sevgi ve Şiddetin Kaynağı

(12) Sağlıklı Toplum – Erich Fromm

(13) Sağlıklı Toplum

(14) Aşkın Anatomisi

(15) Sexualité et Feminité 

(16) Elyazmaları – Karl Marks

(17) Elyazmaları

(18) Elyazmaları, Sunuş – Karl Marks

(19) Aliénation et Société Industrielle – François Perroux

İrfan YALÇIN

Bu yazı Bilim ve Ütopya’nın eylül 2011 (sayı: 207) sayısında yayımlanmıştır.

Kaynak Yazı: https://bilimveutopya.com.tr/index.php/sevgi-nedir

Burçak Akdeniz

İnsanlar sosyal olarak uyum, toplumsal düzeni sürdürmeye yönelik görev duygusuyla dolu olduğundan, yetişkin sorumluluğu çerçevesinde davranır ve bu toplumca kabullenilmeyen davranışların gelişmesini önler. Kişisel alanda, toplumdan ayrışmamak için, oto kontrolü elden bırakmayacak şekilde güdüleniyoruz. Çünkü insanlar dıştan onay beklerler. Bu yüzden o toplumsal alandan onay ve takdiri elde edebilmek adına ki bu uzun vadeli hedef oluyor, kısa vadede haz veren arzu-istek- haz adı neyse bunu ötelemeyi öğreniyoruz. Fakat bazen biriyle aramızda öyle bir çekim oluyor ki, içten içe sevme ve sevilme ihtiyacı, romantizmden alınacak haz ile toplumun değerleri çatışmaya başlayabiliyor.


Mesela o kişiyle aranda bir kimya olduğunu hissediyorsun ve onu fiziki boyutta yaşamak, dokunmak ne bileyim koklamak istiyorsun sonra bir şey oluyor, devreye kaygı, korku ve en önemlisi toplumsal ihtiyaçlar devreye giriyor ve birden o hayalindeki insanı duygusal olarak yaşamayı tercih etmek yerine bir ton bahane sürüyoruz. Misal işte kariyer, aile yapılarının farklı olması, mesafe, dini tercihler, ya da basitçe eğitim ( eğitim doğru değil pek öğretim diyelim) farklılığı.


Aslında bu sınırlar direncin özü olarak bizlerin koyduğu o sınırlar oluyor. Çünkü her şeyin başında sevmeye ve sevilmeye bu kadar ihtiyaç duyarken bir yandan da bu duruma açık olmayışımız yatıyor. Bir şeye açık olmak da aslında çocukça bir rahatlığa boş vermişliğe ihtiyaç duyuyoruz ki bu yetişkinlerin yapmadığı-yapamadığı bir şey. Çünkü toplumsal saygınlık, onay ihtiyacı bu şekilde davranmanın önüne geçiyor.
Yani bu romantizm sevme sevilme sürecinde, yetişkinlerin okul öncesinden beri getirdiği, kendini koruma, red edilme, kabul görme, utanç ve yas ile alakalı korkularının üstünden geçmesi gerekir. Küçük bir çocuk gibi davranmayı yeniden becermesi gerekir. Çünkü aşk meşk sürecinde yetişkin gibi olmak, kontrolü elde tutmaya çabalamak işe yaramaz.


Yetişkinler için kişinin hayatının herhangi bir bölümünün kontrolünden vazgeçmesinin zor olduğunu biliyorum. Toplumda çoğu yetişkin, zamanın, paranın ve makul olmanın gücüne saygı duyan mantıklı, sürdürülebilir yetişkin davranışlarıyla öne çıkan çok saygın, sorumlu bir kariyer ve rasyonel, bağımsız bir yaşam tarzı yarattı. Fakat işte bir noktada onurlu yetişkin yaşam ruhsal boyutta bir paylaşıma ihtiyaç duymasına engel olmuyor. İnsan ruhunu paylaşacak birini arıyor.


Olgunluk kariyerde, hizmette, toplumsal, sosyal sorumluluk gerektiren rolleri oynarken işe yarıyor ama maalesef bu durum romantik ilişki sürecinde böyle işlemiyor.


Bu hayatta dikkatimizin çoğunu hissetmek ve düşünmek için harcıyoruz. Ve bazen duyusal durumumuz, zihinsel durumumuz ile çatışmaya başlıyor. Yetişkinlik dönemine kadar yaşadığımız hayal kırıklığı, saygınlık kaybı ve kontrol kaybı korkumuz devreye giriyor ve bunları bilinçli olarak salıvermediğimiz sürece, duygusal yaşamımızı yok sayıp bastırıyoruz. Çünkü insanlar kendini korumak istiyor. Acı çekmek, acıdan geçip iyileşmek yerine kendine bahaneler bulup o romantizmi yaşamak yerine akla yatkın savunmalar ile duygularını hapsediyor. Duygular, fiziki ve zihinsel beden arasına sıkışıp kalıyor. Böylece her hayal kırıklığında kendini aptal gibi hisseden insanlar yeni deneyimlere kendini kapatıyor. Çünkü içten içe hayatta kalma içgüdüsü devreye giriyor.


Bu şundan kaynaklanıyor, eskiden savaşlar ve kıtlık vardı. Güçsüz olanlar, genelde hayatta kalma becerisi gelişmemiş, strateji yapamayanlar ( çocuklar ) ölüyordu. Yetişkinler her şeyi öngörmek ister, saçma sapan hatalar yapmak, toplumsal olarak başarısız, değersiz hissetmek istemezler. İşte burada taktikler güç oyunları devreye girmeye başlıyor. Çoğu insan aşkı sevgiyi romantizmi buluyor ama bunu sürdüremiyor. Çünkü her bireyi biricik ve tek olarak keşfetmek yerine, önceki deneyimlerini referans alarak kabuğuna çekiliyor. Biz yetişkinler diğer yetişkinlerle anlaşmalar yapar ve sözler veririz ve çeşitli sosyal ortamlardaki davranış beklentilerine ilişkin çok sağlam bir zihinsel yapı oluştururuz. İşe gitmek, faturaları ödemek, fiziksel olarak sağlıklı kalmak vb. gibi hayatta kalma konusunda bazı ihtiyaçlarımızın olduğu alanlarda, yetişkinlere yönelik ÖNGÖRÜ ve KORUMA bilgimiz kritik öneme sahip olmaya devam eder. Ama işte aşk ilişkileri bambaşka bir şeydir. Aşk, hayatta kalma zekasının TERSİDİR. Aşk güven gerektirir. Aşk, “savaş ya da kaç” tepkimizi kontrol eden ilkel zihnin ötesinden gelen bir duygudur. Kısa süreli ilişkileri olan birçok insanda bu vardır, korkunun verdiği kontrol etme durumu. İlkel beyin hayatta kalabildiği için toplumca ödüllendirilme kaygısıyla az da olsa sevildiğinde ya da sevdiğinde kaçmaya başlar. O yüzden aşk meşk ilişkilerinde hep bir çocuk saflığında kalmaya, önce kendine ve sonra başkasına güvenmeyi öğrenmek gerekiyor.

Endişeli Beyninizin Size Oynadığı Kirli Oyunlar
Onu yakaladığınızda duygularınızı ve davranışlarınızı daha iyi düzenleyebilirsiniz.

” Anksiyetenin rasyonel düşünme önünde büyük bir engel olduğu aşikâr. Bilmeyenler için; anksiyete, beyin kimyasında karmaşalara yol açar. Beyninizin korku merkezi amigdala; hormon salınımı, vücut sıcaklığı ve duygusal tepkiler gibi işlevlerden sorumlu hipotalamusu uyarır ve “savaş ya da kaç tepkisi” oluşturur. Bunun sonucunda gerçekten bir savaşa ya da kaçmaya hazırlanıyormuşsunuz gibi kalp ritminiz ve nefes alışınız hızlanır, terlersiniz, gözbebekleriniz büyür ve zihniniz de tehlikelere karşı daha uyanık hale gelir. Anksiyetesi olanlara şu senaryo tanıdık gelecektir: Uyumak üzere yatakta uzanırken birden yarınki toplantı hakkında endişelenmeye başlarsınız. Kesin uyuyakalacaksınız. Kesin toplantıya zamanında yetişemeyeceksiniz. Kesin berbat bir sunum yapacaksınız. Kesin herkes sizin aptal olduğunuzu düşünecek. Kesin işten kovulacaksınız.

İşte anksiyetenin zihninizi ele geçirmesini engellemenin yolları:

1. Fark edin: Terleme, sık nefes alma, zihninize düşüncelerin dolması gibi belirtilerle anksiyete yaşadığınızı fark edin.

2. Değerlendirin: Kendinize “En kötü ne olabilir?” diye sorun ve sonra da bunun gerçekten yaşanma olasılığını değerlendirin.

3. Hazırlanın: Kendinizi daha özgüvenli hissetmek için en kötü senaryonuza hazırlanın.

4. Başarıyı hayal edin: Zihnimiz anksiyete yaşarken kendi gücümüzü ve yeteneklerimizi görmemizi engeller; bu yüzden korktuğunuz durumun değil de başarılı olduğunuz durumun gerçekleştiğini hayal edin.

5. Geçmiş başarılarınızı hatırlayın: Bir şeyleri başaramayacağınızı düşündüğünüz fakat anksiyetenize rağmen üstesinden geldiğiniz durumları hatırlayın. “

Katherine (Schreiber) Cullen, MFA, LCSW, Psikoterapist

Çeviren : @psikolojibank

https://t.co/k4DdiRget0

Özgür ATLAS – Otizm TV Editör 

Dans Hareket Terapisi

Dans ve hareket ilişkisel bir eylemdir. 

Sanat Psikoterapileri Haftası vesilesiyle özel gereksinimli ve otizmli çocuklarla dans ve hareket temelli müdehaleler ve çalışma başlıklı video sunumuma hoşgeldiniz. 

Adım Özgür, psikolojik danışmanım, dans hareket terapisi uygulayıcısıyım. Üsküdarda bir terapi kliniğinde otizmli çocuklara yönelik eğitim-terapi hizmetleri geliştiriyorum. Aynı zamanda otizmtv sosyal medya kanalı editörlüğünü yürütüyorum. 

Alanda çalışırken otizmli çocukların eğitim ve terapisinde neredeyse 100 ‘e yakın eğitim ve terapi modelinin olduğunu görürüz. Bunlardan küçük bir kısmı bilimsel ve kanıta dayalı uygulama ve müdehalelerdir. Sanat terapisi de böyle bir müdehale ve terapi biçimi olarak karşımıza çıkar. Alanda yapılan kanıta dayalı çalışmaların özellikle avrupa ve amerikada zamanla arttığını yakın gelecekte bilimsel ve kanıta dayalı bir müdehale biçimi olarak görülebileceğini söyleyebiliriz.

Ben sunumumda özellikle dans hareket terapisinin müdehalelerin özel gereksinimli ve otizmli çocuklarda nasıl kullanılabileceği, yararlarını, terapi modelleri içinde alternatif olarak ne önerdiğini ve diğer terapilerden farklarını kısaca değineceğiz. Ayrıntlı bilgi ve yaklaşımları www.otizmtv.com adresinden öğrenebilirsiniz. 

Genelde ruh sağlığı hizmetlerinin özelde ise terapinin bir çeşidi olan dans/hareket terapisi yoluyla  özel gereksinimli çocuklara ulaşma ve onların hayatına ‘başka bir terapi mümkündür‘ anlayışına uygun olarak sözel ve davranışçı terapilerin dışında yaklaşmak için geliştirilmiş bir model olarak dans hareket terapisi uygulamalarına ve teorisine baktığımızda Türkçe kaynakların neredeyse hiç olmadığını görmekteyiz.

Alanda çalışan uygulayıcılar olarak 2015 den beri bazı çalışmalar yürütmekteysek de bunun henüz emekleme aşamasında olduğunu biliyoruz. Sanat psikoterapileri derneğinde ortak bir komisyonla özel öğrenme güçlüğü yaşayan çocuklar için henüz basılmamış uygulama kılavuzu dışında elimizde neredeyse kaynak yok gibi. Tabi bu çocuklarla fizik, duyu bütünleme, yoga, meditasyon ve mündfulness, fitness yani spor ağırlıklı programların uygulandığı merkezler ve bu şekilde çalışan kişiler görüyoruz. Ancak burada da dans ve hareketin terapötik biçiminden çok duyusal entegrasyon, farkındalık ve bedensel-duyusal patenlerin geliştirilmesi ve algılanması, bedensel yeterliliklerin artırılması ve bazı becerilerin geliştirilmesi amaçlı uygulandığını görüyoruz. Dans ve hareket diğer yoga, meditasyon, spor ve duyusal entegrasyon-bütünleme çalışmalarından farkı nedir ? Bunların hepside bireyin sosyal,duygusal, dil, zihin ve duygusal gelişimine katkısı yok da dans hareket müdehalelerin de mi var ? eğitsel bir müdehale olarak bu tarz çalışmalar insanın beden, zihin ve ruh terbiyesine katkısı inkar edilmez. Ama iş iyileştirme, sağlıklı olma ve insanın iyi olma haline, beden-zihin ve ruhsallık arasındaki uyum ve bütünleşme haline yardımcı olmaya yani  terapi işin içine girmesiyle bir terapist eşliğinde yürütülmesi ruh sağlığı profesyoneli, anormal davranışlar psikolojisi, bedenin terbiyesinin değil de bedenin farkındalıkları yoluyla ruhsallığın anlaşılması, farkedilmesi, ruhsal kapasitenin yeterliliğinin artırılması girdiğinde başka bir yerden bakılması gerekiyor. Yada bu tarz çalışmaların daha bütünleştirici olması için multidisipliner çalışmaların yapılası gerekiyor. Oysa fizik çalışmalarından tutun, duyusal entegrasyon ve spor çalışmalarında yeterliliklerini henüz dans hareket terapisi uygulamaları gibi değerlendirmediklerini ve buna dair kanıtsal çalışmaların henüz emekleme aşamasında olduğunu söyleyebiliriz. Peki nerden başlayacağız? 

Gelin önce bunun dünyadaki gelişimine kısaca bir bakalım. Özel eğitime ihtiyaç duyan çocuklarla dans hareket uygulamaları Amerika’da 1940’lı yıllarda hastanelerde başlıyor. Özellikle 1950’lerde Mary Starks Whitehouse, 1960’lı yıllarda Janet Adler 1970’li yılarda Miriam Puder’s , Beth Kalish-Weiss bu alana oldukça katkıda bulunmuş insanlardır. ( Abaya, 2014, s.1, Levy, 1988, s.221). Ayrıca 1980’li yıllardan sonra başka eğitimci-terapislter ( Elaine Siegel, Betty Blau, Linda Salz-Citron, Rose Schenck, and Patty Schmitt ) özellikle psikoanalitik yaklaşımları bu çocuklarla yaptıkları çalışmalarda kullanmışlardır. (Levy, 1988, s.224). 

Burada özellikle Kalish Weiss adında ADTA’ya kayıtlı terapistten bahsetmek gerekir.  Otizmli çocuklarla dans ve hareket çalışmaları yaparak Beden Hareket Skalasını geliştirmiş, Otistik ve diğer atipik çocukların davranış oranlarını skalasını sekiz ölçekli olarak açıklamıştır.  (Behavior Rating Instrument for Autistic and Other Atypical Children – BRIAAC). (Bu testle  vücut hareketlerine uygun ölçek geliştirilmiş ve Laban’ın hareket eforları bu alana uyarlanmıştır. Kestenberg, Freud’un vücut hareketleri teorisi; gecikmiş, yavaş hareket eden gelişimsel geriliği olan çocuklarla çalışma yapan Tenberg, Dratman ve Teitlebaum; Hunt ve Allport gibi teorisyenlerin aktardıkları ışığında bu skalayı geliştirmiştir.  ) BMS, Beden Hareket Skalası,  normal ve atipik (otistik) çocuklarla yapılan ampirik gözlemlere dayalı gelişimsel bir çerçeve içinde onların yaptığı ilk hareketleri yerleştirerek nasıl hareket ettiklerini ortaya çıkarır (Levy, 1988, 221-223).

Dans/hareket terapisi terapötik ilişkilerin gelişmesini kolaylaştırmak amacıyla bir terapist ve otistik bir çocuk arasında sözlü ve sözsüz konuşmaları, hareketleri içeren, hareket, dans, oyun, mekan-sahne ve müzik ile ortaya çıkan bir form olarak gören J. Adler özellikle 60’lı yıllarda bu çocuklarla çalışmış önemli dans hareket terapistlerindendir. (Abaya, 2014, s.1). O, dans/hareket terapisinin birçok yönden otistik insanların ihtiyaçlarını  karşılayacak önemli terapötik kapasiteye sahip olduğunu düşünür. otizmle ilgili  pek çok tedavi yaklaşımlarından farklı olarak, dans/hareket terapisinde ilişkiyi ve dans-hareket yoluyla iletişim kalıplarını yönlendirmeyi hedeflediğini belirtir. Yaptığı bir DHT çalışmasında çocukla çalışmasında  ”Bizim için çok önemli bir andı. Bağlantı kurmuştum. Bunu hissettim ve o da bu sürece dahil oldu. Çocuktan aldığım ipuçlarıyla onu takip süreci başladı, onun dilini keşfettikten sonra ortak bir dil yarattık. Bedeniyle yaptığım  ilk iletişim sonunda kendiliğinden sözlü ifadeye yer açılmış oldu, doğrudan kendi ifade benliğine giden yol açtı. Tüm bunlar doğrudan oyun ve sosyal etkileşim ve ilişki oluşumu canlandırmış o hareketi ifade ruhu ortaya çıkardı. Ritmi birlikte hareket ederken, yalnız değildik, ama birlikteydik, bu ikimizde de topluluk duygusu, bağlantı ve bir deneyim oluşturdu. ‘’ der. 

Dans/hareket terapisi otizmli ve özel eğitime ihtiyaç duyan özel gereksinimli çocuklar için bir köprü olarak onlarla iletişim kurmanın bir aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. DHT, bireyin hayatla ve diğer insanlarla bütünleşmesini hareket yoluyla gerçekleştirmesini sağlamak için onlara duygusal, fiziksel, bilişsel katkıları olan bir terapötik ilişki biçimidir. Genelde özel gereksinimli çocukların özelde ise otistik çocukların beden algıları ve ritmleri,  hareket paternleri,  sesleri, zamanı, mekanı, akışı kullanmaları farklıdır ve dans/hareket terapisi yardımıyla bu özellikleri farkına varmaları yada geliştirmeleri çalışılabilir. Böylece, fiziksel ve öğrenme zorlukları ile sınırlı olan bu çocukların dünyasında söz sahibi olmak, bağlantılarını kolaylaştırmak ve bireylerin hayatının içine neşe getirmek için hareket terapisi kullanılabilir. 

DHT ile çocukların hareket ederek temel ve sözsüz ifadelerini genişletmeyi esas alarak yeni bir sosyalleşme ve iletişim biçimini geliştirmeye çalışılır. Beden farkındalığı oluşturmak doğrudan motor becerileri de etkiler. Kendine ilişkin daha fazla farkındalık geliştikçe diğer insanların farkında olmayı öğrenir.  Bu terapi yardımıyla kendini ve diğerlerini tanıma , ilişki kurma, göz teması artırma, paylaşım arttırılır. En önemli sorun olan sosyal etkileşim ve iletişim sorunlarında kişilerarası mesafeyi azaltmak ve güven geliştirmeye çalışılır. Çocukla yaptığı birebir örnek çalışmada non-direktif bir şekilde çalıştığını, doğaçlama kullanarak ve fırsat sunduğunu, uyum sağlayan ve ilişkiden geçerken danışanlar için hareket keşfetmeyi hedeflediğini belirtir. Yine bir başka çalışmada süreci şu şekilde açıklamış. Terapist çocuk ne yapıyor oradan başlayarak onunla bir iletişimi kurmaya çalışmış ve gerekli olan kişilerarası bağlantıyı gerçekleştirme yolunda ilk adımı bu şekilde atmıştır. Terapist bir şekilde çocuğa duruşlar, jestler, tekrarlayan ya da kendine has hareketleri getirerek çocuğun dil öğrenir. Onları daha görünür ve sesli yaparak bu hareketleri genişletip ve / veya tekrarlayarak çocukla çalışmıştır. (http://blog.adta.org/2015/04/30/a-personal-history-bringing-the-body-into-the-treatment-of-autism/)

ADMT’nin hazırladığı bir broşürde DHT ile otizmli çocuklarla ilgili şunlar belirtilir. Hareket edecek düzeyde bir çocuk ile dans/hareket terapisti çocuğun kendi dilini yaratmaya çalışabilir. Bu şekilde hareket eden çocuk bu yolculuk boyunca keşifler yapar, bulduklarını sürekli sözcüklere ve harekete, dansa dönüştürür, çocuk nasıl göründüğünü yeniden olumlu yönde tanımlamaya çalışır. Başka bir yol olarak DHT ile bilişsel deneyimlerini organize etmeye çalışabilir. Başkalarının ya da kendi vücut parçaları ile farkındalık sayesinde entegrasyon ve bütünleşme gerçekleşmeye başlar. Özel eğitime ihtiyaç duyan bireyin hareket dağarcığı genişler, hareket zenginliği görülür. İhtiyaç ve arzularını ifade etme biçimleri zenginleşir. Hareket, iletişim için bir köprü olarak dans/hareket terapisti ve birey arasında yer alır.

(http://www.adta.org/resources/Documents/DMT-with-Autism-Informational-Sheet.pdf)

Çocuklarla iletişim kurmaya çalışan dans/hareket terapistinin dikkat etmesi gerekenler,  güven ve uyum,” “vücut sınırları tanımlamak için dokunmatik kullanarak gibi,” “hareketleri, ritim ve duygular”, sözsüz hareket analizi, dans, hareket ve oyun, değerlendirme ve ilişki olarak karşımıza çıkar. Çocuğa uyumlanma ve yansıtma olacak şekilde çalışmaları başlatır. Hareket, tamamen değil, tüm şekil tasvir eden, biçim, ya da ritmik yönleri çalışılır. Kelimenin tam anlamıyla yansıtması olarak tanımlanır. Sürecin kalan aşamalarını diyalog, keşfetmek ve genişletmek, sözlü anlatım için sözsüz dilin oluşturulması terapistin malzeme listesini oluşturur. Otistik çocuklarla otantik hareket çalışmaları yapan Abaya, DHT içinde otantik hareket biçiminin çocukların sosyal, dil, bilişsel gelişimine katkıda bulunduğunu belirtir. Çocukların güçlerini fark ettiklerini,  esneklik, denge, koordinasyon ve yaratıcı hareketi artırdıklarını, mekânsal-duyusal farkındalık kazandıklarını, sınır anlayışlarını artırdığını belirtmektedir (Abaya, 2014, s.1). İlk aşamada danışan tarafından gösterilen her türlü niyet bir terapist olarak destek sunulur ve onun keşif yapması desteklenir. Çocuğun aktif olarak yer aldığı ikinci aşama etkinleştirmek,  hareket deneyimi ve çocuğun hareket repertuarını genişletir. Final eylemleri daha derin ifadeler haline nerede sahne seferber olduğunu ve odaklanmış ifade yeni bir şey gelişir. Çocuk, bu aşamada liderlik rolü verilir. Uyumlama ve yansıtma sırayla tedavi sırasında ile bir ilişki geliştirmek için kullanılır (Levy, 1988, s.223).

Türkiye’de özellikle bazı sanat terapisi uygulamaları yapan kişi ve kurumlar olduğunu görüyoruz. İnternet taramasında Mersin Mersin Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı, ZİÇEM’de özellikle müzik, drama, heykel, ritm ağırlıklı olarak hizmet üretmektedir.  Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı’nda Nilgün Türkcan tarafından yaratıcı hareket kapsamında özellikle spastik çocuklara ve zihinsel engellilere yönelik sanat terapileri uygulamaları mevcuttur. (http://www.egitimajansi.com/haber/zihinsel-engelliler-sanat-terapileriyle-hayata-baglaniyor-haberi-27926h.html). Bursa’da Yıldırım Belediyesinde müzik akademisinde yine engellilere yönelik müzikle sanat terapileri eğitimi verildiği görülmektedir (http://www.yildirim.bel.tr/sayfa.asp?mdl=haber&id=108&m_id=7).

DHT yoluyla genel olarak : Çocuğa psikolojik yardım ederek terapötik bir ilişki kurulur. Çocuk ile aralarında temas başlar. Çocuğu geliştirmek için ona iletişimsel ve yaratıcı olasılıklar sunar. Öğrenci benlik saygısını artırır. Duyuların gelişimini teşvik eder. Bir katarsis yaşamaya fırsat verir.  Kişilerarası ilişkilerin gelişmesine ve kurulmasına katkıda bulunur. Sanat malzemelerine çeşitli değerli pratik becerileri oluşturur. Dil ve konuşma fonksiyonunu, ince motor becerilerini geliştirir.  En hiperaktif üzerinde güçlü bir sakinleştirici etkiye sahiptir. 

Peki DHT çocukların hangi becerilerini geliştirir, Sosyal Oyun, Etkileşim Başlatma, Araştırma, Problem Çözmek, Pratik Yapmak, Etkinliğe Katılım, Ortak Dikkat, Seslendirme, Amaçlı İletişim, Karşılıklı Konuşma/ Sohbet, Güven, Empati Kurmak, İşbirliği Yapmak, Duygusal Düzenleme, Kendine Güven, Duyguları farkındalığı ve Kontrol Etmek.  

Genel olarak çocukların: 

Dürtüsel ve uygunsuz davranışları kontrol edebilme

Yönergeyi takip edebilme

Diğerlerini dinleyebilme

Diğer grup üyeleri ile göz teması kurabilme

Sakinleşmek

Grup üyeleriyle iletişim başlatmak, sürdürmek ve sonlandırmak

Duyguları ifade edebilme

Duyguları sözel yada sözel olmayan şekilde gösterebilme, anlatabilme

Destek verebilme ve alabilme

Fiziksel gerilimi azaltmayı öğrenebilme

Öz beden farkındalığını artırma

Hareket paternlerini farklılaştırma, genişletebilme vb. gibi hedefleri gerçekleştirmelerine çalıştığını söyleyebiliriz. 

Ayrıca dans hareket terapisinde önemli olan hareketin derinlemesine gözlemlenmesi ve bireyin iç dinamikleriyle bağlantılandırılması konusu önemlidir.  Hareket yoluyla bedenimizi araştırmaktan başka bedenlere ulaşmaya çabaladığım bu süreçte beden ve zihnin birbiriyle sürekli etkileşim içinde bir bütün olarak görmeye başlıyorsunuz, ayrıca yaptığımız, seçtiğimiz veya bizden çıkan hareketler ve sözler arasında köprüler kurmaya çalışmak, yaşantılarımız ve iç görümüzü birbirleriyle ilişkilendirmeye çalışmak, müziğe ve ritme kendiliğinden verdiğimiz tepkileri değerlendirmek çocukların gündelik yaşantımın bir parçası ve diğer yaşam alanlarında da kullandığı bir araçlar ve ilkeler olmaya başladı. Hareketlerin bazı duyguları, imajları, sembolleri, imgeleri, hisleri harekete geçirdiğini gördüğünüzde terapinin başka alternatif duyusal, düşünsel, sezgisel ve duygusal boyutlarında daha dikkatli olmaya çabaladıklarını görürsünüz.  Gruba hareket önermek, kendi isteğini takip etmek yada risk almak, gruba ne kadar uyacağına karar vermek, kendin ve grup arasında dengede kalmak, bedenimizin neye ihtiyacı olduğunu daha iyi düşünmek öne çıkan öğeler olmaya başlıyor. 

Kısaca DHT yoluyla özel gereksinimli ve otizmli çocuklara yönelik çalışmalar sayesinde bir çok kavramı iyileşme, sağlıklı bir iyi olma haliyle terapatik bir sürecin farklı bir tarzı olarak kafamda yeniden kurulur.  Bütün beden bağlantısallığını düşünmek,  günlük hayatta borçlu olduğumuz nefesi tekrar yerli yerine oturmak, toprakla, yerle köklenme isteğini bir gelişimsel süreçin bir parçası yapmak, niyetimizi netleştirmek, hareketlerin çok yönlü, zengin ve karmaşık yönlerini düşünmek, içimiz ile dışımız arasındaki ilişkilerin anlamını öğrenmek, hareketin işlevsel ve ifadesel özellikleri yakın ilişki içinde olduğunu anlamak, etkin ve aktif hareketler oluşturmak için neye ihtiyacımız olduğunu keşfetmek, bedenin kendini tazelemesi ve hareket canlılığını sürdürmesi için kullandığı doğal bir döngü olan gayreti toparlamak, hareketin  cümleler halinde gerçekleştiğini deneyimlemek, hareketlerimizin de yaşam gibi, tamamen kişisel bir yolculuk, bir macera olduğuna tanıklık etmek bu süreçte üzerinde düşünmek önemli hale gelir. (Garcia ve Plevin, 2002, s.25-43). 

Beden asla yalan söylemez. Eğitim terapi ortamı iki kişiliktir. Terapiste oradadır ve terapistin bedeni de çocuğun bedeninde yankılanır. Bu süreç terapiste de çok farklı bir süreç ve yeni bir farkındalık evresine denk gelir. Bu farkındalık evresinde imgelem dünyamız, beden ve ruh bağlantılarım yeniden şekillenir. Yeni ve farklı hareket paternleri kazanıyor, alışkanlarımızla yüzleşir ve yeni olan bazı ilişkilerle yüzleşmek zorunda kalırsınız. Çünkü ortada ayna nöronlar, nöroplastite, bedenin nörobiyolojik işlevselliği, sağ beynin örüntülerinin tekrar işlenmesi, özerklik, öznelerarası ilişkisel farklılıkların ve psisikosomatik deneyimlemenin farklı alanlarında yeniden bir düşünme,hissetme ve deneyimleme olacağı bulursunuz. 

Evet bir süreci kelimelerin diline döküp, deneyim sürecini kısa bir video sunuma aktarmanın zorluğunun farkında olarak ve kafanızda bazı soru işaretlerini beraberinde getirdiğini varsayarak ve bunlar için farklı alanlara buluşmalar içinde olduğumuzu bilmenizi isteyerek sunumu bitiryorum. Farklı deneyim alanlarında buluşmak üzere diyor ve bana otizmtv.com ve otizmtv sosyal medya platformlarından ulaşabileceğinizi söyleyerek sevgiler sunuluyorum. Son sözüm: 

Başka bir terapi mümkündür. 

AYŞE HÜMEYRA BİÇERExploration of the nutritional status and behaviours of some overweight and obese children with autism spectrum disorder in istanbul and the reasons of high body-mass indices in these children İstanbul’daki bazı kilolu ve obez otizmli çocukların beslenme durum ve davranışları ile sahip olunan yüksek beden kitle indeksinin sebeplerininin incelenmesi
ARZU ÇALIŞKAN DEMİROtizm spektrum bozukluğu tanısı alan çocuklarda beslenme davranışı, ebeveyn besleme tarzı ve antropometrik ölçümler Anthropometric measurements, children feeding behaviour and parent feeding style in childrens diagnosed with autism spectrum disorders
AYŞE NUR KAYNAROtizm spektrum bozukluğu olan çocuklarda beslenme durumunun belirlenmesi Determination of nutritistional status in children with autism spectrum disorder
ÇAĞLA ÇELİKKOL SADIÇOtizm spektrum bozukluğu tanılı küçük çocuklarda iştahı düzenleyen hormon düzeylerinin değerlendirilmesi Evaluation of appetite-regulating hormones in young children with autism spectrum disorder
DİLHAN ADIGÜZELOtizmli çocukların anne sütü alım sürelerinin ve beslenme süreçlerinin erken tanı ile olan ilişkisinin incelenmesi Investigation of the relation between the breast milk intake period and nourishment process in early diagnosis of children with autism.
ECEM ŞAHİNOtizmli çocukların beslenmesi ve ailelerinin tutumu Nutrition of chldren wth autism and attitude of their families
FATMA KILIÇOtizm spektrum bozukluğu olan çocuklarda beslenme durumu ve uyku durumunun duyu profili ile ilişkilendirilmesi The relationship with sensory profile and nutritional status, sleep status in children with autism spectrum disorder
GÜLSÜM YILDIRIMOtistik çocuklarda otizm ve beslenme düzeyinin incelenmesi Autistic children investigation of autism and nutritional level
GÜLAY BAKLAOtizmli çocuklarda gastrointestinal sorunların önlenmesinde eğitimin etkinliğinin incelenmesi Evaluation of effectiveness of training in prevention of gastrointestinal problems in children with autism
HALE GÖK DAĞIDIRSerebral palsi ve otizmli çocuklarda beslenme alışkanlıklarının gösterilmesi ve biyokimyasal yaklaşımlarla değerlendirilmesi Signation of dietary habits in children with autism and cerebral palsy and its evaluation with biochemical approaches
MERVE ESRA ÇITAROtizm spektrum bozukluğu olan bireylerin beslenme durumu ve diyet antioksidan kapasitelerinin değerlendirilmesi Evaluation of nutrition status and diet antioxidant capacity of individuals with autism spectrum disorders
NUR ATEŞOtizmli çocuk ve adölesanlarda öğün davranışı ve beslenme durumu ile annelerinin ortoreksiya eğilimlerinin değerlendirilmesi The evaluation of meal time behaviours and nutritional status in children and adolescents with autism and orthorexia tendency of their mothers
NUR SENA ÖZTipik gelişen ve otizm spektrum bozukluğu olan çocukların yeme davranışları ve ebeveynlerin yemek zamanı tutumlarının arasındaki ilişkinin incelenmesi Analysing of the relationship between the eating habits of the children WHO has typical development and autism spectrum disorder with attitudes of the parents at mealtime
PINAR BAŞAR ŞENYILMAZOtizm spektrum bozukluğu ve down sendromu olan bireylerde oral motor beceriler ve beslenme problemlerinin incelenmesi The investigation of oral motor skills and feeding problems in individuals with autism spectrum disorder and down syndrome
ZEHRA BAT6-15 yaş arası otizm spektrum bozukluğu olan çocukların beslenme durumunun değerlendirilmesi Assestment of the nutritional status of children age of 6-15 with austism spectrum disorder

Ticari tıbbın önde gelen özelliği, tetkik yaptırmada ve ilaç kullanmada abartıdır. Doğru olan, başvurana ayrılacak yeterli bir süre içinde önce anamnez almak (hastanın derdini etraflıca sorup dinlemek), ardından yapılacak etraflı bir fizik muayeneyle tanıya yaklaşmak veya varmaktır. Yeterli emek ve zaman veren iyi bir hekim, bazen hiç tetkik istemez bazen gerekli olanların en azıyla yetinir. Tanı ne kadar kesinse tedavi de o kadar basitleşir. Söz konusu olan ilaç tedavisiyse, iyi hekimlikte esas, en az sayıda ilacı en az dozda kullanmaktır. Çünkü, bedene zarar vermeyen ve yan etki yapmayan ilaç yok gibidir.

Hastayı müşteri veya savılması gereken herhangi bir nesne olarak gören ticari tıpta hekim daima az sayıdadır, zamanı ve emeği kıymetlidir; hastalar ise daima çoktur, verilenle yetinmesi gereken ve üstelik üzerinden en çok kâr elde edilecek nesnelerdir. Ticari tıp evrenseldir; günümüzde kapitalizmin baskın tıp anlayışıdır. Ticari tıp hem kamusal sağlık kurumlarında hem özel sağlık kurumlarında egemendir.

Ticari tıpta verilen her sağlık hizmetinin, kullanılan tüm malzemelerin, cihaz ve ilaçların, sağlık kurumlarının fiziksel mekânlarından yararlanmanın ve en önemlisi de zamanın bir maddi karşılığı bulunur. Arz, talep, zaman, hizmet, kâr denkleminde hastanın tanısına en kısa zamanda varılması, tedaviye geçilmesi, bu aşamada en yüksek düzeyde para kazanılması gerekir. Böyle bir sistemde tıp biliminin ve uygulayıcılarının ilaç şirketlerinin güdümüne girmesi kaçınılmazdır. Tıp bilimi genelde kapitalizmin, özelde ilaç şirketlerinin, cihaz üreten firmaların, sigorta kuruluşlarının ve alana en az para yatırmak isteyen devletlerin denetimindedir.

Bilimsel tıp nerededir peki? Ütopik ideal tıpla (sosyal tıpla) ticari tıp arasında bir yerlerdedir. Kimi kez etik tıbba yaklaşır, çoğun ticari tıbba daha yakındır. Okuyucunun az çok bildiği bu gerçekleri sadece önemli olduğu için anımsatmak istemiyorum başta. Konuya, sorunun esası olarak gördüğüm gerçeklikten girmeyi bilerek seçtim.

Sağlıklı yaşam için neler yapılması gerektiğini pek çok insan biliyor. Hastalıklardan korunmak ve kurtulmak için sağlıklı beslenmek şart örneğin. Gerçi o noktada da (sağlıklı beslenme konusunda) büyük görüş farklılıkları mevcut; fakat konuyu öğrenip iyi bir yol tutturmak her zaman mümkün. Hareketli yaşamak ve egzersiz yapmak gerekiyor. Havadan ve gıdalarla alınacak zehirlerden olabildiğince uzak durmak gerekiyor. Sigara içmemek, fazla alkol kullanmamak… Bunlar biliniyor da uygulayan kim? Çok küçük bir azınlık. Ondan sonra gelsin kalp-damar sorunları, kanser, bin bir çeşit öldüren, süründüren hastalık.

Devletlerin, toplumların ve doktorların genel yaklaşımı da şu: Hastalıkları önlemek ve uzun dönemde onlardan kurtulmak için emek, eğitim ve denetim gerektiren çalışmaları boş ver! Hasta karşına gelmişse, dayan ilacı ve en kısa zamanda şikâyetini gider. Hem sen kazanırsın hem zamanını ekonomik kullanırsın hem de ilaç şirketin kazanır, sigortan kazanır. Hastaya uzun dönemde sonuç alacağı birtakım şeyleri anlat anlat nereye kadar? Söylersin söylersin ter dökersin, bir kulaklarından girer ötekinden çıkar; yüzde doksanından fazlası dediklerini yapmaz. Öyleyse gelsin ilaçlar!

Psikiyatri alanı ve ruhsal sağlık konusu da farklı değil aslında. Ruhsal sağlığın korunup geliştirilmesi için neler yapılması gerektiği de biliniyor. Bunun için yabancılaşma sorununu halletmiş, sevgiye ve saygıya dayanan bir toplum yapısı örmek şart: Zorda kalana hemen yardım edilmesini garanti altına alacak bir dayanışma duygusu… Bunu sağlamak insanlara spor yaptırmaktan da zor. Çünkü bir sistem sorunu. Kapitalizm, insanların birbirlerinin kafasını ezerek yükselmesini öngören, bunu yapmayanları cezalandıran bir düzen. Böyle bir toplumda ruhsal sağlıktan eser bulmak mucize. O zaman insanların büyük ya da küçük gruplar kurarak, adacıklar yaratarak, topluma, sisteme rağmen ayakta kalmaları seçeneği kalıyor geriye. Bu da yapılamıyorsa kişisel olarak her şeye karşın güçlü kalabilme… İnsanın her bakımdan kendini geliştirmesi, eğitmesi, her türlü zorluğa karşı ruhsal bakımdan silahlanması… Bunlar da her zaman herkes için olası değil. Sonuç: Yüzde ellilere varan depresyon patlaması, artan nevrozlar, uyuşturucu ve alkol bağımlılıkları, kişilik bozuklukları…

Herhangi bir psikiyatr, kısıtlı bir zamanda önüne gelen hastaya en kısa zamanda tanı koyup tedaviye geçmek zorunda. Tanı-tedavi için, hastaya yol göstermek için, çevre düzenlemeleri için, psikoterapi için ne kadar çok zaman harcarsa kendinden o kadar çok şey vermiş olacak; hastanın şikâyetleri de belki o kadar ayak direyecek. Az veya orta paralı hastalarla çalışan kısıtlı zamanlı çoğu psikiyatr, bu durumda öncelikle ilaç tedavisine yönelecektir. Böyle bir durumda böyle bir yönelimin getirileri her bakımdan yüksektir.

Buraya kadar anlattıklarımdan tıpta ya da psikiyatride ilaç tedavisine sıcak bakmadığım sonucu çıkarılabilir. Gerçekse bunun tersidir. Tıpta ve psikiyatride ilaçları fazlasıyla önemseyenlerden biriyim. Fakat ticari tıbba göre değil, bilimsel tıbba göre; ancak gerektiğinde, yeteri kadar ve en az sürede kullanıldığı takdirde. Hastaya verilen emek oranında, ilaç tedavisine duyulan gereksinimin azalacağına inananlardanım. Başka deyişle -eğer zamanınız varsa- çok psikoterapi en az ilaç ideal olandır.

Hiç ilaçsız yapılabilir mi? Böyle bir şey mümkün değil. Neden mümkün olmadığını az ilerde tartışacağım. Bırakın hiç  ilaç  kullanmamayı, içinde bulunduğumuz koşullarda ne yazık ki az ilaç kullanmak da çoğu durumda mümkün değil. Karşınıza bir akıl hastası getirilmiş. Aile koşulları çok kötü, onunla ilgilenebilecek yakınları yetersiz; mecbursunuz, az ilaç kullanamazsınız. Hastaneye yatırmanız gerekli. Bir serviste elli hasta var, bir hemşire bakıyor hepsine. Mecbursunuz, az ilaç veremezsiniz. Poliklinikte depresyonlu bir kadınla karşılaştınız. Yeterli vakit ayırabilseniz belki ilaçsız idare edebilecek, düzelecek. Fakat haftalar boyu bu konu üstünde çalışmanız gerek. Buna rağmen başarı şansınız düşük. İkide bir dayak atan kocasına nasıl katlanması veya katlanmaması gerektiğini anlatmanız, onu eğitmeniz aylarınıza mal olabilir, üstelik büyük olasılıkla yine başarısız kalacağınızı da şimdiden kestiriyorsunuz. Ama depresyonu devam ettikçe sorunlar daha büyüyor, ya intihar çıkacak sonuçta ya cinayet veya en azından bedensel sağlık da güme gidecek. O zaman mecbursunuz ilaç vereceksiniz, hem de yüksek doz vereceksiniz. Yine de buradaki denklem şudur: Ne kadar ilaç dışı destek varsa ilaç gereksinimi o kadar düşer.

Evet, hiç ilaçsız yapılabilir mi? Burada psikiyatride ekol farklılıkları sorununa dalmış bulunuyoruz. Kişisel olarak organik-biyolojik psikiyatriyi çok önemseyen ve onun ilkelerini önde tutan bir anlayıştayım. Bu psikoterapinin önemini hiçbir şekilde dışlamıyor. Esas olan bozulmuş organik sistemi düzeltmektir, somatik ve ruhsal tedaviler burada birlikte yürütülür. Psikoterapi olarak da en kısa yoldan sonuç alıcı, başarı düzeyi en yüksek ve en somut terapi şekli olan bilişsel psikoterapiye (kısmen de davranışçı yönteme) saygı duyuyorum. Başvuran kişiye sorunuyla ilgili ayrıntılı bilgi vermek ve süreç içinde durumu denetleyip bilgileri pekiştirmek bile başlıbaşına terapidir, etkili bir terapidir; ama tabii ki çoğu durumda tek başına yeterli değildir, psikoterapi bu ölçüde basit değildi.

Psikiyatrik hastalıklarda da bozulan değişik psikiyatrik hastalıklarda değişik oranlarda olmak üzere bedendir; daha doğrusu onun içindeki özelleşmiş organ olan beyindir. Birçok hastalıkta, beyinde bozulanın ne olduğu maddeten gösterilebiliyor artık. Bundan kırk elli yıl önce beyindeki belli, gösterilebilir maddi bozukluklardan kaynaklanan psikiyatrik hastalıklara “organik akıl bozukluğu” denirdi. Beyindeki kaynağı kesin biçimde gösterilemeyen hastalıklara da “işlevsel bozukluk”… Şimdi artık işlevsel bozuklukların (depresyonun, panik atağın, psikozların vb.) beyinde ne tür bir arızadan kaynaklandığı biraz kabaca da olsa biliniyor ve verilen tedaviler de bunları düzeltmeye dönük işlev görüyor. Öte yandan birçok hastalığın ne tür genetik bozukluklardan kaynaklandığı da açığa çıktı. Belki beş on yıl içinde hemen hepsinin hangi gendeki bozukluktan kaynaklandığı gösterilecek.

Elbette tüm bu nesnel gelişmelere karşın, klasik psikolojizmde ayak direyenler hâlâ hâkim. Büyük bir sektör bu. Çok kişi ekmek yiyor; bazıları çok fazla ekmek yiyor. Diyorlar ki o kesimden insanlar, ne kadar organik kanıt gösterirseniz gösterin, ruhsal olan belirleyicidir. Ruhsal olandan kastettikleri kişinin yaşam olayları, ailesi, yetişme çevresi, çevre koşulları, cinsel tecrübeleri vs. Yaşam olaylarının olumlu-olumsuz etkisi zaten inkâr edilmez. Fakat hangisi belirleyicidir? Önce beyinde bir bozukluk mu var ya da beyinde bozukluk sonradan bir şekilde oluşuyor ve kişinin davranışlarını ve çevre ilişkilerini mi belirliyor; yoksa gerçek bunun tam tersi mi? Örneğin depresyona yol açan şey öncelikle beyinde bazı biyokimyasalların az üretimi mi; yoksa kişi önce bazı ruhsal travmalara uğruyor, üzüntülerle karşılaşıyor, sonra mı beyin biyokimyası bozuluyor? Klasik psikolojizmi izleyenler tereddütsüz ikincisine kıymet veriyorlar. Oysa pek çok durumda organik olanın belirleyiciliği ve öncelliği çok zor reddedilebilecek bir gerçeklik.

O noktada benim kanım şu: Psikiyatrik bozukluğun şiddeti ne kadar yüksekse (örneğin psikozlar, majör depresyonlar, ağır kişilik bozuklukları) genetik etmen ve dolayısıyla beyindeki bozukluk öncel belirleyicidir. Daha doğrusu, ağır beyinsel organik bozukluklarda (güçlü genetik eğilim taşıyanlarda) kişinin psikiyatrik bir klinik tablo göstermesi çevre koşulları, yetişme şartları ne olursa olsun kaçınılmazdır. Böyle kişilerde uygun çevre koşulları, ağır gitmeyen yaşam olayları, koruyucu ve tedavi edici girişimler hastalığın ortaya çıkışını engellemiyor, sadece onu hafifletiyor. Ama kişinin beynindeki psikiyatrik olarak araz oluşturabilecek bozukluk, ister genetik yönden ister güncel biyokimyasal bakımdan hafifse, kişinin yaşam olayları, çevre, aile koşulları, eğitim düzeyi belirleyici oluyor. Başka bir deyişle psikiyatrik bir bozukluk ağır seyrediyorsa organik etmen büyük olasılıkla başattır, önceldir. Böyle durumlarda psikoterapinin yanında ilaç tedavisi uygulanması da kaçınılmazdır.

Daha somutlarsak, dünyada insanların büyük çoğunluğu ağır yoksulluk ve yoksunluk koşullarında, ruh sağlığını ciddi biçimde tehdit eden olaylarla karşılaşarak yaşıyor. Bunların bir kısmında, diyelim yarısında klinik yönden tedavi gerektiren depresyon ortaya çıkması anormal değil, normaldir. Lakin tüm bu koşullara karşın psikiyatrik yönden tamamen normal kalabilenler de azımsanmayacak bir orandadır. Ama “majör depresyon” dediğimiz türde çok ağır seyreden bir depresyon varsa kişide, orada genetik, biyokimyasal, organik etmen çok büyük bir ihtimalle önceldir, esas belirleyicidir. Böyle bir ağır depresyon olgusu tedavinin başlarında psikoterapiye hiç uygun değildir. Birçok akut psikozda görüldüğü gibi. Tek seçenek bedensel tedavidir.

Az ilaç bol psikoterapi dedik ya, pratikte bunu uygulayanlar iyi hekimdirler, diye bir şey de söyleyemeyiz. Neden mi? Daha çok özel işyerlerinde görüldüğü üzere bu ilkeyi uygulayan pek çok psikiyatrın hitap ettiği hasta kitlesi zengin hastalardır. Saati 150-250 YTL’den yeteri kadar müşteriniz varsa bu koşullarda bol psikoterapi, “az veya yok ilaç ilkesi” uygulayabilirsiniz. Ama bu sizin ille de iyi hekim olduğunuz anlamına gelmez. Hastalarınıza, aldığınıza karşın ne oranda iyileşme verdiğiniz önemlidir esas.

Şimdi, psikanalitik veya psikodinamik yönelimli psikiyatri hakkında bazı şeyler söylemek istiyorum; zorunludur: Genel anlamda az ilaç, bol psikoterapinin daha uygun olduğunu söyledik ya, tam da bunu yapan psikanalistler iyi psikiyatriyi, bilimsel psikiyatriyi mi temsil etmektedir? Kanımca gerçek, bunun tam tersidir. Freud kaynaklı psikiyatrinin tümüyle bir safsata, bir sahte bilim olduğuna inananlardanım. Psikiyatrik bozuklukların oluşumuyla ilgili olarak söz konusu kuramın neredeyse tüm önermeleri hurafeden ibarettir. O yüzden bol psikoterapi yapan her meslektaşın iyi hekim olduğunu söylemek çok zordur. Başlangıçta söylediğimiz bir beklentiye tam paradoks bir gelişme. Birçok psikanalist, ilk görüşme bir yana, ardından on görüşme geçtikten sonra bile belirgin bir tanı koymaya yanaşmaz. Tedavi süreci de aylara değil yıllara yayılmıştır. Başka bir yaygın hastalık olarak terapi gelişmiştir artık. Böyle bir psikiyatri anlayışının büyük çoğunlukla ticari tıbbın bir parçası sayılması gerektiği açıktır.

Buna karşın, hastalarının pek memnun kaldığı çok fazla sayıda psikanalist bulunduğunu inkâr etmiyorum. Buna da hiç şaşmamak gerekir; insan budur. Öte yandan, içlerinde gerçekten, yani nesnel bakımdan da hastalarına yararları dokunan hekimler az değildir. Bazılarının iyi hekim, iyi psikiyatr olduklarını da yadsımıyorum. Bunun nedeni, kuramın saçmalığı, uygulamanın tuhaflığı bir yana, terapistin hastaya gösterdiği ilgidir. Verilen emektir. Ayrıca, hiçbir dişe dokunur şey yapılmaması bile, terapi sürecinin önem verilen bir iş, aktartılan hisler olarak kendisidir.

Nöroloji-psikiyatri-psikoterapi üçlemesinin kendi içindeki ilişkilerine, bağlantılarına gelince: “Nöroloji”yi başlıbaşına ayrı bir disiplin sayıyorum. Ağırlıklı olarak ruhsal arazlarla kendini göstermeyen tüm organik sinir bozuklukları onun konusuna giriyor (cerrahi olanlar haricinde). Uyku ve epilepsi gibi ortak konularımız da var. Bu türden hastalıklarda ruhsal, psikolojik araz ne kadar öndeyse, psikiyatriye ağırlıklı olarak girer sorun; ruhsal araz gerideyse, tümüyle nörolojinin konusudurlar. Psikiyatri ise hem organik etmene hem psikoterapiye (bunun  gerçekten  bilimsel  olanına) yoğunlaşmak  zorundadır.  Psikoterapiden hiç anlamayan psikiyatrist tipi, güzel bir tip değildir. (Sadece özel bir dalda çalışmıyorsa, genel hastalara bakıyorsa…) Psikiyatrist olmayan psikoterapistlerin psikiyatrik bozukluklara müdahalesi ise alan ihlali yapılmaksızın, belli ilkelere uyularak, her şeyden önce profesyonellerin kendi öz denetimleri çerçevesinde yürütülmelidir.

Son olarak psikiyatrinin anormalleri normalleştiren, tepkileri yatıştıran bir kurum olarak gerici bir düzen kurumu olduğu eleştirisine değinmek isterim. Bu eleştiride kısmen haklılık payı vardır. Ancak, tüm tıp için ve hizmet sektöründeki hatta üretimdeki her iş için geçerli sayılabilir aynı eleştiri. İnsanlar hastalansınlar, ölsünler, tedavi etmeyelim; insanların yaşamını kolaylaştırmayalım, zorlaştıralım; bunalıma girsinler, toplum krize girsin ve böylece sisteme karşı bilinçlenme artsın yönünde düz mantığın eseridir psikiyatriyi topyekûn düzen kurumu kabul eden eleştiri. Şu unutulmamalıdır, kişisel veya toplumsal krizler her zaman bilinç ve devrim üretmiyor; genellikle daha kör bilinçsizlik, saldırganlık ve faşizm üretiyor.

Dr. Kaan ASLANOĞLU

Dr. Kaan Aslanoğlu 1959 doğumlu, 1984 Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezunu. 1990 yılında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde psikiyatri uzmanı oldu. Yirmi yıl aktif hekimlik yaptıktan sonra şimdi daha çok yazarlık yapıyor. 10 romanı ve 6 inceleme kitabı var. İnceleme kitapları: Yanılmanın Gerçekliği, Politik Psikiyatri, Futbolun Psikiyatrisi, Memleketimden Karakter Manzaraları, Psikiyatri Elkitabı, 5. Sanattan 5. Kola: Orhan Pamuk. Ayrıca “insan doğası ve sosyalizm”, “Evrim süreci ve insan”, “kişilik ve genetik belirlenim” en çok üstünde durduğu konulardır.

Bu yazı Bilim ve Ütopya’nın ocak 2009 sayısında yayımlanmıştır.

Kaynak : https://bilimveutopya.com.tr/ticari-psikiyatri-bilimsel-psikiyatri


 

Dr. Ali Algın KÖŞKDERE Psikiyatr

Psikanaliz başlangıçta bir tedavi yöntemiydi ve histerik hastaların anlaşılması ve tedavi edilmesi üzerinde çalışılmıştı. Histerik nevrozlu hastalar hem Charcot’unun hem Breuer’in dikkatini çekmişler, sonra da Freud’u etkilemişlerdi. Freud, Anna O vakasını Breuer’den 1882’de dinlediğinde nöropatoloji ile ilgileniyordu. 1885’te Salpetriere’de Charcot ile patolojik anatomi çalışmaya gitmiş, orada histeri ve psikolojik etyoloji ile tanışmıştı. Sonra Freud histerik hastaların tedavisi üzerinde çalıştı ve histerik felç tedavisi için psikanalitik yaklaşımı geliştirdi. Freud bir süreliğine, çocuklukta yaşanmış ve travmatik olan bir cinsel ayartılmanın erişkinlikte histeriye neden olduğunu düşündü. Sonrasında, bastırılmış travmatik anıların bütünleştirilmeden zihinde ayrı tutulduğunu ve bedensel anımsamayoluyla bedensel bir belirtiye dönüştürüldüğünü anladı. Düşler üzerine yaptığı araştırmalar ve düş çalışmasını tanımlaması ile bedensel belirtiye dönüştürme (konversiyon) mekanizmasına benzer bir işlemlemeyi düşlerde ayrıntıları ile gösterdi. Bedensel belirtiye dönüştürmedeki gibi düşlerde yoğunlaştırma, yer değiştirme, simgeleştirme ve sansür aracılığıyla ortaya çıkan bir çarpıtma, örtme ve kılık değiştirme vardı. 

Ruhsal gelişim kuramı
Freud ve arkadaşları psikanaliz uygulaması yaparken hastaların seanstaki psikolojik gerileme içinde sık sık geçmişlerine ve çocukluklarına gittiklerini gördüler. Çocukluk yaşantısının ve deneyimlerinin insan psikolojisindeki yeri kavrandıkça psikanalistler çocukların ruhsal gelişimini daha çok merak etmeye başladılar. Freud, kendisine başvuran bir babanın anlattıkları üzerinden oğlunu tedavi etti ve bunu ‘Küçük Hans Vakası’ olarak yayımladı[1]. Anna Freud, Melanie Klein, Donald Winnicott ve Margaret Mahler gibi öncü psikanalistler çocuk psikanalizine odaklandılar. Çocukların ve ergenlerin psikanalizden geçmesi ve onların ruhsal gelişimi üzerinde psikanalitik araştırmaların yapılması, psikanalitik açıdan ruhsal gelişimin daha iyi anlaşılmasını sağladı. Freud’un psikoseksüel gelişim evreleri, Klein’ın şizo-paranoid ve depresif konumları, Anna Freud’un benlik[2] ve savunma mekanizmaları, Winnicott’ın anne çocuk ilişkisi üzerine kuramı, Mahler’in ayrılma bireyselleşme kuramı psikanalitik açıdan ruhsal gelişimi açıklar. Zamanla psikanaliz, farklılıkları olan ve birbirini tamamlayan ruhsal gelişim modelleri ortaya koydu.  

Zihinsel yapı kuramı
Psikanaliz aynı zamanda bir zihinsel yapı kuramıdır. Freud ruhsallığın dinamiklerini araştırırken öncedürtü kuramını (libido ve saldırganlık dürtüleri), sonra yerleşimsel kuramı (bilinçaltı-önbilinç-bilinç) ve daha sonra yapısal kuramı (altbenlik[3], benlik ve üstbenlik[4]) geliştirmiştir. Freud’un ölümünden sonra benlik psikolojisi oldukça geliştirilmiş, bu sırada kendilik[5] daha iyi anlaşılmış ve kendilik psikolojisi ortaya çıkmıştır. Aynı zamanlarda kendilik ve nesne ilişkileri kuramı insan zihninin farklı yönlerinin açıklanmasını sağlamıştır. 

Bu kuramlar sayesinde bir kişinin zihinsel yapısı ve gelişim düzeyi anlaşılabilir. Böylelikle normal bir ruhsal yapılanma normal olmayandan, ya da gelişmiş olan gelişmiş olmayandan ayırılabilir.

Yorumlama kaynağı
Bu kuramlar terapiste yorumlama yeteneği kazandırırlar. Bu sayede farklı terapi yöntemleri uygulanırken elde edilen veriler psikanalitik kuramlar ışığında yorumlanabilir. Psikanaliz bu yönüyle sanatla terapi, psikodrama, grup terapisi gibi birçok terapi yöntemine kuramsal bir kaynak sağlar.

Anlama aracı

Psikanaliz baştan beri yalnızca bir tedavi yöntemi değildi. Artan bilgi ve deneyimle birlikte insanı ve ilişkilerini anlama gücü ve derinliği iyice arttı. Zaten psikanalistler yalnızca hastalarla çalışmazlar. Kendisini, iç dünyasını anlamak isteyen herkes bir psikanaliste başvurabilir. 

İnsanın kendi kendine kendisini anlama yetisi sınırlıdır. İnsan, bir ilişki içinden doğduğundan kendisini ancak bir ilişkinin içinden tanıyabilir. Bu ilişki; yakın, içten, özgür ve uzun süreli olmalıdır. Bunun yanında insan düşünerek kendisini tam olarak tanıyamaz. Konuşması ve düşüncelerini söze dökmesi, daha derinden bir kavrayış sağlar. Seanslarda insanın konuştukları üzerine düşününce şaşırdığı olur. 

Psikanaliz bu açılardan özel bir ortam sağlar. Haftada 3-4 seans sıklıkla yapılan görüşmeler ile özel bir yakınlık sağlanır. Aynı zamanda bu yakınlık sıkı kurallar ile korunur. Analist ile yalnızca seans odasında görüşülür. Hatta divana uzanan analizan[6] analisti göremez bile. Görmesi engellenerek hayal gücü özgürleştirilir. Analizanın özgürce, aklına gelen her şeyi anlatması istenirken konuşma eyleminden başka her türlü eylem yasaklanır.

Her psikanalist önce kendisi analizden geçer. Sonra bir psikanaliz derneğinden eğitim alır. Tüm bu öğrenim sürecinin deneyimi ile psikanalist analizanının anlattıklarını ve analizan ile aralarında yaşananları yorumlar. Yorumlar, analizanın kendisini daha farklı tanımasını, bilinçdışında kalan bilgilere ulaşmasını sağlar.
 

Tedavi süreci

Psikanalizin tedavi edici etkisine dönersek bu etkiden iki biçimde yararlanılır. Günlük işlevselliği bozulmamış, uygun hastalar divana uzanırlar ve klasik psikanalitik yöntem kullanılır. Daha ağır ve klasik psikanalize uygun olmayan hastalarla ise yüz yüze görüşülür. Bu biçimdeki sürece psikanalitik psikoterapi denir.

Psikanalitik bir tedavinin nasıl olduğu teknik bir konudur. Bu yüzden olabildiğince basitleştimek ve anlaşılır kılmak için psikanalitik psikoterapiyi iki ana kavram üzerinden açıklayacağım: Benlik ve kendilik kavramları.

Benlik kavramını her insan bilir ve bu bilginin bir kısmı bilinçdışındadır, farkındalık azdır. Benlik ve onu tamamlayan kendilik kavramları psikanaliz ile oldukça açığa kavuşturulmuştur. Bu iki kavramın gelişimi ve anlaşılması 100 yıldır sürmektedir. Ruhsallığın anlaşılması kişisel olarak da yıllar alır, zaman ister.

Benlik

Benlik yani ego, insanın ruhsal yapısının ana unsurudur ve kişinin “ben” demesiyle ilişkilidir. “Ben” zamiri kullanılan durumlara bakarsanız benliğin nasıl bir ruhsal aygıt olduğunu anlayabilirsiniz. Günümüzde ego, egoist kelimesi ile bencil ve kendini düşünen olarak dilimize yerleşmiştir. “Egolu” diye kullanıldığında kendini gösterme iddiasını taşıyan bir kendini beğenme, büyüklenme anlamı taşır. Psikolojideki benliği düşünürken benlik iddiasının yüksek olmadığı, kişinin kendisini tanımladığı sıradan durumları aklınıza getirmelisiniz. “Ben yüzebilirim. Ben meyve yemeyi severim. Ben onu başarılı buluyorum” gibi ben zamirini içeren cümleler benliğin ne olduğu konusunda bize ipucu verirler.

Psikanaliz benliği tanımanın, işlevleri aracılığı ile olabileceğini bulmuş ve üç ana işlevi olduğunu saptanmıştır: Algılama ve yorumlama, kaygılara karşı savunmalar geliştirme ve ilişkiler kurma ve sürdürme.  

Algılama ve yorumlama

Benlik; iç ve dış dünyadan gelen verileri algılar, yorumlar, kategorize eder ve depolar. Benzerlikleri ve zıtlıkları bularak kendisini ve dış dünyayı tanıyışını, kavrayışını güçlendirir. Parçaları bir araya getirerek bütünler, yeni sentezler oluşturur. Bu sırada hangi verilerin dış dünyadan hangi verilerin kişinin iç dünyasından geldiğini ayrıştırır. Algılamaların ve akla gelenlerin bir düşünce mi yoksa dış dünyanın bir algılanışı mı olduğunu değerlendirir. Psikiyatride gerçeği değerlendirme yetisi denen bu yeti, benliğe güç verir. Gücün kaynağı, dış dünyanın algılanışı sayesinde gelişen iç dünyanın yeni düşünce ve yaratılar oluşturabilmesidir. Böylelikle insan iç dünyasında yarattıkları ile dış dünyasını şekillendirebilir. Örneğin insan önce sandalyeyi öğrenir, sonra farklı sandalyeler görür, bunları sandalye kategorisinde zihninde biriktirir. Tanıdığı sandalyeleri iç dünyasında düşünerek yeni bir sandalye hayal edebilir, bunu üretebilir. Ya da bir sandalye çizmesi istendiğinde bildiği tüm sandalyelerin bir sentezini çizebilir. Çizdiği sandalye genellikle her gün kullandığı sandalye bile olsa çizdiği anda artık bu onun ürettiği bir sandalye olur. Dışarıdaki bir nesne iç dünyanın nesnesi haline gelmiş, değiştirilmiş ve sonra dışarıya yansıtılmıştır.

Gerçeği değerlendirme yetisinin bozulması benliği o kadar güçsüzleştirir ki, kişi hiçbir şey yapamaz hale gelir. Bu durumun en uç örneğini şizofrenlerde görürüz. Gerçeği gerçek olmayandan ayırt edemedikleri için benlikleri güçsüzleşir, dünyayı ve iç dünyalarını algılamaları bozulur. Bir işte çalışmakta, arkadaşlık kurmakta, yeni bilgileri öğrenmekte çok zorlanırlar. Ancak yakınlarının desteği ile yaşayabilirler. Şizofreni ağır psikiyatrik hastalıklardan biridir. Şizofreninin anlaşılmasında psikanalitik bilgiden yararlanılsa bile tedavisinde ilaçlar ve farklı tedavi araçları kullanılır.

Kendini algılama ve yorumlama 

Çocuk dünyayı; önce annesi, sonra ailesi, daha sonra öğretmeni ve okul arkadaşları ile birlikte kavrar. Dünyayı algılarken eşyaları kolay öğrenir. Bir isimleri vardır ve görece sabittirler. Hayvanlar daha zor tanınırlar, belirsizlikleri ve saldırganlıkları vardır. En zoru insanlardır. İnsan, diğer yaratıklara göre çok daha değişken, karmaşık ve sınırsızdır. 

Çocuk için çevresindeki insanlar gibi kendisi de bir kişidir. Annesi, babası, kardeşleri ve arkadaşları aracılığıyla kendisini tanır, kendisi hakkında bilgiler edinir. Bu bilgi ve deneyim birikimi ile kendilik denen yapı oluşur. Bir dönüşlülük zamiri olan “kendi”, kişinin kendisine geri dönüşleri ifade eder. Bu geri dönüşler hem kişinin kendisiyle ilgili yargılarıyla hem de çevresinin ona geri bildirimleriyle şekillenir. Örneğin bir dağ gezintisi sonrası kişi rahatlamış ve gezintiden keyif almış ise kendisi hakkında “Ben dağ gezilerini seven ve bunlardan keyif alan birisiyim” izlenimi edinir. Bu izlenimin tam farkında değil ise bir arkadaşının ondaki rahatlamayı ve yüzündeki memnuniyeti görmesi ile ona bunu söylemesi sayesinde farkındalığı artar. Buna benzer deneyimlerin toplamı kişinin kendisini algılaması, tanımlaması ve anlamasında rol oynar.

Bu durumun nasıl bozulabildiğini, hastalığa dönüştüğünü ve tedavi edildiğini kısa bir örnekle açıklayacağım. 

Merve, ilkokul mezunu bir annenin ve mühendis bir babanın kızıydı. Babasının annesini aşağılamalarına tanıklık ederek büyümüştü. Babası annesini, onun gözü önünde sert bir biçimde eleştirir, küçümserdi. Merve de bu küçümsemelerden nasibini almıştı. “Sen bunu nasıl yapacaksın ki? Sen kimsin ki?” gibi sorularla Merve’yle alay ederdi. Bu yaklaşım yıllar içinde Merve’de “Ben beceriksizim.  Zaten sorunlarımı çözemiyorum. Beni kimse beğenmez” biçiminde yargılar ve kendisiyle ilgili şüpheler yaratmıştı. Bu sorunlu ilişki, babası gibi birincil ve önemli bir kişiyle tekrar tekrar yaşanınca kendini tanımlaması bozuk bir temelde ilerlemişti. Babası onun çocuk olduğunu görememiş, kadınları küçümseyici tavrı kızını da etkilemişti. Tüm bunlara abisinin yüceltilmesi, abisine daha çok güvenilmesi ve abisinden gurur duyulması eklenince Merve kendini iyice diplerde hissetmişti. 

Merve’nin geliş şikâyeti erkeklerle arasına sınır koyamaması, sömürülmekten ve aşağılanmaktan korkması, kendine güvenememesiydi. Babasının, annesi ve kendisiyle kurduğu ilişki, annesinin kendini savunabilen bir kadın olamayışı onun kadın-erkek ilişkilerini ve kadınlığı çarpık algılamasına neden olmuştu. Psikanalitik psikoterapi sürecinde onun için travmatik olan geçmişini ve ilişkilerini derinlemesine araştırdık. Bu sırada öfkelerini,  üzüntülerini,  korkularını yeniden yaşadı, ruhsal yaralarını konuşarak sardı. Bu sırada beni babasının yerine koyarak, onu küçümsememden korktu. Bazen de babasının yerine geçerek beni yetersiz gördü ve küçümsedi. Bu durumların geçmişi ile bağlantısını kurunca nasıl etkilendiğini daha iyi kavradı. Yaşadığı sorunlar; ideal erkeklerin uzakta ve hayallerde olduğu, yakınındaki erkeklerin ise yetersiz ve saldırgan olduğu yargısını zihnine kazımıştı. Psikanalitik psikoterapi sırasında bu ayrışmış erkek tasarımları bütünleşerek daha gerçekçi ve ilişki kurulabilir hale gelince yaşamındaki ilişkiler değişti. Merve, kendisi ve kadınlığı ile gurur duyabilir oldu.

Yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi kişinin kendisini ve dünyayı algılamasında yargılayıcı, değersizleştirici, utandırıcı ve suçlayıcı iç sesin güçlü bir etkisi vardır. Üstbenlik denen bu iç ses anne-baba ile kurulan ilişkinin içselleştirilmesi ile oluşur. Zamanla kişinin kendi sesi haline gelir. Daha sonrasında bir ses olmaktan çıkar. Kişi hiç farkında olmadan, bilinçdışından etki etmeye devam eder.

İç dünyanın derinlikleri

Benliğin ikinci işlevi, kişinin iç dünyasındaki duygu, düşünce, hayal ve dürtüleri düzenlemek için savunular geliştirmesidir. Açlık, ağlama ve huzursuzlukla başlayan yaşam, ancak annenin doyurması ve sakinleştirmesi ile sürebilir. Bir açlığı doyurmak için onu anlamak, tanımlamak ve buna göre hareket etmek gerekir. Bu açıdan anne, çocuğun açlığını ve diğer ihtiyaçlarını ilk anlayan ve tanımlayandır. Böylelikle anne, benliğini çocuğu yararına kullanır. Zamanla bu acıkma, anlaşılma ve doyum ilişkisi bir ritim ve düzen kazanır. Böylelikle çocuk önce içinden gelen uyaranın acıkma olduğunu anlar. Annesinin kendisini doyuracağını öngörerek ve hayal ederek bekleyebilir. Doyduğunda sakinleşir, annesine ve öngörebilen zihnine güveni pekişir. Bu süreç, anne-bebek arasında bir uyum içinde ilerlerse anne yavaş yavaş acıkma-bekleme-düşünme-kendini doyurma sürecini çocuğuna bırakır. 

Eğer aralarında bir uyumsuzluk varsa bebek olabildiğince uyum sağlar. Bebeklerin ve çocukların uyum sağlama kapasiteleri çok yüksektir. Çocuk, annesini tanır ve öğrendiklerine göre onunla bir ilişki kurar. Eğer anne, bebeğini çok bekletirse bebek buna uyum sağlamak için açlığını bastırma ve reddetme yolları arar. Örneğin gereğinden fazla neşelilik ve hareketlilik ile ilgi çekmeye çalışabilir. Ya da annesinin ne zaman geleceği ve ne kadar iyi bir anne olduğu ile ilgili hayallerle açlığını bastırmaya çalışır. Eğer anne, bebeği acıkmadan onu yedirirse bu sefer de bebek tokluk hissini bastırarak ve reddederek annesine uyum sağlamaya çalışır. Açlık gibi tokluk da inkâr edilebilir. Eğer çocuğun ihtiyaçları sürekli olarak çocuğa göre değil de annesinin ihtiyaçlarına göre belirleniyorsa zamanla çocukta bir sahtelik gelişir. Çocuk uyum sağlıyor gibi gözükür ama aslında kendi iç dünyasından kopar. 

İsmail, yaşamı boyunca annesinin ondan istediği her şeye uyum sağlamış, annesinin biricik oğlu olmuştu. Annesi, çocukken anneannesinin yanında yaşamasını istediğinde orada kalmış, yurtta kalarak okumasını istediğinde yurda taşınmıştı. Üniversiteyi İngiltere’de okumuş, orada tam bir İngiliz gibi yaşamıştı. Ne yazık ki İsmail üzülse de kendisi gibi babası da bu olanlara itiraz edememiş, İsmail’e özgü, onun istediği ve mutlu olduğu bir alanın sınırları çizilememişti. İsmail yurtta iken yurttaki arkadaşlarının, okulda iken okuldaki arkadaşlarının, İngiltere’de iken İngilizlerin seveceği gibi davranmıştı. Bulunduğu ortamda ilgi ve beğeni alabileceği davranış kalıbını kolaylıkla sergileyebiliyordu. Başvurduğu sırada kendisini sahte hissediyor, yaşamından doyum almıyordu. Mutsuzdu. Gerçekten sevildiğini hiçbir ilişkisinde hissetmiyordu. Ondan istenileni vermede ustalaşmıştı ama kendi iç dünyası ve duyguları ile bağlantısı kesilmişti. Derinlerdeki hüznünü dondurmuş, yalıtmıştı. Bu, onun ilişkilerinde derinlik ve sıcaklık yaşayamasını engelliyordu. Üç yıl süren psikanalitik psikoterapinin sonunda kendi değerleri olan, bilgiyi içselleştirebilen ve ilişkilerinde kendisini gerçek hissedebilen birisi olabildi. Terapisi sırasında ona bir şey önermiyor, onun anlattıklarını ve ilişki kurma biçimini yorumluyordum. Ama o yine de bir psikoterapistin ondan ne bekleyebileceğini tahmin ediyor ve buna yönelik davranışlar geliştiriyordu. Zamanla yaşamındaki ilişkilerinin kendisi için ne anlama geldiğini, hangi gereksinimlerini karşıladığını, nelerden korktuğunu ve nelerden mutlu olduğunu daha iyi fark etti. Sert ve dışlayıcı iç sesi değişti. Mükemmel olmadığında da sevilebileceğini anlayınca mükemmeli yakalamaktaki zorlantısı ortadan kalktı. Kendisinden ve çevresinden beklentileri insani sınırlara çekildi, rahatladı.

Dürtülerin boşalımı ve nesne değiştirme

Çocuklar büyürken beklemeye tahammülü arttıkça, kendine hayır demeyi öğrendikçe ve kuralları benimsedikçe iç dünyasından gelen uyaranları kontrol edebilmeye başlarlar. Böylelikle bir altbenlik oluşur. Bu ayrışmanın sağladığı kontrol ve anlayış, altbenliğin dürtülerden gelen enerjisinin benliği tehdit etmesini engeller. Kişinin iç dünyasını anlaması için özel bir alan açılır. Bazen hayallere dalınabilecek, bazen yüksek ideallere çıkılabilecek özel bir alan.

İç dünyadan gelen uyaranların kontrolü yalnızca bir baskılama içermemeli, uyaranlar hedefini, yolunu değiştirerek ortama uygun bir boşalım yolu bulabilmelidirler. 4-5 yaşlarında yaşanan[7]  tipik örnek çocuğun karşı cinsten ebeveynine âşık olmasıdır. Oğlan annesiyle, kız babasıyla evleneceğini hayal eder. Ebeveynler bunu kabul etmezler ve gülerler. Çocuğa ise gelecekte yaşıtlarından bir sevgilisi olacağı söylenir. Böylelikle çocuk anne-babasına karşı hissettiklerini bastırır ve yaşıtlarından sevgililer bulur. Gelecekteki sevgili için oluşan beklenti hem geleceğine ruhsal bir yatırım yapmasını hem de anne-babası ile özdeşleşmesini sağlar.

Melis dikkat dağınıklığı, derslerine konsantre olamama ve yeme atakları ile başvurmuştu. Ders başarısı üniversiteye başlayınca iyice düşmüştü. Üniversiteye kadar çalışmadan idare etmiş, zekâsını kullanarak başarılı olmuş. Ergenliğe kadar boş vakitlerinde oyun oynamış, hayaller kurmuştu. Büyüyünce bunların yerini diziler ve sanal âlem almıştı. Sorunlu ablasının yanında Melis şirinliği ile babasının ilgisini kazanmış ve ailede özel bir yere sahip olmuştu. Annesine sinir oluyor, kendisini ondan daha zeki buluyordu. Zekâsı ve güzelliği sayesinde rekabet etmeden kazandıklarıyla üniversiteye kadar gelmişti. Lisede kendisinden daha başarılı ve güzel olan arkadaşlarına haset etmiş, bazen onlara duyduğu hasedin yoğunluğu yüzünden aklı başından gitmişti. Üniversiteye geçince rekabet iyice kızışıp ders çalışması gerekince zorlanmıştı. Zorlanınca çocuksulaşıp eve kapanıyor, bir bebek gibi yataktan çıkmadan dizi seyredip paket paket abur cuburu art arda yiyordu. Bu dönemlerde anne-babası yanına geliyor, ona bakıyor, onu toparlıyorlardı. Son zamanlarda babasının daha yakından ilgilenmesi ve annesinin müdahaleleri öfkelendirince Melis iyice bloke olmuştu. 

Terapisi ilerleyince babasıyla yakınlığının onu neden huzursuz ettiğini ve annesine neden bu kadar kızdığını anlayabilmeye başladı. Melis için rekabet etmek ve başarılı olmak riskliydi. Çünkü başarılı bir erişkin olursa annesini alt etme ve babasını elde etme tehlikesi vardı. Beş yaşındaki her kız çocuğu gibi o da annesini yenmeyi ve babası ile daha yakın olmayı hem istiyor hem de bundan kaygı duyuyordu. Melis için bu mesele beş yaşındayken çözüme kavuşamayınca babasının biricik kızı olmak ergenlikte sıkıntı yaratmaya başlamıştı. Bu sıkıntıyı, çocuksulaşmak ya da büyümesini durdurmaya çalışmakla aşmaya çabalamıştı. Çünkü çalışarak ve rekabet ederek başarılı olmak büyümek demekti. Büyüyünce, bir çocuk gibi şefkat görememekten, sınırlanmaktan ve erişkin cinselliğinden korkuyordu. 

Onu başarısız bulmamdan ve beğenmememden endişe etti. Bu endişesi seanslara çok çalışmak istediğini ama yapamadığını sık sık dile getirmesi ve benden çalışma önerileri almak istemesi olarak yansıyordu. Böylelikle babasının yaptığı gibi onunla yakından ilgilenmemi sağlamaya çalışıyordu. Neler yapması gerektiğini elbette biliyordu ama otorite figürleriyle çatışması kendi otoritesini sağlamasını bozuyor ve yaşamını biçimlendiremiyordu. Diğer yandan ders çalışma sorununa odaklanması iç dünyasını ve aramızda olanları görmezden gelmesini sağlıyordu. Bu sorunlarıyla yüzleşince ve bunları derinlemesine çalışınca babası ve annesi ile ilişkisi değişti. Melis’in bir erkek arkadaşı oldu. Onunla ders çalışmaya ve üniversite bitince yapacaklarını planlamaya başladı.

İlişki kurmak

Benliğin üçüncü ana işlevi, ilişki kurmaktır. Bebek doğduğu andan itibaren ilişki kurma yetisi ile doğar. Ağlaması ve gülmesi ilişki başlatma araçlarıdır. Normal şartlar altında her bebeğin ağlamasını duyan, içine alan ve ona titizlikle kendini adayan bir anne vardır. Anneden sonra baba ve kardeşler ile ilişkiler kurulur. Bu ilişkilerin sorunları aşarak sürdürülebilmesi, uzun süreli ayrılıklar, küskünlükler, kırgınlıklar olmaması gerekir. Aile içi ilişkiler sıradan bir denge içinde kalabilmelidirler. Çocuk, ailesinde ilişki kurmanın temellerini öğrenir. Kötülere ve kötülüklere karşı nasıl mücadele edeceğini, iyileri nasıl koruyacağını bu ilişkilerin içinde anlar. Ailenin hemen ardından gelen öğretmen ve okul arkadaşları da aynı işlevi üstlenirler. Bazen ailenin önüne geçer, bazen ailenin eksiklerini tamamlar, fazlalıklarını alırlar. 

İlişkilerin dengeli ve uzun süreli olması insanın kendisini dengeli ve tutarlı hissetmesini sağlar. Anne-baba ve kardeşler ile ilgili çocuğun iç dünyasında tasarımlar oluşur. Çocuk kendisi ve bu tasarımları arasındaki ilişki biçimini zihninde biçimlendirir. Bu tasarımlar ve ilişki biçimleri daha sonra gelecekler için ana kalıplardır. Ergenliğe kadar değişiklikler olur ve sonra ana tasarımlar ve ilişki biçimleri görece kalıcılaşır.

Zihindeki anne ve baba tasarımları fantezilerin ve dürtülerin etkisi altındadır. Çocuk küçükken onun için önemli olan doymak ve açlıktan uzak durmaktır. Doyup mutlu olunca annesini iyi anne olarak görür, aç kaldığında ise onun için annesi kötü annedir. Annesiyle birlikte iyi ve birlikte kötü olurlar. Bekleme gücü ve zihinsel kapasitesi arttıkça aç kaldığında annesinin iyi bir anne olduğuna ve onu doyuracağına inancını sürdürebilir. Daha sonra ceza veren kötü, ödül veren iyi ebeveyn olur. Son aşamada ise onunla rekabet eden kötü, etmeyen iyidir. Büyüdükçe kötülerle iyiler iç içe geçer, bütünleşirler. Cezanın ve rekabetin iyi niyetli olabileceğine ve zarar vermeyeceğine inanabilir. Böylelikle benliğin ilişki kurma kapasitesi artar, ilişkiler süreklilik kazanır ve aile dışındaki ilişkilere hazır hale gelinir. 

Son olarak psikanalize dönersem, psikanaliz aslında özel ve uzun süreli bir ilişki kurma biçimidir. Freud bu ilişki biçimini insanı araştırırken tedavi de eden bir yönteme dönüştürmüştür. Psikanalizin kendine özgü kuralları ve stili vardır. Bu ilişki biçimi insanı iç dünyasının derinliklerine doğru farklı bir yolculuğa çıkartır. Büyüme ve gelişim sırasında yaşanmış aksaklıklara gidilir ve bunlar yeniden gözden geçirilir. Konular olağan ilişkilerde olamayacak bir açıklıkla konuşulur. Kolay olmayan bu yolculuğun düşünceler, hisler ve ilişkiler açısından özgün dinamikleri ve getirileri vardır.


[1] Çocukta Fobinin Analizi: Küçük Hans Vakası, Çev. Dilmanoğlu M., Say Yayınları, İstanbul, 2018.

[2] Ego.

[3]İd.

[4] Üstbenlik.

[5] Self.

[6] Analizden geçen kişi.

[7] Ödipal dönem. Psikiyatri Etiketler psikanaliz psikoloji psikiyatri freud

Kaynak : https://bilimveutopya.com.tr/psikanaliz-nasil-tedavi-eder

Tartışma Soruları :

Terapi sürecinde terapistten kaynaklı yanlışları neler olabilir, ? Sürecin bu kadar yanlışı neden ürettiğini tartışınız ?

3. Etik ilkelerin yararlı olup olmadığı, sınırları ve neden bu kadar önemli olduğu ilgili tartışınız ?

4. Yukarıda anlatılmayan başka hatalar, yanlışlıklar var mı, tartışınız ?

Terapi sürecien başından yapılandırılmış gibi görünmektedir. Gelen kişi yaptıklarıyla, geçmişiyle, kendisiyle veya çevresiyle doludur, yaşadıklarının farkında yada değildir, ancak daha önce veya şimdi yaşadığı olumlu – olumsuz bir çok deneyimle gelmektedir. Dolayısıyla sürecin bütün parçalarını kontrol altında tutup tutmama, görüşmeyi yapılandırma, terapi metodu veya modeli seçme sorunsalları üzerinde danışan değil terapiyi yürüten düşünmelidir. Terapide hangi ilkeleri, yöntemleri ve kuralları benimsemeli konusu önemli olduğundan danışanı veya süreci yönlendirmek, terapiyi sonlandırmak, soru sormak, empati kurmak veya ilişki başlatmak terapist için cevaplanması gereken sorulardır. Bu sorulara ilişkin terapistin bir çok teorik veya pratik ve deneyimsel cevabı olmalıdır. Bu süreçte beklenen, olması gereken terapinin danışanda bir iyileşme, iç görü kazanma, farkındalık oluşturma, bağımsız yaşama, olumlu tutum geliştirme ve gelen kişinin hayat standardında insani olarak bir değişim göstermesidir. Biz danışanda isteneni gerçekleştirmeyen her türlü duruma terapide ki hatalar, yanlışlıklar gözüyle bakacağız. Bu bölümde işte bu terapi sürecindeki her türlü görüşmede yapılan, yapılması muhtemel, olasılık dahilindeki yanlış veya hatalı yaklaşımları ortaya çıkarmak amaçlanmıştır.

Danışanda, terapiye gelen kimsede terapistin karşısına çıkan her türlü ilişki, sorun, zorluk, durum, olay ve süreç terapi sürecinde bir hata oluşması olasılığını barındırır. Çünkü bu süreç doğası gereği yoğun bir şekilde canlı, etkileşime dayalı, nereye gideceği belirsiz, yoğun transfer ve karşı transferlerle ilerleyen, içindeki sayısız güçlüğü barındıran bir süreçtir. Bu yüzden bu süreçte sık yapılan, yapılması olasılık dahilindeki teorik ve pratik konulardan bahsetmek yerinde olacaktır. Bu birkaç açıdan önemlidir. Deneyimli terapistlerin kafasında yaptığı işe dair, yanlışın oluşma sürecinde şekillenmeye devam eden modeller bulunabilir. Deneyimsiz, yeni mezun olanlar ise her türlü meslekte olduğu gibi ( alanında lisans eğitimi süresince çalıştığı, deneyimlediği, biriktirdiği kuramsal ve uygulamaya dair çıkarsamalar sınırlıysa ) yaptıkları, söyledikleri veya söylemedikleri, hissettikleri danışanda bir ilişkiye, tanıma veya koda dönüşeceğinden onun tarafından gözle görülebilecek, anlaşılabilecek, iki taraf taraftan da hissedilebilecek yanlış, hata, zaaf vb durumları oluşabilecektir. Yetersizliği, eksikliği, yarım kalmışlığı, acemiliği, çıraklığı görülecektir. sonuçta terapiye gelen kişi karşısında belli bir unvanı olan uzman görür. Görüşmeye dair yanlışların neler olabileceğine ilişkin fikre sahip değilse de aldığı hizmetin, desteğin, yardımın bir işe yarayıp yaramadığı, kendi hayatında olumlu değişikliklere vesile olup olmadığı ve iç görü kazandırıp kazandırmadığı konusunda hep bir sorgulama, çözümleme, kıyaslama süreci içinde olacaktır. Peki bu hata ve yanılgılar nasıl ortaya çıkabilir, bunları sınıflandırabilir miyiz ? Bu bölümde kısaca bu sorulara cevap arayacağız.

Bu bölümü devam ettirirken öncelikle sık yapılan yanlışlar sorusunu “Etik” kavramı üzerinden tartışmaya açmanın doğru olduğunu düşünüyoruz. Psikoloji ve ruh sağlığı hizmetlerinin bilim olma süreci insanlık tarihi açısından düşünülünce yüz yıllık gibi küçük bir zaman dilimini kapsar. Yine de bu süreçte daha önce belirttiğimiz gibi dört yüzden fazla kuram, modeli ortaya çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu kadar teorik mirasın varlığı zaten alanın ne kadar riskli, tartışmaya açık ve yanlışları barındırma olasılığı içerdiğini gösteriyor.

Bu yüzden tüm disiplinlerde olduğu gibi mesleği icra ederken oluşan, ulusal ve uluslar arası standartlar ve etik ilkelerin varlığı önemli bir hal alıyor ve bu işi yaparken, yürütürken, planlarken işin başından sonuna kadar nelere dikkat edileceğine ilişkin kurallar, ilkeler bütününün olması bizi buralarda yanlışların daha yoğun yaşandığını ve bu yanlışların ancak bu ilkeleri dikkate alarak çözülebileceğini, yanlışların azalacağını veya çok sık yaşanmayacağı anlamını taşıyor.

Etik ilkelerin işlevlerini şu şekilde sıralayabiliriz :

1) Mesleğinde yetersiz olan ve ilkesiz davranan üyeleri ayırmak.

2) Meslek içi rekabeti düzenlemek.

3) Hizmet ideallerini korumak.

4) Meslek üyelerinin grubun diğer üyeleri ve toplum ile ilişkilerini düzenlemek.

Terapistlerin benimsemeleri gereken başlıca temel ilkeler ise :

(1) Yetkinlik, (yeterlilik, ehliyet)

(2) Dürüstlük,

(3) Duyarlı ve saygılı olmak,

(4) Bireysel ve kültürel farklılıklara duyarlılık,

(5) Toplumsal sorumluluk,

(6) Mesleki ve bilimsel sorumluluk olmak üzere altı madde olarak belirlenmiştir.

Terapistler mesleklerini en üst düzeyde etik kurallara uygun bir biçimde yürütmelerini sağlamak için yukarıda yazılan, bir çok deneyim ve kuramsal yaklaşımdan çıkartılmış ilkeleri dikkate almak zorundadırlar. Bu gibi konuların etik bölümünde ayrıntılı tartışmaya açıldığını varsayalım. Bu bölümde bunun dışında kalan ne gibi konular, durumlar, sorunlar olabilir bunları tartışmaya açalım. Bu yanlışları şu şekilde sınıflandırabiliriz diye düşünüyoruz :

1. Terapiyi yürütenden kaynaklanan sık yapılan yanlışlar

2. Danışandan kaynaklanan sık yapılan yanlışlar

1. Danışmayı yürütenden, terapistten kaynaklanan sık yapılan yanlışlar

Psikolojik danışmanlar, terapistler ve ruh sağlığı hizmeti veren kişiler hizmetlerini en üst düzeyde yeterlilikle yürütmeyi amaçlarlar. Dolayısıyla ondan kaynaklanabilecek yanlışları :

Mesleğiyle ilgili standartlardan kaynaklanabilecek yanlış ve hatalı durumlar, Yaptıkları görüşme sürecinden, etkileşiminden kaynaklanabilecek yanlış durumlar şeklinde sıralayabiliriz.

a. Mesleğiyle ilgilistandartlardan kaynaklanabilecek yanlış ve hatalı durumlar;

Uzmanlık alanlarının, yetkilerinin sınırlarını bilememeleri:

Terapistler kendi alanlarının sınırlarını bilemediği veya belli bir terapi modelinde uzmanlaşmadıkları durumunda birkaç sorunla yüz yüze gelebilirler. Birincisi her konuda danışan kabul etme durumunda olabiliyorlar. Bu riskli bir karar alma verme sürecini beraberinde getiriyor. Danışanın; yaş, cinsiyet, danışma alacağı konuyla ilgili durumu ve şiddeti, danışanın beklentileri ve ilaç kullanma durumu veya ilaçlı destek alma durumu dikkate almadan her konuya yardım-destek ve terapi önermek zorunda kalıyorlar. Aslında bu ciddi bilgi birikimi ve deneyim gerektirir. Bunları dikkate almadan yapılacak her türlü hizmetin danışana zarar vereceğini ve onun iyi olma halini uzatma olasılığını barındıracağını bilmek gerekir. Terapist olarak ben farklı çeşitlilikteki danışan portföyüyle ilişki geliştirirken hangi temel ilke ve prensiplerinden hareket edeceğim, hangi tip hastaları ve nasıl kabul etmeliyim ayrıca bunun danışanlarım tarafından bilinmesi ne anlama gelecektir? Bu sorulara her zaman daha mesleğinin ilk başlarında icra ederken bilimsel ve etik cevaplar bulunması gereklidir. Güvenirlilik ve mesleğin standartları açısından bu önemlidir.

Terapistler tüm danışanları aynı teknikle ve modelle terapi yapmaya çalışabilirler. Eğitim düzeylerine ve formasyonlarına uygun hizmetlerin dışında çalışma ve hizmet yürütebilirler. Eğer bilişselciyse daha karmaşık konulara veya psikanalitikciyse bilişsel ve zihinsel konulara uygun çözümler getirmeye çalışılabilir ama bu teknik açıdan yapılabilirliği mümkün olan bir durumsa da hata yapma olasılığını artırabilir. Bu konularla ilgili çalışma yapmayacağı anlamına gelmiyor tabiki. Sadece süreci yönetirken karşılaştığı durumların bir çok değişkenden etkilendiğini bilmek gerekiyor. Bu yüzden icra ettiği modelin bilimsel dayanaklarını her zaman sorgulamalı ve çocuk, ergen, yetişkin veya çalıştığı konu neyse ona uygun yardım almalı, o konuyla çalışan terapiste göndermeli yada süpervizyon alarak süreci yönlendirmelidir.

Kısaca terapistler yeterlik sınırlarını aşan özel bir durumla karşılaştıklarında var olan bilimsel, mesleki ve teknik kaynaklara başvurarak yardım talebinde bulunmadan süreci yönetmeye çalışmaları her zaman risklidir ve bir çok hatayı barındırır.

Terapistlerin kendi duyuş ve inançlarının, değerler sisteminin ve gereksinimlerinin güçlü ya da güçsüz yönlerinin farkında olmadan, özen göstermeden, bunların mesleki çalışmalarına nasıl yansıyabileceğinin farkında olmadan, tutarlı olmadan, açık, dürüst ilişki kuramamaları da hata kaynağı olabilir. Terapist yaşını, cinsiyetini, rollerini, mesleki deneyim niteliğini, içindeki istek, arzu ve eğilimleri, anılarını, yaşadığı travmaları ve acıları, acıyla baş etme ve ilişki kurma kapasitesinin sınırlarını bilmeden, dikkate almadan sürece yaklaşırsa etkileşim sürecinde ortaya çıkma olasılığı olan aktarım ve karşı aktarımları sürece oldukça zarar verebilir. Danışan yaşadığı güçlükle baş etmek için oraya gelmiştir. Terapistin de güçlüklerini ve zorlandığı konular olduğunu fark ederse güven ilişkisi zedelenebilir ve terapistiyle açık bir ilişki geliştiremeyebilir, terapiye devam etmeyebilir.İnsan ilişkilerinde yalnızca duyarlı olmanın yeterli olmadığının, meslektaşlarının ve danışanlarının kişilik haklarına ve onurlarına saygılı olmanın gereğinin ve öneminin farkında olmamaları:

Terapi sadece iki kişilik görünse de belli tarihsel, toplumsal ve psikolojik koşulların ürünüdür. Danışanın terapistten kaynaklanan bir yanlışta tüm terapistlere karşı bir önyargı geliştireceğini varsaymalıdır. Güveni zedelenen bir danışan yardım alacağı konuyla ilgili saygı duyulmadan yaklaşıldığını hissederse terapistine ve diğer terapistlere karşı olumsuz bir sürü duygu, düşünce ve his geliştirir. Bizim gibi dinsel paradigmaların yoğun olduğu ve inanç boyutlarının baskın olduğu toplumlarda terapistlerden çok ‘’Hoca, Hacı, Şeyh vb’’ ruh sağlığı alanında gidildiği; ruhsal malzemedeki sorunların büyü, cin yada diğer ruh ötesi konularla açıklandığı bir toplumda süreç oldukça değişkendir. Saygı bu açıdan her zaman en temel konulardan biri haline geliyor.

Danışanlarına ait gizli bilgileri korumak ve insanlara verilebilecek zararları önlemek yada en aza indirmek için ellerinde gelen çabayı göstermemeleri, bütün mesleki çalışmalarında danışanlarına ilişkin özel bilgileri korumak sorumluluğu taşımamaları yanlışları büyütmektedir.

Terapi süreci gizlilik ve güvenirliliğe dikkat etmelidir. Başta protokol yapılması ve terapi sürecinin içeriğinin iyi yapılandırılması önemlidir. Dolayısıyla bilgilerin, aktarımların üçüncü şahıs ve kurumlarla paylaşılması ve ne oranda paylaşılması her zaman sorun olabilecek bir durumdur.

Alanda verilen hizmetlerin doğası gereği, terapistlerin birincil görevi ve sorumluluğu, insana yöneliktir. Terapistlerin toplumun giderek karmaşıklaşan yaşam koşulları içinde kişinin kendini gerçekleştirmesine yardımcı olmaya çalışmamaları, bilgileri terapinin doğasına uygun ve sadece terapi için ortaya koyamamaları; önceliği devlet, toplum, din gibi kurumsal ilişkilere göre yürütmeye çalışmaları da sorunu büyütebilir. Psikologlar ve diğer ruh sağlığı hizmetlerini verenler devlete karşı resmi sorumlulukları olsa da birincil önceliği kime verecekleri konusunda net bir tavır sergilemeleri gerekmektedir.

5. Danışanlar terapistinden farklı düşünce ve ideolojilere, inanç ve değerlere sahip olabilirler. Bu gibi durumlarda, terapistler ayırım yapmaksızın hizmet vermeye çalışmak yerine tersine davranabilir, önyargılı olabilir, bilinçli olarak katılıp taraf tutarlar, onları eleştirip tartışmalara girerler. Birlikte çalıştıkları danışanların yaşları, cinsiyetleri, cinsel tercihleri, milli yada etnik kökenleri, sosyal-ekonomik düzeyleri bakımından gizli yada açık küçümsemeleri, aşağılamaları ve ötekileştirmelere yol açabilir. Terapistler kendilerine başvuran herkese kabul edici olamamaları ve onlara anlayış göstererek hizmet vermemeleri, herhangi bir kültürel yapıyı diğerinden üstün görmeleri, özetle mesleklerini uygularken, kendilerininkinden farklı olan değer yargılarına, tutumlara, kanılara ve törelere bağlı kişilerin haklarına saygı göstermemeleri, yaş, cinsiyet, ırk, etnik köken, din, dil, cinsel eğilim, engelli olma durumu, sosyo-ekonomik düzey gibi bireysel farklılıklara duyarlı ve hoşgörülü olamamaları ve bunu yansıtmaları da hatalı yaklaşımları ortaya çıkarmaktadır. Günümüzde farklı cinsel tercihlerin hastalık olup olmamasıyla ilgili anlayışlar henüz uluslararası sınıflandırmaların dışında değerlendirmelerden beslenmediği için konuyla ilgili hala farklı ve önyargılara açık bir çok tartışma ve yaklaşım devrededir. Bu konualarla ilgili bilimsel, etik ilkeleri her zaman dikkate almaya çalışmalıdır.

6. Terapistler bilimsel ve çağdaş bilgileri ve yeni gelişmeleri takip edemediklerinde, mesleki ilgi ve becerilerini artırmaya çabalamadıklarında, kendilerindeki deneyim kazandıkça ortaya çıkan duygu, düşünce ve hisleri analizden geçirmedikçe yaklaşımlarının tutuculuk ve yanlışları içerebileceğini bilmeliler. Özellikle DSM veya ICD vb diğer uluslararası sınıflandırmaları dikkatle takip etmeleri gerekiyor. Terapistlerin uyguladıkları yaklaşım ve yöntemlerin bilimsel dayanaklı yaklaşımlar içinde hesap verilebilir ve etkili bir yöntem olup olmadığını sorgulamaları gerekiyor. Günümüzde bir sürü terapi biçiminin etkililik, verimlilik ve bilimsellik ölçütleri kendini güncellediğinden terapistlerin de bu konuda bir algı oluşturmaları zorunlu bir hal alıyor.

7. Terapistler ücret saptarken de bazı etik ilke ve prensiplerden hareket etmezlerse hata ve yanlışlara düşebiliyorlar. Ücret saptarken hem danışanlarının parasal durumunu hem de bulundukları çevrede bu tür hizmetlere uygulanan ücretleri ölçüt olarak dikkate almamaları, ödeme gücü düşük olan kişilere, benzer hizmetleri parasız yada çok az bir ücretle sağlayan sosyal yardım ve kamu kuruluşlarına gidebilmeleri konusunda danışanlarına yardımcı olamamaları da terapi sürecini sıkıntıya sokmaktadır. Sonuçta ihtyiacı olan çoğu insanda terapiye gitme isteği olabilir ama ekonomik nedenlerden dolayı sürekli terapi görmesi gereken kişiler uzun süreli terapilerin pahalı olmasından dolayı sadece ilaçla destek almakta haliyle ilaçların insiyatifine danıan terk edilmektedir. Ulusal bir ruh sağlığı ölçütlerinin olması ve bu tür konularda da bir algı geliştirmesi gerekli gibi görünüyor. Terapi sürecinde mal veya hediye kabul etme yada bir hizmet isteme, takas vb gibi anlaşmalar da yapma sürecin başka hata üreten boyutlarıdır.

8. Danışanları ile duygusal ve cinsel ilişkilere girmeleri, duygusal-cinsel olarak sözel/sözel olmayan davranışlarda bulunmaları, cinsel tacize uğramış olanlara ya da cinsel tacizde bulunanlara, diğer danışanlara gösterdikleri değer ve saygıyı göstermemeleri. Ayrıca, bunlar hakkında okuldan atılma, mesleklerinde terfi ettirilmeme, işe alınmama gibi durumlarda verilecek kararlara da katılarak işlerini sürdürmeleri de terapi sürecinde yanlış üretme ihtimalini barındırır. Sürecin terapi olmasını zorlaştırıp, güveni zedeleyebilir.

9. Mesleki kimliklerini, çalıştıkları kurumlardaki statülerini ve bu kurumların amaç, işlev ve niteliklerini gerçekte olduğu gibi tanıtmamaları, ait olmadıkları ve kendilerinin mesleki niteliklerinden farklı bir mesleğin niteliklerine doğrudan ya da dolaylı olarak sahip olma iddiasında bulunmaları da süreci sekteye uğratmaktadır.

10. Araştırmalarını düzenleme, yürütme ve rapor etme sırasında, bilimsel yeterlilik ve etik standartlara uymazlarsa, elde edecekleri sonuçların yanıltıcı olma olasılığını en alt düzeyde tutabilecek önlemleri almazlarsa, araştırmaya katılan ve araştırmalardan etkilenen insanların haklarının korunması ve huzurlarının bozulmamasını sağlamazlarsa, kültürel farklılıklara duyarlı davranmazlarsa, araştırma yürütülürken deneklerin psikolojik, fiziksel ya da sosyal incinmelere maruz kalmaları önlemezlerse, mantıklı tüm önlemleri almazlarsa, araştırmanın amacının gizli kalmasının gerekli olduğu durumlar dışında, araştırmaya katılan kişileri araştırmanın amacından haberdar edilmezlerse, sözü edilen durumlarda da araştırma sonunda amaç kendilerine açıklanmazsa ortaya danışmandan kaynaklanabilecek yanlış ve hatalı yaklaşımlar çıkabilir.

b. Terapi sürecinden kaynaklanabilecek yanlış durumlar ;

Bu bölümde belirtilen maddeler terapi, psikolojik danışma ilişkilerinde geçerlidir.

1. Terapi ilişkisi ancak danışanın gönüllülüğü ile olanaklıdır. Buna göre; danışan terapi ilişkisine girip girmemekte serbesttir. Bu özgürlüğü tanınmazsa, sürdürmek istemezse, gelişi güzel amaçsız ve etkileşime bağlı olmadan sonlandırılırsa, yada ısrar edilerek danışanın rızasını zorlayarak onun kişilik hak ve özgürlüklerine müdahale ederek devam ettirilirse süreçte yanlışlıklar ortaya çıkabilir.

2. Terapist başlangıçta danışanın/danışanların rollerini ve sorumluluklarını, gizliliğin sınırlarını tanımlamaması ve bunu süreç içinde yerine oturtmaması da sık sık karşına çıkan bir yanlış olarak çıkabilir.

3. Terapi süreci içerisinde terapist, danışanın kişisel bütünlüğüne saygı göstererek onun iyiliği ve huzuru için çalışmaktan sorumlu olduğunu unutması, danışanı dikkate almaması, karşı transfer gerçekleştirmesi, sürece esnek yaklaşmaması ve psikolojik danışman aynı zamanda danışanı etkileşimden doğacak bedensel ve/veya psikolojik incinmelerden korumak için uygun önlemleri almazsa hatalar ortaya çıkabilir.

4. Terapist, danışma ilişkisinden elde edilen bilgi ve kayıtların saklanması, başkalarına verilmesi ya da yok edilmesinde etik kurallara uygun davranmazsa bu sonradan açığa çıkarsa, güvenirlilik ve danışmanın profosyonelliği sorgulanacaktır.

5. Eğer danışan aynı zamanda bir başka profesyonel kişi ile ilişkideyse, terapist o kişi ile bağlantı kurarak onun onayını almaksızın, bu bireyle danışma ilişkisine girmez. Eğer terapi, danışma ilişkisi başladıktan sonra, danışanın başka bir danışma ilişkisi içinde olduğunu öğrenirse, terapist diğer meslektaşının iznini alır, ancak danışan diğer terapistle ilişkiyi kesmek istemiyorsa terapist bu danışanıyla ilişkisini sonlandırır. Çünkü bu durum etik açıdan sakıncalıdır.

6. Terapistler, psikolojik yardım hizmetleri verirken, araç olarak psikolojik testler ve test dışı tekniklerden yararlanırlar. Burada sıralanan ölçme ve değerlendirme ile ilgili etik kurallar, testler ve test dışı teknikleri kapsayacak biçimde ele alınmazsa, gereksiz testler uygularsa, ihtiyacına uygun olan aracı seçmezse veya testi geçerlilik ve güvenirliğine uygulama kriterlerine uygun yapmazsa, bunlara kişisel düşünce yansıtırsa terapi süreci yanlışı üretecektir. Ayrıca görüşme sırasında testi veren terapist, testin uygulanmasından önce testin niteliği ve amacı ile test sonuçlarının kesin olarak nerede kullanılacağı ile ilgili test uyguladığı kişiye bilgi vermezse, test sonuçları yorumlanırken, testi veren kişi sosyo-ekonomik, etnik ve kültürel etmenlerin test puanlarına etkisini dikkate almazsa, test sonuçlarının yorumlanmasında geçerliği olmayan bilgilerin ek olarak kullanıyorsa da sorunlar ortaya çıkabilir. Bir danışana uygulanmak üzere test seçilirken, testin geçerlik ve güvenilirlik düzeyinin yeterli olmasına ve aynı zamanda normlarının bulunmasına dikkat edilmelidir. Mesleki ve eğitimsel seçme, yerleştirme ve psikolojik danışma için kullanıldıklarında, testin/testlerin geçerlik ve güvenilirliklerinin yanı sıra danışan için hem yasal hem de etik açıdan uygun olup olmadığı sorgulanmalıdır. Eğer geçerliği ve güvenilirliği saptanmamış bir test kullanılırsa, sonuçların güçlü yönleri ve yorumun sınırlılıkları açıklanmalıdır. Testi veren terapist, uygulanan testler ve sonuçları hakkında kamuoyuna herhangi bir açıklamada bulunacağı zaman, yanlış iddia ve algılamaya neden olmayacak şekilde, doğru bilgi vermelidir. Terapist bunları yapmazsa da hata ve yanılgıları ortaya çıkaracaktır.

7. Görüşme veya danışma nihayetinde yardım edecek olan uzman ile yardıma gereksinim duyan kişi, grup ya da kurum arasında gönüllüğe dayalı bir ilişkidir. Bu ilişkide hizmeti veren terapist, yardım isteyenlerin yaşamakta oldukları ya da olası sorunların tanımlanması ve çözülmesine yardım etmektedir. Hizmeti vermeyi kabul eden psikolojik danışman, kişi ve/veya kurumla ilgili bir değişikliği içeren yardım ilişkisine girerken; kendi değerleri, bilgisi, becerileri ve gereksinimlerinin farkında olmazsa ve ilişkisinde kişi ya da kişilerden çok, çözülecek soruna odaklaşmazsa, tüm elde ettiği bilgi, yaşantı ve deneyimi bu doğrultuda anlamazsa, süreçten kopabilir, belirsizlik ortaya çıkabilir.

8. Terapist ve danışan arasında, sorunun tanımlanması, amaç değişikliği ve seçilen müdahalelerin sonuçlarının kestirilmesi konusunda anlayış ve uzlaşma olmaması halinde de sorunlar büyüyebilir. Danışman bunu ihtiyaç olarak görmezse, kabul etmezse, kendi fikir ve yaşantı dünyasına ters olarak görürse yanlışlar ve işin içinden çıkılması zor süreçler gerçekleşebilir.

9. Terapist, gerek kendisi ya da kurumu, gerekse yardım isteyen taraf açısından çözülecek olan sorunun gerektirdiği bilgi, beceri ve kaynakları dikkate almıyor, bir insanın elinde çekiç varsa her şeyi çivi olarak görme ihtimali olduğunu dikkate almıyorsa danışmana gerekli yardımı ve desteği sunmakta zorlanabilir.

10. Görüşme sırasında terapist ilişki kurma, sürdürmede sorunlar yaşamışsa, açık dürüst bir ilişki yerine kapalı, yönlendirmeye dayalı, otoriter, dayatmacı tavrı varsa, soru sormayı, empatiyi, dinlemeyi, geribildirim vermeyi, zamanlamayı, gerekli önemli ayrıntıları dikkate almayı beceremiyorsa danışma sürecinden eksik ve yanlışlar olacaktır.

11. Danışanını sürekli empati yaparak, onun sempatisini kazanmak için aynı fikirde olmaya çalışıyorsa, danışanına sorununu kolay çözeceğini düşünüyor herkesin sorunuyla ilişkisini mekanik tarzda algılıyorsa, değişiminlerinin kolay olduklarını düşünüyorsa, ahlaki değerlendirmeleri çok sık yapıyor yada öyle düşünüyorsa ”ayıp, yasak, kötü, günah” kavramlarıyla danışmanın çözemediği, yüzleşemediği durumlar varsa bunu çözmek için de süpervizyon desteği almıyorsa ve böyle sürdüryorsa bir çok yanlış yapma olasılığı olacaktır.

12. Danışanların duygu, düşünce ve davranış kalıplarını kendi kafasında belirlediği kalıplara, modellere göre düşünüyor ve algılıyorsa, sürecin etkileşime dayalı canlı bir iletişim olduğunu unutuyorsa ve danışanını değişmeyecek, iflah olmaz biri olarak görüyorsa, ortaya çıkması muhtemel kriz dönemlerinde, çatışma ve olumsuz gidişatta gerekli kriz müdahale becerilerini geliştirmemişse, gerekli şekilde yönlendiremiyorsa, sabırlı değilse, sorun odaklı düşünüyorsa ve sadece soruna ilişkin algılara takılıyor önleyici ve iyileştirici teşviklere girmiyorsa, gerekli dinleme becerilerini gerekli ve ilgili yerlerde yapamıyorsa, danışmanın dirençlerini anlayıp müdahale edip yüzleşmesini nasıl sağlıyacağını bulamıyorsa sorunlar artabilir.

13. Terapistin bir çok terapi modeli içinden hangisini seçeceğine karar verememesi de yanlış ve yanılgıları artırabilir.

2. Danışandan kaynaklanan sık yapılan yanlışlar

Danışanın büyük bir beklenti ve inançla sürece başlaması ve karşı tarafa, terapiye veya terapiste farklı değişik anlamlar yüklemesi, hemen çözüme ulaşma içinde olması, değişimin kolay olacağını sanması, terapistin elinde sihirli değnek olduğunu düşünmesi, sanması yada öyle olduğuna inanması sürecin en önemli sıkıntılarından biridir.

Terapi sürecine yönlendirilmişse yada istemeyerek başvurmuş, gönüllü katılmamışsa, danışma sürecine ilişkin önyargılı, saplantılı, histerik yada tam tersi dayatmacı, oyalayıcı, sırf gelmek için gelmiş bir yaklaşım sergiliyorsa süreçte bir çok değişkenin olması muhtemeldir ve yanlışlara eksikliklere gebe bir süreç olma ihtimali vardır.

Danışanın kendi sorununa bakışında sorunlar varsa, kendini ifade etmede ciddi sorunları varsa, dirençleri yoğun şekilde yaşanıyor, karşı transfer gerçekleştiriyorsa bu durumda bir dizi yanlışı körükleyecek, sürecin planlanması ve sürdürülmesini sancılı bir hal aldıracaktır.

Danışanın dış yaşantılara aşırı odaklanması varsa, zamanında gelip gitmiyorsa, terapistten aşırı, tuhaf isteklerde bulunuyor ve bunu ısrarla sürdürüyorsa süreci zorlayacaktır.

Danışanın sorununa ilişkin farklı çözümler denemesi, ısrarla sürdürmesi, değişimden farklı bir algılama yaratması, değişime karşı direnci, danışmanın bulduğu çözüme karşı tutumunda olumsuz yaşantılar edinmesi, danışmanına aşk duyması süreçten koparabilecek olay ve durumlardır.

Danışmanın sürekli sorun odaklı yaklaşıma sahip olması, sorun varsa çözmeliyim bakışı sorunlarına yaptıklarına ilişkin önleyici ve koruyucu bir yaklaşım sergileyememesi yada yaşadığı sorunlarda ciddi bir ilaç desteği almasının gerekliliği veya danışanda bir çok terapi ve destek almış olmasına rağmen danışanda oluşmuş olan büyük bir isteksizlik, motivasyon ve değişime karşı direnç halinin korunması da süreci zorlaştıran diğer konulardan biridir.

Danışanın kültürel, dini inanışları da sürece karşı farklı duygu ve düşünceler içinde olmasını sağlayabilir ve bu da bir çok sorunu beraberinde getirebilir. Önyargılı olma, terapiyi sonlandırma, gereksiz bulma gibi.

Yardım alanların hayatlarına bir şekilde giren terapistin bu süreçte en aktif olması gereken kişi olduğunu unutmamak gerekiyor. Nihayetinde yanlışlıklar, hatalar, eksiklikler her zaman olacaktır. Önemli olan bu hizmeti alan kişiyle birlikte danışanın iyileşme haline ortak olabilmek adına onunla birlikte süreci yapılandırmak gerektiğini ve ortaya çıkacak her türlü yanlışın ondan veya uzmandan kaynaklansın bir şekilde çözüme kavuşturulması gerekliliğidir. Bunun yollarının araştırılması ve bulunmasıdır. Onların hayatlarına olumlu sonuçlar üreten her gayret, öneri ve durum değerlidir ve bunlar kuramlara, modellere uygun olmayabilir. Çünkü insandan bahsediyoruz. Ve insan sayısız, zengin teorik ve pratik deneyimiyle, tarihsel, ekonomik, toplumsal, politik, dinsel, sanatsal, kültürel özelikleriyle karşımızda durmakta ve etkileşime girmektedir.

Yukarıda sıraladıklarımız genel geçer, ortaya çıkma ihtimali olabilecek durumlardır. Daha da eklenebilir, artırılabilir. Terapistin birinci amacı da zaten sorunları onun adına çözmek değil kişinin hayattaki çözümleri daha etkin şekilde fark etmesine, bulmasına ve bunları yönetmesine ve yeni olasılıklardan faydalanarak bu soruları aşmasına yardım etmek olduğuna göre ortaya çıkma ihtimali olan her yanlış, sıkıntı, zorluk, problem veya sorun iki kişiye de daha önce farkına varmadığı, hayatın çok farklı yönleriyle yüzleşme, anlama imkanı sağlayan durumlardır ve bu açıdan çift taraflı öğreticidir. Yanlışların aşılması gerekiyorsa, çözülmesi gerekiyorsa birlikte bir yolda yürünerek bunun anlaşılacağının farkına varılması gerekecektir. Tüm bu hata ve yanlışlar aynı hayatta ki gibi ortaya çıkabilecek tesadüfi, bilinmeyen durumlar olabileceği gibi öğretici ve deneyim üreten bir öğrenme deneyimleride olabilir. Eğer bu işi gereği gibi yapmak istiyorsa tüm bunlar uzmanlaşma yolunda aşılması gereken, geçilmesi gereken köprüler, duraklar ve engellerdir.

Özet

Terapi süreci hayatın kendisi gibi sürprizlerle doludur. İçinde bir çok değişkeni bulunmaktadır. Bu değişkenlerin çeşitliliği ve zenginliği bir çok kuramın, modelin ortaya çıkamasını sağlamıştır. Bu kuramlar ve modeller teorik olarak birbirlerinin eksiklikleri, yanlışları ve açmazları üzerine birbirini bazen dışlayan bazen içeren farklı bilgi, anlayış ve deneyimlerden beslenmektedir. Haliyle iki kişi arasında ortaya çıkan bu yardım alma sürecinde teorik ve pratik bir çok meseleden ortaya çıkma olasılığı olan yanlışlar, hatalar var olabilir. Biz bu yanlışların bir çok kaynağı olabileceği olabildiğini düşünüyoruz. Yine de yanlışlıklar genel olarak üç taraflı sınıflandırılabilir.

a. Danışandan kaynaklanan nedenler

b. Terapistten kaynaklanan nedenler

c. Sürecin kendisinden kaynaklanan nedenler

Tüm bu nedenler çeşitlendirilebilir, her modelin yada kuramın kendine ait hata kaynakları olduğunu unutmamak gerekir. Burada sıralananlar geliştirlmesi gereken, kendini güncellemesi ve örneklerle açıklanması gereken durumlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu da kitabın içeriğini aşan bir konudur.

Etik ilkeler terapideki yanlışlıkları göstermesi açısından önemli ve değerlidir. Etik ilkelerin anlaşılması ve onlara uygun davranılması zaten terapi sürecinde danışanı ve terapisti bir çok yanlıştan ve hak ihlallerinden koruyacaktır. Sürecin daha bilimsel ve insancıl olmasını sağlayacaktır.

Kaynaklar

EGAN, Gerard. (2011). Psikolojik Danışma Becerileri. İstanbul: Kaknüs.MURDOCK, Nancy L. (2014). Psikolojik Danışma ve Psikoterapi Kuramları. İstanbul: Nobel.GLADDİN, Samuel T. (2015). Psikolojik Danışma, Kapsamlı Bir Meslek. İstanbul: Nobel.NELSON-JONES, Richard.(2015). Temel Psikolojik Danışima Becerileri, Yardımcının El Kitabı. İstanbul:Nobel.MEIER, Scott T, Davis Susan R.(2006). Psikolojik Danışma Temel Öğeler. İstanbul: Pegem.YALOM, D, Irvın. ( 1992). Grup Psikoterapisinin Teori ve Pratiği. İstanbul: Nobel Tıp Kitabevleri. Türk Psikologlar Derneği Etik Yönetmeliği (2004).Psikolojik Danışma ve Rehberlik Alanında Çalışanlar için Etik Kurallar. (2007)

İngiliz “nesne ilişkileri okulu” psikanaliz tarihinde önemli bir rol oynar. Bu okul psikanalitik düşüncenin dikkatini dürtüler, bu dürtülerle ilgili çatışkılar ve karmaşalardan ilişkiye çekmiştir. İngiliz nesne ilişkileri okulunda Klein’dan hemen sonra öne çıkan isimlerden biri Winnicott’tır.

Winnicott (1896-1971) psikanalize psikiyatriden değil çocuk doktorluğundan gelmiştir. Babası, Plymouth eşrafındandı ve ticaretle uğraşıyordu. Winnicott, babasının isteğine rağmen, aile şirketinin yönetimini devralmayı reddetti ve Cambridge’de tıp öğrenimine başladı. I. Dünya Savaşı’nda İngiliz donanmasında askerlik yaptıktan sonra pediatri ihtisasını tamamladı. Psikanalizle ilk kez 1919’da Freud’un Düşlerin Yorumu‘nu okuyarak tanıştı. 1923’te Londra’nın yoksul semtlerinden Hackney’de bir hastanede pediatri danışmanlığına atandı ve aynı yıl Freud’un İngilizce çevirmeni James Strachey ile kendi analizine başladı. 1933’te sona eren bu analizden sonra Winnicott bu kez Joan Rivière ile beş yıl sürecek bir analize girdi. Pediatriyi tam bırakmadan psikoterapiye geçişi de bu tarihlere rastlar.

Winnicott’ın terapistliğe başladığı dönemde Melanie Klein da Almanya’dan İngiltere’ye gelmiş ve Ernest Jones’un desteğiyle psikanaliz çevrelerinde geniş bir dinleyici ve hayran topluluğu edinmeye başlamıştır. Klein, çocuk analizinin kurucusudur; konuşmayı henüz öğrenmemiş çok küçük çocuklara “oyun tekniği” adını verdiği bir yöntemle analitik deneyler yapmaktadır. Çocukların oyunları, Klein’a göre, yetişkinlerin analizindeki serbest çağrışımın yerini tutabilmektedir. Çocuk analizi deneylerinin ilerlemesiyle birlikte, klasik psikanalizde iki önemli dönüşüm de gerçekleşir. İlkin, psikanalizin odaklandığı nokta daha önce tek başına çocuk-bireyin cinsel ve ruhsal gelişimiyken, şimdi çocuğun “nesne” ile ve özellikle ilk nesne olan anneyle ilişkisi öne çıkacaktır. Freud’un kuramına göre cinsel dürtünün dört öğesi vardı: kaynak (erojen bölge), enerji, amaç (enerjinin boşalımı) ve nesne (cinsel/duygusal enerjinin yöneldiği ve bağlandığı kişi, cisim ya da düşünce). Freud’a göre bunlardan asıl önemlisi amaçtı; nesne o kadar önemli değildi; bir nesnenin yerini bir başkası tutabilirdi ve zaten öznenin cinsel/duygusal enerjilerinin kendi dışında bir nesne bulması da çocukluğun oldukça geç bir döneminde ortaya çıkıyordu: bundan önce bebeğin sadece kendinden zevk aldığı uzun bir “oto-erotizm” dönemi vardı. Klein ise dürtünün en baştan beri bir nesneye yöneldiğini, ilkin “kısmi” nesnelere (örn. anne memesi), sonra da bütünsel nesnelere (annenin kendisi) bağlandığını öne sürecektir. Dürtü tek amacı boşalmak olan özerk (ya da felsefi deyimiyle solipsist) bir olgu değil, yönelişsel bir olgudur. Böylece psikoterapinin konusu bir başına bireylerden bireyler arası ilişkilere kayar.

Bu yaklaşımın ikinci önemli sonucu da, erken çocukluk döneminin büyüteç altına alınması olur. Freud’un 4-5 yaşlarına özgü saydığı Oidipus ve suçluluk gibi şiddetli duygusal yaşantılar Klein’a göre aslında çok daha önce başlamaktadır. Öte yandan, suçluluk duygusunun tek kaynağının cinsellik (ana/babaya duyulan arzular) olmadığını, belki asıl önemli nedenin saldırganlık olduğunu da söylemektedir Klein; Freud’un 1920’de ortaya attığı ama hiçbir zaman tam sahip çıkmadığı “ölüm içgüdüsü” kavramını klinik çalışma düzleminde ciddiye alan ilk analist de odur. Dışa yönelik saldırganlığın (ve özellikle haset duygusunun) kaynağında ölüm içgüdüsü işliyordur.

Klein’ın düşüncesi, 18. yüzyıl sonlarında Romantik felsefenin kısmen dinlerden devralarak sekülerleştirdiği ölüm-dirim, kötülük-iyilik, parça-bütün ve inkâr-kabullenme gibi birbirine sarmalanan ikili karşıtlıklara dayanır. Psikanalize, Freud’un yüzeyde fazla serinkanlı ve temkinli görünen metinlerinde pek rastlanmayan tutkulu, mutlakçı ve dramatik bir anlatı yapısı kazandırmıştır. İşin ilginç yanı, bu tür kavramlara akademik bir eğitimle değil, esas olarak kendi analitik deneyleriyle varmış olduğunu hissettirmesi ve birtakım yalın karşıtlıklara dayanarak çok karmaşık görünen duygusal yaşantıları yorumlayabilmesidir.1930’larda Londra psikanaliz çevrelerinde, Klein’ı dinlerken, “Bunu aslında ben de düşünebilirdim, aslında ben de biliyordum, ama hiç böyle söyleyemedim” diye düşünenlerden biri de Winnicott olacaktır.

O dönemde çocuk terapisinin bir başka öncüsü de Freud’un kızı Anna’dır. Ancak, Anna Freud’un pratiği, analizden çok pedagojiye dayanmaktadır: Nevrozlu çocuğun dış dünyaya uyarlanmasını esas almaktadır (dış dünyanın kendisini hiç tartışmayan ve adaptasyonu sağlığın başlıca kıstası kabul eden bu anlayış 1930’lardan itibaren Amerikan ben (ego) psikolojisinin de temelini oluşturacaktır). Klein ve izleyicileri içinse dürtülerin evcilleştirilmesi imkânsızdır; ancak yüceltilmeleri mümkündür. Bu açıdan, terapiye de bir eğitim süreci olarak değil, olsa olsa bir öz-eğitim süreci olarak bakılabilir: Hasta, iyiliğin hastalıktan yapıldığını ve kendi iyileşmesini de yine kendi hastalığından (kendi kötülüğünden) yararlanarak kendisinin imal edeceğini bilmelidir – şüphesiz, analistin akıllıca yorum ve müdahalelerinin de yardımıyla. Klein’ı Anna Freud’dan ayıran bir başka önemli nokta da çocuktaki fantazmatik dış dünya imgesinin bu fantazmatik niteliğinin yetişkinlerde de hep bir ölçüde sürüp gideceği düşüncesidir: Özne ile nesnenin kendisi arasında her zaman öznenin arzuları ve fantazileri (ya da bunların tortuları) bulunacaktır.

Böylece 1930’larda Britanya Psikanaliz Cemiyeti iki gruba ayrılır: Klein’cılar, Anna Freud’cular. Bir de Winnicott gibi “bağımsızlar” vardır. Bunlar, Klein’a yakın olmakla birlikte onun maniheizme varan mutlak ikiciliğinden ve ölüm içgüdüsü gibi spekülatif görünen düşüncelerinden bir parça ürkmüş olan ve katı kavramsal mekanizmalardan çok kendi sezgilerine (ve hastanın kendi kendini yorumlama kapasitesine) güvenmeyi yeğleyenlerdir. “Nesne ilişkisi teorisi” adı verilen akımın da asıl zenginliğini, aralarında Marion Milner, John Klauber ve Prens Masud Khan gibi parlak analistlerin bulunduğu “bağımsızlar” grubunun çalışmalarıyla ortaya koyduğunu düşünenler çoktur.

Winnicott da görünüşte kuramsal bir sistem kurma çabasında değildir; Klein ve bilhassa Freud’un sadık bir izleyicisi olduğunu iddia eder. Bütün yapmaya çalıştığının büyük psikanalitik kuramın bazı ayrıntılarını ele almak olduğunu savunur. Ancak dikkatli bir Winnicott okuması bu savların asılsızlığını ortaya koyar. İlk olarak Winnicott’ın sadık olduğunu söylediği Freud ve Klein’ı belli bir dönüştürme işlevine tabi tuttuğu söylenebilir. Gerçekten de onun sadık olduğu Freud ve Klein, kendi yorumladığı, kendisine uydurduğu Freud ve Klein’dır, Winnicott’ın ortodokosluğu belli bir okumaya dayanır.

İkinci olarak Winnicott aşağıda özetleyeceğim bazı özgün kavramları geliştirmiş ve önemli bir sistematizasyona gitmiştir. Bütün bunlar onu çekilmek istediği mütevazı konumun ötesine, büyük kuramcılar arasına taşımıştır.

Winnicott’ın günümüzdeki önemi Kohut’un “kendilik psikolojisi”ne katkıları göz önüne alınırsa anlaşılır. Kohut hiçbir zaman tüm açıklığıyla Winnicott’a olan borcunu dile getirmemişse de pek çok bakımdan ondan etkilendiği açıktır.

Winnicott çocuklarla ve psikopatolojik açıdan ağır vakalarla çalışmıştır. Bu durum onun özellikle “kendiliğin”, “kendilik duygusunun” gelişimi ile ilgilenmesine yol açmıştır. Winnicott’a göre, geniş psikopatoloji yelpazesi düşünüldüğünde hayli sağlıklı olan nevrotiklerle ilgilenen Freud, kendiliği adeta bir veri gibi ele almış, kendiliği oluşmuş insanın dürtüleriyle mücadelesini değerlendirmiştir. Bu sebeple de kendiliğin gelişiminin özgün dinamiklerine yeterince dikkat etmemiştir.(1) Bu yargı hemen hemen Kohut’un da Freud ile ilgili yargısıdır.

Winnicott’ın kuramını ana hatlarıyla özetlemek için bazı kavramlarını incelemek gerekir.

Winnicott’a göre çocuk başlangıçta bütünleşmemiş, zamanda ve mekânda dağınık deneyimler yaşamaktadır. Bu deneyimler kendiliğin çekirdeklerini oluşturur. Kendiliğin bütünleşmesi, gelişmesi anne ile ilişki içinde, annenin sağladığı çevre içinde gerçekleşir. Çocuğun bütünleşmiş bir şekilde kendini algılaması ve kendilik duygusunu geliştirmesi annenin sunduğu “kucaklayıcı çevre” sayesinde olur. Annenin çocukla ilgili bütünleşmiş tasarımları çocuğun giderek kendi bütünlüğünü kavramasına yol açar.

Annenin çocuğun ihtiyaçlarına eşduyumlu yanıtlar vermesi çocuğun tutarlı bir kendilik duygusu geliştirmesinde, iç dünyasının olgunlaşmasında çok önemli bir aşamaya yol açması bakımından ön plana çıkar: “yanılsama anı”. Çocuk eşduyumlu olarak ihtiyaçları karşılandığında kendini her türlü tatminin kaynağı olarak yaşar. Bu tam bir “tümgüçlülük” deneyimidir.(2) Çocuk her türlü yaratının kaynağıdır kendi iç dünyasında.

Söz konusu tümgüçlülük deneyimi kendiliğin sağlıklı gelişimi açısından belirleyici bir önem taşır. Gelecekteki yaşamda dış dünyanın güçlükleri karşısında yıkılmayan bir kendine güven duygusu böyle bir çocuksu tümgüçlülük deneyimine dayanır. Bu ise çocuğun yanılsamasını, sanki her şeyi kendisi yaratıyormuş hissini veren annenin eşduyumlu yanıtlarına bağlanmıştır Winnicott’ta.

Lacan’ın “ayna evresi” nosyonu geniş ölçüde Winnicott’a örtük göndermeler taşır ve Winnicott da Lacan’ın bu nosyonundan etkilenmiştir. Kendiliğin bütünleşmesi annenin eşduyumlu “ayna” yanıtlarına bağlanmıştır. Bu yanıtlar “kendilik duygusunun” gelişmesinde önemli rol oynar.

Winnicott için önemli bir başka nokta da çocuğun yalnız olabilme kapasitesinin gelişimidir. Anne sadece çocuğun ihtiyaçlarını eşduyumlu olarak karşılamakla kalmamalı onun sakin dönemlerini, yalnızlık deneyimlerini yersiz uyaranlarla bölmemeli, gereksiz uyarıcılık sunmamalıdır. Annenin talepsiz bir şekilde çocuğun yalnızlığına eşlik etmesi kendilik deneyiminin gelişimi açısından ön plana çıkmaktadır.(3)

Çocuğun “yanılsama anı”, tümgüçlülük duygusu güvenli bir şekilde yerleştikten sonra dereceli bir şekilde yanılsamanın kırılması gerekmektedir. Bu, çocuğun sanrılı bir şekilde tümgüçlülüğü deneyimlemesinden, deyim yerindeyse gerçeklik ilkesine geçişi anlamına gelecektir. İhtiyaçlarıyla her şeyi yaratan o değildir. Bir dış dünya vardır, onun gerekleri, zorlukları, zorunlulukları vardır.

Söz konusu geçiş annenin kaçınılmaz ve döneme uygun yetersizlikleri sayesinde olur. Bu minimal örselenmeler bir dış dünya, bir gerçeklik olduğu fikrini yaratır.

Annenin, çocuğun gelişimi ile paralel bir şekilde onun ihtiyaçlarına dereceli bir şekilde duyarsızlaşması çocuğun yanılsamasını, tümgüçlülük yanılsamasını yıkar ve gerçeklik duygusunu geliştirir. Bu, aynı zamanda anneden ayrılma, ayrımlaşma, dolayısıyla bireyleşme anlamına da gelmektedir. Kanımca bu tip temalar sayesinde Winnicott bir anlamda Mahler’e de yaklaşmaktadır.

Çocuğun tümgüçlülük yanılsamasının annenin eşduyumlu olmayan yanıtlarıyla erken ve sert engellenmesi ciddi psikopatolojik neticeler doğurur. Böyle bir durumdaki çocuk giderek bir “sahte kendilik” geliştirecektir. Kendiliğinden ihtiyaç ve taleplerinden vazgeçecek, hızla annenin ve başkalarının taleplerine göre kendini oluşturmaya çalışacaktır. Artmış bir zihinsel aktivite ile kendini ve çevresini sürekli olarak tarayacak, gerçekliği değerlendirmeye çalışarak yüzeyel bir uyum göstermeye yönelecektir. “Hakiki kendilik” gelişmemiş bir nüve olarak “sahte kendilik” tarafından sarılıp, kuşatılıp korunacaktır.(4)

“Hakiki kendilik” kendiliğinden ihtiyaçların, dışa vurumların kaynağıdır. “Sahte kendilik” ise çevrenin sağlamadığı olumlu ortamı sürekli olarak oluşturmaya yönelik bir aktivitedir.

İşte Winnicott’ın “geçiş olgusu” adını verdiği durum da bu çerçevede değerlendirilir. Geçiş olgusunu iyi anlayabilmek için “geçiş nesnesi” kavramını anlamak gerekir. Geçiş olgusunu yaşayan bir çocuk (genellikle) cansız bir nesne ile belli bir ilişki kurar. Bu nesne kimi zaman bir oyuncak, kimi zaman bir ev eşyası veya benzeri bir şeydir. Çocuk bir süre için sürekli olarak bu nesneyi kendi denetimine alır, sürekli yanında taşır ve bu nesne ile ilgili tüm tasarrufu kendi elinde tutmak ister. Winnicott’a göre bu olgu sağlıklı bir gelişimi simgelemektedir. Annesi üzerindeki tümgüçlü kontrolün yarattığı yanılsamadan çıkmakta olan çocuk gerçekliğe dönmeden önce annesini, daha doğrusu annesi üzerindeki tümgüçlü kontrolünü ikame ettiği yeni bir nesne aramaktadır.

Winnicott’a göre insan daima tümgüçlü bir kontrol sağladığı, ihtiyaçlarına göre düzenleyip yarattığı, iç dünyasının ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş bir dünya ile dış gerçeklik, gerçek dış dünyaya uyum arasında salınıp durur. Gerçeklik gücünün, ihtiyaçlarının sınırlandığı, kendinden bağımsız ötekilerin dünyasıdır. Tekbenci içsellik ile nesnel gerçeklik arasındaki çatışmadır bu. İnsan sürekli olarak dış dünyayı kendi ihtiyaçları çerçevesinde egemenliği altında tutmaya çalışırken dış gerçekliği hesaba katmaya zorlanır. İşte bu çerçevede kendini “geçiş nesnesi” ile gösteren “geçiş olgusu” önemli bir ara aşamadır.

Geçiş nesnesi konusunda erişkinlerle çocuk arasında örtük bir anlaşma meydana gelir. Erişkinler çocuğun geçiş nesnesi üzerindeki kayıtsız egemenliğini tanırlar. Geçiş nesnesi ne tümgüçlü bir kontrole tabidir çocuk açısından, ne de büsbütün, egemen olamadığı dış dünyaya aittir.

Geçiş deneyimi kendini çocuğun oyun kapasitesinde de gösterir. Erişkinlikte kendi fantezileriyle, fikirleriyle oynamak gibi işlevlere ve yaratıcılığı kavramaya ışık tutar.

Winnicott’a göre geçiş deneyimi içsel olanla dışsalın, tümgüçlülük ile gerçekliğin, mutlak yaratıcılıkla zorunluluğun arasında yer alan paradoksal bir konum oluşturur. Bir insanın yaratıcı kapasitesi çocukluğun oyun gücüyle örtüşür bu alanda – oyun ne içseldir ne de büsbütün dış gerçekliğe aittir. Çocuk oynamakla daha sonraları kültürel yaratıcılığın temeli olacak bir aktiviteyi gerçekleştirmektedir. Winnicott’a göre gerçek sağlıklı insan, paradokslarla birlikte yaşayabilen, oynayabilen, yaratabilen insandır.

İşte Türkçesini sunduğumuz bu kitap özellikle geçiş olgusu ile yaratıcılık arasındaki ilişkiyi inceleyen ama aynı zamanda Winnicott’ın temel görüşlerini özetlemek bakımından da ön plana çıkan bir eserdir.

Winnicott’ın daha sonraki yazarlar, söz gelimi Masterson ve bilhassa Kohut üzerindeki etkileri ise ilginç bir araştırmanın konusu olabilir.

Notlar

(1) Greenberg J. R. ve Mitchell S.A., Object Relations in Psychoanalytic Theory, Harvard Un. Press, 1993. Yukarı(2) Winnicott, D. W., Human Nature, Free Asso. Books, Londra, 1988. Yukarı(3) Winnicott, D. W., “The Capacity to be Alone”, The Maturational Process and The Facilitating Environmentiçinde, I.U.P., New York, 1965. Yukarı(4) Winnicott, D. W., “Ego Distorsion in terms of True and False Self”, The Maturational Process…içinde.

Yazının Kaynağı: https://www.metiskitap.com/catalog/text/56976

D.W. Winnicott İle İlgili Hazırladığımız Video İçin :

Bebekler ve Anneleri

Bu eserde Winnicott, bebekler ve anneler arasındaki ilişki ve bebeğin doğum esnasında ve hemen sonrasında vuku bulan psikolojik süreç hakkında geliştirdiği düşüncelerini ilk kez bir araya toplar. Doğrudan yaklaşım tarzıyla her bebeğin asgari ihtiyacı olan emzirilmeyi, ilk diyalog ve “rüya için malzeme” olarak ele alır. Öte yandan psikanaliz ve ebelik, kişiliğin ilk işaretleri ve sözsüz iletişimin doğası üzerine tartışır. Kısacası bu eser, bütün ebeveynler, ebeveyn adayları ve bebeklerle ilgili inceleme ve gözlem yapan herkesi ilgilendiren bir çalışma.

Kitabın İçeriğine Göz At : https://www.kitapyurdu.com/kitap/bebekler-ve-anneleri/347396.html&filter_name=winnicott

İnsan Doğası

,Keşifleriyle psikoloji ve psikanaliz literatürünü derinden etkileyen Winnicott, doktorları ve uzmanları bilgilendirmek için birçok kitap ve makale yazdı, sayısız seminer ve konferans verdi, bunun yanında ebeveynler için de bulduğu her fırsatta radyo programları yaptı. İnsan Doğası, Winnicott’un vefatından önce yazdığı son kitabıdır. Bu çalışmada psikanaliz kuramının temel konularını yani psişe-soma ilişkilerini, Oedipus kompleksini, çocuk cinselliğini, bilinçdışını, depresif konumu, manik savunmayı, geçiş nesnelerini vb. işliyor. Dolayısıyla bu eser, hem kuramsal hem de uygulamalı elli yıllık bir çalışmanın, insan doğası anlayışını gözler önüne seriyor.

Kitabın İçeriğine Göz At: https://www.kitapyurdu.com/kitap/insan-dogasi/434100.html&filter_name=winnicott

Çocuk Aile ve Dış Dünya

Winnicott bu eserinde, anne ve bebek arasındaki sevgi bağıyla başlayan çocukluk döneminin temel ilişkilerini araştırır. Yazar için bu ilişkiler kişiliğin gelişimi adına son derece önemlidir. Ağdalı ve resmi bir anlatıma girmeden, sohbet rahatlığında; beslenme, ağlama, oyun, bağımsızlık ve utanma gibi günlük meseleleri açıklar. Bunun yanında çalma ve yalan söyleme gibi ciddi sorunlara da eğilir. Winnicott, ebeveynlerin doğuştan gelen yeteneklerine vurgu yapar, ayrıca bu yetenekleri öğrenilmesi gereken kabiliyetlerden özellikle ayırır. Karakteristik zeka ve içgörü üzerinden, saldırganlığın, bağımlılık korkusu ile bunların yetişkinlikte neden olacağı talihsiz sonuçların ve çocuğun içindeki ahlakiliğin köklerini ortaya çıkarır.

Kitabın İçeriğine Göz At : https://www.kitapyurdu.com/kitap/cocuk-aile-ve-dis-dunya/336824.html&filter_name=winnicott

Başlangıç Noktamız Ev

Britanya’nın belki de en yetenekli ve en yaratıcı psikanalisti olan Winnicott, bu eserinde çocukların zihinlerine ve zihin yapılarına dair edindiğimiz bilgileri kökünden değiştirecek söylemler geliştiriyor. Daha önce yayınlanmamış konuşmalarından ve zor ulaşılan gazete ve dergi makalelerinden derlenmiş bu eser, “Sağlıklı Birey Kavramı”, “Depresyonun Değeri”, “Umut Belirtisi Olarak Çocuk Suçluluğu” gibi başlıkları işliyor. Winnicott ayrıca “savaş”,“özgürlük”, “demokrasi” ve “feminizm” hakkındaki düşünceleriyle gelişen kişiliğin hem aileyle hem de toplumla etkileşimlerine değiniyor. Anna Freud’dan Melanie Klein’a ve Heinz Kohut’a kadar fikirleri birçok ünlü psikanalisti etkilemiş olan Winnicott bu eseriyle, profesyonel sahanın ötesine geçmeyi başarmış ve dile getirdiği etkili gözlem ve tespitler sayesinde sadece eğitimcilerin değil anne-babaların da yakından takip ettiği bir psikanalist olmuştur.

Kitabın İçeriğine Göz At : https://www.kitapyurdu.com/kitap/baslangic-noktamiz-ev/347395.html&filter_name=winnicott

Bireyin Gelişimi ve Aile

Donald Winnicott, Freud gibi bir kültür ikonu değildir. Jacques Lacan gibi ateşli bir mürit grubu ve anlaşılamayan bir jargonu bulunan entelektüel bir kült figürü de değildir. Kariyeri boyunca 60 bin çocuk tedavi eden Winnicott, psikanalizi değişmez kuralları bulunan kesin bir bilimden çok, hem şiire, hem de sevgiye yakın, hayal gücüne dayanan insani bir uğraş kabul ederek diğer pratisyenlerden çok daha doğru bir yere oturtur. Kendini sözde bilimsel analistlerden ayrı tutar, “biz, tam yaşayan ve tam seven canlı insanlarla ilgileniyoruz” diye ısrar eder. Bu kitap Winnicott’un sosyal hizmet uzmanlarına, ebelere, öğretmenlere ve çocuklarla çalışan diğer kişilere yıllar içinde verdiği konferansların derlemesidir. Pratiğinin ayırıcı özellikleri olan gerçekçiliğin ve esnekliğin örneklerini verirken, bazı önemli fikirlerini anlaşılabilir bir şekilde tanımlar. Ne zaman kısa süreliğine kuramsal olsa, içi içine sığmayan bir canlılıkla ve insanın çeşitliliğinden açıkça zevk duyarak, tanımladığı gerçek vakalara dönme ihtiyacı duyar. Annelere derin saygısını da derlemenin başından sonuna kadar görüyoruz, çocuklarını anlayan anneleri bürokrasiye karşı sık sık destekler.

Kitabın İçeriğine Göz At : https://www.kitapyurdu.com/kitap/bireyin-gelisimi-ve-aile/389537.html&filter_name=winnicott

Ebeveynlerle Sohbet

En bilinen psikanalistlerden biri olan, Britanya Psikanaliz Cemiyeti üyesi D.W. Winnicott bu kitabında çocuk yetiştirmenin duygusal ve psikolojik yanlarına ışık tutuyor. Özellikle “nesne ilişkileri” alanındaki çalışmalarıyla bilinen İngiliz pediyatrist ve psikanalist D.W. Winnicott, psikanalizde olduğu gibi çocuk psikiyatrisi ve çocuk gelişimi alanlarında da önemli çalışmalara imza atmıştır. Bebek bakımına çocuk psikolojisi disipliniyle yaklaşan Ebeveynlerle Sohbet isimli bu kitap ise Winnicott’un 1955 yılından itibaren yaptığı tüm radyo konuşmalarını içeriyor. Bu kitapta ebeveynlerin, çocuk yetiştirirken karşılaştıkları problemlere dair verdiği örnekler, Winnicott’un sunduğu yorumlarla derinlik kazanıyor. Winnicott böylece çocuk yetiştirmenin psikolojik yönlerini olduğu kadar, ebeveynlerin psikolojisini de ele alarak ebeveynlerde görülen suçluluk duygusunun ve annelerin çocuklarından zaman zaman sıkıntı duymasının doğal tepkiler olduğuna dikkat çekerek ebeveynlerin içgüdülerine güvenmelerini sağlamayı amaçlıyor. Winnicott, Ebeveynlerle Sohbet’te ebeveynlerin verdiği örnekler üzerine yaptığı yorumlarda eğitici bir üsluba yer vermekten sakınarak, üvey ebeveynlik kavramı, bebeklerin parmak ya da kumaş parçası emmeleri, kıskançlık, hayır diyebilmek, annelerin sıkıntıları ve suçluluk duygusu, çocukta doğru ve yanlış algısının gelişimi ve güvenin oluşturulması gibi konuların üzerinde duruyor ve böylece çocuk psikolojisi çalışmalarına da hatırı sayılır bir katkıda bulunuyor.

Oyun ve Gerçeklik

Özgün adı: Playing and Reality

Bebekler ve çocuklarla gerçekleştirdiği yoğun klinik çalışmalardan yola çıkan D. W. Winnicott, insanın ruhsal ve kültürel gelişimine ilişkin değerli katkılarda bulunmuştur. Rüyalar, oyun oynama, yaratıcılık, kültürel deneyim, bireydeki eril ve dişil öğeler arasındaki üstü kapalı rekabet gibi birbiriyle ilgisiz görünen konular arasındaki bağı irdeleyen Winnicott’ın en belirleyici katkılarından biri, kişisel ve içsel sayılan ruhsal gerçeklikle dışsal ya da ortak gerçeklik arasındaki ara deneyim bölgesine dikkat çekmiş olmasıdır. “Geçiş Nesneleri ve Geçiş Olguları” adlı önemli yazısı çevresinde oluşturduğu Oyun ve Gerçeklik‘te Winnicott, bu geçiş aşamasının gerek bireyin yaşamındaki yerini, gerekse sanat, din, düşsel yaşam ve yaratıcı bilimsel çalışma gibi alanlarda yaşanan yoğun deneyimler içindeki payını tartışıyor. Winnicott’ın en çok gönderme yapılan yapıtı olan bu kitap, psikanalistler için olduğu kadar genel okur için de pek çok ipucu taşıyor.

Hakkında yazılmış kitap :

Psikanaliz Yazıları 23

İçindekiler

– Sunuş / Talat Parman – Önsöz / Elda Abrevaya – Bebek ve Anne Arasındaki Mekanda Öznenin Yaratılması: Winnicott’un Çalışmalarına Bir Bakış / Raşit Tükel – Pediatriden Psikanalize, İnsan Doğasından Psikanalitik Keşiflere / Dilek Özer – Bütünleşme, Bütünleşmemişlik, Bütünlüğün Yitirilmesi / Levent Kayaalp – Winnicott’un Kuramında Regreyon / Elda Abrevaya – Winnicott’un Kurmaında Ergenlik / Talat Parman – Bana Olan Davranışınız Sözcüklerden Daha Fazla Önem Taşır – İlkel Duygusal Gelişim / Donald W. Winnicott – Winnicott ve Lacan Arasında: Psikanalizin Öznesini Geri Çağırmak – Dosya Ötesi – Psikanaliz ve Gerçeklik: Psikanalizde İç ve Dış Gerçeklik ve Düşlem – Yoram Hazan’ın Anısına / To The Memory of Yoram Hazan – Ferenezi’den Kohut’a: Dillerin Karışıklığından Kendilik-Nesnesine – Özetler – Haberler-Duyurular

Çeşitli uzmanlardan Winnicott Dahil önemli makalelerinin yer aldığı bir kitap.

Çocukları Anlamak

Donald W. Winnicott , Maria Montessori, Bruno Bettelheim, Louse J. Kaplan

GENDAŞ YAYINLARI

Bebekler özellikle geceleri kendilerini yırtarcasına ağlarlar. Üç yaşına gelmiş çocuk hala altını ıslatır. Kimi çocuklar oyuncağını küçük kardeşi ile paylaşmak istemez. Kütüphaneler çocuk gelişimi ve eğitimi üzerine yazılmış kitaplarla doludur. Acaba bunlardan hangisi önemli ve işe yarardır?

Bu kitapta bulacağınız metinler, sırasıyla doğumdan gençlik çağına kadar olan gelişim yolunu adım adım kat edecek, değişik gelişim aşamalarına ışık tutacak, kardeş bağı veya arkadaşlık konularına yeni bir bakış açısı getirecektir.

Bu kitap bir yandan yol gösterirken bir yandan da sizi düşünmeye sevk edecek, psikoloji bilginizi genişletecek, çocuklarla beraber olan yaşamı daha iyi anlamanıza yardımcı olacaktır.

Kitabın İçeriğine Göz At: https://www.kitapyurdu.com/kitap/cocuklari-anlamak/2654.html&filter_name=winnicott

D.W. Winnicott İle İlgili Hazırladığımız Video İçin :