Dr. Erdoğan Çalak
Dürtü ve duygulanım konusunda üç şeyden bahsedilebilir. İnsanların varlıklarının temelini dürtüler oluşturur ve o dürtülerin varlığı insanoğlunu büyümeye, gelişmeye veya dünyaya yönlendirir. Ya böyle bir şey var, ya duygular bir takım pozitif duygular ve diyelim ki haz duygusu bizi bir yere doğru çeker. Bir de acı veren şeyler var ve onlardan kaçınırız. Bunun temelinde dünyaya yönelimimizi ‘ne yapıp ne yapmayacağımızı, neyi isteyip neyi istemeyeceğimizi bu duygulanımlar yönlendirir’ diye bir kuramdan bahsedilebilir. Bir de ilişki kuramı vardır. İlişki bir ihtiyaçtır, çok çok büyük bir ihtiyaçtır. İlişkinin kendisi çok aranan bir şeydir. İnsanın bu temel ihtiyacı bizi insan olmaya, şekillenmeye ve de gelişmeye mecbur eder, diyor. Bu üç şeyden hangisi birincil, hangisi bu temeli oluşturuyor buna bakalım.
Dürtüler olmasa, olmayacak olsa hayat çok kolaylaşırdı. Bu kadar acılı bir hayat yaşanmazdı. Dürtüler çok güçlü bir şey, bizi canlı kalmaya ve canlılığımızı hayata geçirmeye mecbur ediyor gibi geliyor. Benim gözlediğim kadarıyla, dürtülerin temelimizi oluşturduğuna inanıyorum. Ama daha önce de belirttiğimiz gibi, zaten dürtünün ayrışması denen süreç bana göre çok kritik bir şeydir. Herhalde bu pek gözlenmemiş. Bu benim dediğim şeyin çocuklukta dürtülerin karışık olması, öfkeyle cinselliğin karışık olması ve bunun ilişki içinde ayrışması düşüncesini ben bir tek Edith Jacobson’da bahsedildiğini gördüm. Çok temel almamış. Hâlbuki Kernberg’in yaklaşımında çok temel olabilecek bir şey ama belki de gözlememişlerdir. Öyle baktığımız zaman ilişkinin de ancak dürtülerin yaşanılabilir, hayata geçirilebilir düsturunu eklemiş oluyorsunuz.
Duygulanımların ilişki içinde oluştuğu muhakkaktır. Yani bütün mesele haz duymak ya da öfke duymaktan ibaret değilse ve duygulanım çeşitliliğinden, çeşitli duygulardan bahsediyorsak, bütün o duygular bir ilişki içinde oluşuyor. Zaten otistik bir çocuğa baktığımız zaman, örneğin onun duygusunun olmadığını görürüz; bir öfkesi vardır bir de hoşlandığı şeyler vardır. İnsanın da çocuğun da yapısı ne kadar primitif ise, ne kadar ilkelse öfke ve hazdan ibaret bir şey dönüyor. Ancak bu geliştikçe şekillenen bir şey diye düşünüyorum. Bir de duygulanımların insan üzerindeki yöneticiliğinden bahsediliyor. Hakikaten böyle bir şey de gözlemek mümkün. Bakıyorsunuz bazı insanları yöneten duygu, mesela herkesten kendilerini üstün hissetme ihtiyacı oluyor. Bakıyorsunuz ki beğendiği, beğenmediği şeyler, kılığı kıyafeti vs. onun üzerine kurulmuş oluyor. Bütün yapı bir duygunun etrafında örgütleniyor aslında. Bazen bütün duygulanımsal dünyasını iyi hissetme ihtiyacı şekillendiriyor. Kendini iyi hissettiren şeylere çok bağlanıyor, kendini kötü hissettiren şeylerden de devamlı kaçmaya çalışıyor. Bakıyorsunuz kişilik örgütlenmesi bunun üzerine oturmuş. Böyle bir insanın da bir sürü korkusu oluyor, aslında çok zayıf bir ego oluşuyor.
Çok nadiren bazı insanlarda bütün iç dünyalarını yöneten duygu sevgileridir. Her şeyi daha fazla sevebilecekleri bir dünya kurmaya çalışıyorlar. Mümkün olduğu kadar daha az öfke duyacakları, sevmedikleri her şeyden uzaklaşan, gittikçe daha çok sevebilmeye imkân sağlayacak bir dünya kurmaya çalışıyorlar. Duyguların insanı yöneten bir vasfı vardır. Kimse bunun farkında değil ama temel duygu ne ise bu duygunun etrafında bir kişilik yapılanması oluşur ve bir sürü şey de ona göre seçilir. Biraz dikkatli baktığınız zaman görmeye başlarsınız, duyguların böyle bir örgütleyici rolü olduğu muhakkaktır.
Temel Duyguların İnsanda Şekillenişi
Bir insanın sevecek hale gelebilmesi için muhakkak sevilmiş olması lazım. Gerçek anlamda sevgiyi tanımış olması lazım. Sevgi derken bir insanın bir insana bağlanmasını kastetmiyorum. Bazen bu yatırım öfkeli bir yatırım da olabilir. Mesela bir insanın bir insana duyduğu ihtiyacı; bu ihtiyaç çok büyük bir ihtiyaç olabilir. Yani hiç onsuz olmayacakmış gibi duyulabilir. Bunlara sevgi demiyorum. Sevgi dediğim şey tanımlaması zor bir şeydir. Şöyle bir şey oluyor: Bütün psikanaliz, özellikle Jung’da da Kernberg’de de çok sözü edilen bazı kavramlar vardır. Mesela bütünleşme kavramı, ancak kişilik yapısının merkezinde sevgi varsa olabilecek bir şeydir. Çeşitli parçaların bir duygunun yönetimine girmesi ve o yönetimde bir hiyerarşi oluşması, önceliklerin oluşması… Tabii ki bu akılla oluşmuyor kendiliğinden oluşuyor. Maksimum bütünleşmeyi oluşturan duygu sevgidir. Ama dediğim gibi bu insanın kendi kendine oluşturabileceği bir şey değildir, muhakkak birinden alması gereken bir şeydir. Yani anneden mi? Baba da olabilir tabii, illa anne olması şart değil, ama birinden alması lazım.
Erojen Bölgeler
Erojen bölgeler haz alınan bölgelerdir. Psikanalitik kuramda erojen bölgeler kuramı Freud’un libido teorisinde önemli bir yer taşır. Vücudun bazı bölgelerinin dürtüleri barındırdığı, o dürtülerin o erojen bölgelerden bu tür başka yerlere doğru dağıldığını –diyelim ki önce ağızda, sonra giderek bütün vücuda doğru yayılıyor, bebeklerde sonra anal bölgeye gidiyor, bu bütün çocuklarda böyle, sonra da cinsel organlarına gidiyor diye bir şey– böyle bir erojen bölgeler kuramı var. Şimdi benim burada söylediğim şey bu değil! Buna aykırı düşen bir şey! Ben diyorum ki erojen bölgelerdeki dürtü ve bu dürtünün anlatılan şekildeki seyahati, gelişmeyi oluşturan şey değildir. Gelişmeyi oluşturan şey aslında ilişkidir diyorum. Yani anneyle çocuk arasında kurulan ilişkidir. Dolayısıyla dürtü, bir organ düzeyinde oluşmuyor, daha ruhsal anlamda, daha soyut bir planda oluşur. Bu kadar somut ve vücuda ilişkin bir biçimde oluşmuyor. Yani sen çocuğunun vücudundaki bir yerini okşayarak dürtüsünü arttıramazsın. Eğer Freud’un dediği doğru olsa, erojen bölgenin fazla uyarılmasının çocuktaki dürtü gücünü arttırması lazım. Bence böyle bir şey olmaz; fazla okşarsa yara olur, başka bir şey olmaz yani.
Fakat daha önce belirttiğimiz gibi bazı anneler çocuğu kendine yönlendiriyor. Bu da bazı yerlerini okşayarak, ya da buna benzer bir şeye yol açıyor mu konusuna ilişkin evet böyle bir şey oluyor. Yani anne çocuğu hiç kucağına almayan bir anne ise, çocuktaki dürtüsel gelişim yavaşlar, ya da belki hiç olmaz. Muhakkak dürtünün vücuda yayılması için annenin çocukla bir meşguliyet içinde olması lazım, bir fiziksel yakınlık lazım. Bebeğin optimal fiziksel koşullarının içinde fiziksel yakınlık da vardır.
Çocuğa bakan bir dadı olması durumunda ise sorun dadının ilişki kurma kapasitesidir, annenin çocukla kurduğu ilişki kapasitesi gibi olmaz. Bir dadının ya da bakıcının çok iyi eğitilip, ‘çocuk nasıl temizlenir, nasıl kucağa alınır, nasıl okşanır, nasıl koklanır…’ falan gibi böyle fiziksel temas gerektiren şeyleri taklit etmesi sağlıklı bir insan oluşmasına yetmez. Freud’a göre yetmesi lazım. Yetmez! Özel bir dikkatin çocuğa bağlanmış olması, anne ile bebek arasında bir ilişkinin oluşmasına neden olur. Bütün mesele bence o özel dikkattir. O özel dikkati bakıcı oluşturamaz, sadece anne oluşturur. Dolayısıyla mesele fiziksel değildir. Erojen bölgeler ‘oralara bilmem nerelere gidiyor’ meselesi değildir, mesele görünmeyen bir şeydedir: İkinci dikkatte! Erojen bölgelerde, yani çocukta bir kapasite oluşuyorsa, bir ruhsal güç oluşuyorsa o gücün vücuda yayılması ve vücuda nasıl yayılacağını yine anne belirliyor. Anne bu enerjinin nasıl kullanılacağını belirleme gücüne sahiptir. Yani diyelim ki anne sıcağa, soğuğa çok duyarlı bir insansa “vay çocuk terledi” diye üstünü çıkartıyorsa “ay çocuk üşüyecek” diye giydiriyorsa, çocuk ileride en ufak ısı farkını algılayan, çabuk üşüyüp çabuk terleyen birisi olur. Buraya kadar anne çocuğunu belirler, determine (belirlemek) eder. Fiziksel olarak da determine eder ama yine de ruhsal gücü oluşturan şey annenin verdiği bakım değildir, kurduğu ilişkidir. Annenin çocuğa yönelmiş dikkatidir. Mesela hiperaktif çocuklarda, annenin dikkati bozuksa çocuk hiperaktif olur. Anne çocuktan sıkılıyorsa; anneye bakıyorsun sonra çocuğa bakıyorsun, ‘ha bu çocuk bunun çocuğu, annesi bu’ diyorsun. Ben çok gözledim. Çocuğa annenin yönlendirdiği dikkat yeterli değilse, çocuğun dikkati de yetersiz olur.
Omnipotans
Bu çok önemli bir konu ve bir o kadar da zor ve karmaşık. Diyelim ki çocuk doğduğu zaman kendini Allah zannediyor, bu şekilde doğuyor ve içinde de çok fazla öfke var. Diyelim ki anne çocuk ilişkisinde çocuktaki bu aşırı öfkeli, karmaşık dürtünün yerini daha sıcak ve pozitif bir duygu almaya başladı, yani çocuğun içinde böyle bir enerji oluşmaya başladı. Çocuk bu enerjiyi kullanıp kendisinin Allah olmadığını kabullenmeyi becerebilmelidir. Biz kendimizi çok yukarılarda hissettiren bir şeyi ancak çok pozitif bir duyguyla bırakabiliriz. İçimizde öfke fazlaysa hiçbir zaman bırakamayız. Yukarılarda tutan kendimizi kandıran şeyi, yani Omnipotans daha sonra azala azala da olsa devam eder. Yani bir sürü imkân var. Çok göremiyorsunuz onları. İnsanlar ellerinde olmayan şeyleri kendilerinden beklerler. Mesela ağlıyor, ağladığı için kendine kızıyor; ‘Yahu ağlıyorsun, ağlayacak bir şey var ki ağlıyorsun, anlat niye ağlıyorsun!’
Şimdi bu bir Omnipotans (psikolojide kişinin her şeye gücünün yeteceğini sanma durumu). Annenin çocuğa çok nasihatte bulunduğu bir durumda, aslında çocuk devamlı Omnipotans olmaya zorlanıyordur. Elinde olmayan bir şey çocuktan bekleniyordur. Çocuk hayata karşı ya Omnipotans bir durum geliştirecek ya da içindeki çocuğu uyutacak ki bekleneni yapabilsin. Elimizde olmayan şeylerin, elimizde olmadığını kabullenebilmek için içimizdeki öfkenin ya da öfkeli enerjinin azalmış olması lazım. Yani “benim elimden çok az şey gelirmiş, ben ancak şunu yapabilirmişim. Demek ki ben kendi duygularımı istediğim gibi şekillendiremezmişim. Koşullarımı doğru oluşturursam ancak duygularım da o koşullara uygun olacaktır” gibi bir tevazu da ancak o içimizdeki ruhsal enerjinin ayrışmış olması halinde mümkündür. Yoksa bunu anlarız ama bir türlü yapamayız. Yapana da bakarız, ‘ne kadar huzurlu ne kadar kendisiyle barışık bir insan’ falan deriz ama bir türlü bunu kendimizde gerçekleştiremeyiz. Dolayısıyla bu içimizdeki enerjiyle ilgili bir şeydir. Demek ki belli yapıların oluşması hem bu enerjiyle ilgilidir hem de o yapıları oluşturacak objelerle ilgilidir. Yani bir ilişkide çocuk büyümeye zorlanıyorsa; çocuk, çocuk olduğunu kabullenerek büyütülüyorsa, obje yani anne diyelim ki çocukla çocuğun kendi Omnipotansını geride bıraktıracak şekilde bir ilişki kuruyordur. Bir diğer yandan annenin içindeki sevgi enerjisinin yeterli bir düzeye gelmiş olması lazım ki çocuk kendisinin çocuk olduğunu kabullenip büyüme yoluna girsin. Bunlardan biri aksadığı zaman bu olmaz.
Diyelim ki anne hastalandı, hastaneye yatmak zorunda kaldı ve çocuğa bakıcı baktı; ya da anne bir ara hastalandı ve çocuklarına annelik yapamadı. O dönemlerde tabii ki çocuklardaki bu süreç duruyor. Daha sonra anne iyileşti ve çocukları doğru bir biçimde büyütmeye başladı ama çocuğun enerjisi bu büyütme tutumuna uygun değil, altta fazla öfkeli bir yapı var, beklenenleri gerçekleştirecek bir şey oluşturamıyor. O zaman bu çaba istenen sonucu getirmiyor, çok yavaş getiriyor, enerji ile ilgili gelişiyor. Doğru şeyler istiyor olmanız çocuğun hemen onlara cevap vereceği anlamına gelmez. Bunun çocuğun enerji sisteminde o doğru istenen şeyi kabullenebilecek, onu yerine getirebilecek bir şeye dönüşmesi lazım. O da nasıl oluyor? Annenin çocukla kurduğu ilişki içinde oluyor. Bunu kuramadığı zaman süreç duruyor.
Öfke çocuğun içindeki sevgiyi, huzuru ya da sıcaklığı yeniden hissetme ihtiyacıyla onu bozan bir şeye karşı duyduğu öfke ile gerginliğin artması ile oluşan öfke ve kendiliğinden oluşan öfke, çocuğun yapısının nitelikleri itibariyle oluşan öfke birbirinden ayrı öfkelerdir.
Eşinizi sevmek istiyorsanız, ona inanmak ve güvenmek istiyorsanız; onu, sevmenizi bozduğu zaman, ona duyduğunuz öfke aslında sevginizi muhafaza edebilmek için duyduğunuz bir öfkedir. Yani bu öfke sağlıklıdır. Bir insanda hayatın doğru gitmesi, bozulmasına izin vermemek üzere oluşan öfke, son derece sağlıklı bir öfkedir.
İnsanlar öfkeden şikâyet ederler, çocuk çok öfkeli diye çocuğu problemli diye tanımlarlar. Dinlendiğinde çocuğun öfkesi daha sağlıklı bir dünyaya ihtiyacın bir ifadesi olabilir. Buradaki problem çocuğun problemi değil, ananın-babanın problemidir. Onlar bir şeyleri doğru yapamıyorlar, çocuk da onlar bunu yapamadığı için buna öfke duyuyor. Bir de çocuğun yapısı primitif olduğu için gerçekliği kabul edemediği için gerçekliğe uygun olmadığı için oluşan bir öfke vardır. Çocukta işte bu ayrışmamış öfke demektir. Zaten o da çocuğun problemidir. Anne çocukla ilişki içinde olmadığı için bir türlü çözülemeyen ya da yardıma başvurulma nedenini oluşturan öfkedir. Öfkeyi demek ki böyle ayırmak lazım. Mesela bir insanın bir ortamda sağlıklı olarak öfke duyduğu şeyler ortam tarafından devamlı bir problem diye tarif ediliyorsa, insan hastalanır. İçinde bulunduğunuz ortam, ya da Türkiye’de bin bir türlü problem yaşıyoruz. Diktatörlüklerde olduğu gibi buna duyulan öfkeyi bir problem diye tarif edip öfkeyi cezalandıran bir tutum gösteriliyorsa, sistemde o zaman kişiliğin çökmesine, bozulmasına, geriye kaymasına, kalitenin düşmesine yol açar.
Ergenlikte çocuklar çok öfkeli oluyorlar. Her insan bunu kendinden yola çıkarak anlayabilir. Bu yaş döneminde kişi, dünyanın olduğundan daha ideal bir dünya olmasını istiyor. Aslında her şeyi olduğundan daha ideal; anneyi-babayı, insanları, gerçekliği ve tabii ki bu idealin olmadığını gördüğü için de buna bir öfke duyuyor. Ergenlik çağında tipik olarak olması gereken bir şeydir bu. Eğer bu olmuyorsa zaten kuşaklar dünyayı ileriye götüremezler. Yani bizim Türkiye’de olduğu gibi kraldan çok kralcı kuşaklar yetiştirdiğimiz zaman o memleketin geleceği bitmiştir. Hâlbuki genç, daha ideal olanı arayacak, isteyecek, ideal değil diye kızacak. Solcu olacak, sağcı olacak, bir şeyler yapacak falan filan sonra hayat gerçeğini daha kabul edilebilir düzeye geldiğinde durulacak kendi düzenini kuracak. Demek ki o yaş dönemde ergenin idealist beklentilerine hoşgörü göstermek lazım.
Tabi bir de bu yaşlarda dürtü yükü kişiye yükleniyor. Yani çocuk zaten hayatla ilgili bir zorluk içerisinde, bir de üzerine dürtüler güçleniyor, onlar biniyor, korkunç bir yük oluşturuyor! Yani bir yandan gencin ideal bir dünya beklentisi bir anlamda üzerindeki yükün çok artmasıyla tekrar başlıyor.
Ergenlik çağındaki dürtüler neden bu kadar fazla öfke oluşturuyor? Çünkü ergenlik çağının yeterliliği dünyaya yönelmeye yetecek bir yeterlilik değildir. Yani ergenlik çağındaki bir çocuğun kendi dürtülerini hayata sokup düzenli bir ilişki kurarak yaşama dönüştürmesi mümkün değildir. Daha yeterliliği yok, öğrenci henüz. Yeterlilik seviyesi oluşmadığı zaman dürtüler aile içinde kalır ve aile içindeki dürtüler muazzam korkular, öfkeler uyandırır. Çocuğun hem yakınlığa ihtiyacı var hem anneye ihtiyacı var hem de annenin yakınlığı tehlikeli olarak algılanıyor. Korkunç bir ortam! Yeterlilik ne kadar azsa çocuğun yeterliliği ne kadar aşağıda ise doğal olarak öfke de o kadar büyük olur. Şöyle denir; psikozların, akıl hastalıklarının artmasının nedeni budur.