Dr. Erdoğan Çalak
Yaşadığımız dünyada televizyonun da etkisiyle çok fazla uyaran olduğu için çocuk cinselliğini bastırmak zorunda kalır -şimdiki çocuklar daha talihsiz-. Bu durumda ruhsal enerji yeterliliğin artması için kullanılamaz hale gelir. Ruhsal enerji tekrar cinsellikle ilgili konuların merakına bağlı kalmış olur. Bu da çocukların ders başarısını düşürür, öğrenmeye ihtiyaç duydukları diğer şeylerin öğrenilmesini de engeller. Önümüzdeki yüzyılda inşallah insanlar teknolojinin getirdiklerini-götürdüklerini doğru görür. Bütün bunları bir yola koymak gerekiyor yoksa insanlık bence iyiye gitmiyor. Ortalıkta büyük görülen içi boş çok fazla küçük çocuklar var. İnsan büyürken pozitif özelliklerini güçlendirecek negatif özelliklerini söndürecek bir baskı altında büyür. Şimdi bu kalmadı. Geride bırakılması gereken teşhirci eğilimler ruhsal gelişmenin belli bir aşamasında yani 3-4 yaşında bir kız çocuğunda teşhircilik normaldir ama çocuk biraz büyüdüğü zaman geride kalır. Çocuk utanma duygusu geliştirmeye başlar ve teşhirciliğinden vazgeçer.
Aslında çocuk şunu diyordur; “ben kendimi göstererek bir haz alıyorum, ama bu hazza babamın sevgisini, tercih ederim” ve teşhirci eğilimlerini geride bırakıp normal bir kız çocuğu haline dönüyordur. Baba teşhirci eğilimlerden haz duyan bir adamsa ve röntgenci eğilimleri varsa kızına verdiği mesajlar teşhirciliğini onayladığı yolundaysa kız çocuğunun teşhirci eğilimlerini bırakması için bir nedeni kalmaz ve bunu sürdürür. Toplumun da genel olarak medyadan aldığı mesaj, bunların iyi olduğudur.
Eski Doğu Bloku ülkelerindeki bu durumu irdeleyelim mesela; Demirperde’nin yıkılmasından sonraki durumunu ele alalım. Eski Doğu Bloku ülkelerinde çalışkanlık kendini geliştirme gibi durumlar ortadan kalkmıştı. Herkes devletin verdiği maaşla çalışmak, uğraşmak, zorlanmak zorunda kalmadan, hazır yiyici bir şekle dönüşmüştü ve bence bu durum Doğu Bloğu ülkelerini çürüttü. Sovyetler Birliğinin asıl yıkılmasının nedeni insan malzemesinin II. Dünya savaşında büyük kahramanlıklar yapan daha öncesinde büyük kalkınma malzemesi oluşturan idealist bir toplumun yerine yavaş yavaş tembel, içkici, çalışmadan maaş alan bir toplum oluştu. Bu toplumsal yapıda diyelim ki baba rahatına düşkün bir adam haline döndüyse çok içki içiyorsa bu ailede yetişen ister kız çocuğu olsun ister erkek çocuğu olsun bir sürü problemli eğilim taşır. Sonra üzerindeki baskı kalkınca ortaya bir sürü kabak çiçeği gibi açılan insan çıktı. Demek ki içlerinde çürümüşler.
İnsan öyle bir varlık ki düzgün kalması, bozulmadan kalması, gelişmesini sürdürmesi için devamlı çaba göstermesi lazım, kendi haline bırakılırsa gittikçe konuştuğumuz örneklerdeki gibi olur. Bir yerde “insan” varlığı tabiata aykırıdır. Yani tabiat insanı tembel olmaya, oturup bütün gün keyif yapmaya çekerken insanın içindeki sevgiyle anne olarak, baba olarak üstlendiği sorumluluğu yerine getirmeye çalışan insan olarak tabiatın çektiği yerden yukarıya doğru varlığını sürdürmek için mücadele etmek zorunda olan bir varlıktır. Bunu iyi anlamak lazım. Dolayısıyla insan yetiştirirken ona bir şey vereceksiniz -ki onun adı da ‘sevgi’dir. O da bu kadar zorluğu göze alabilen bir yapı oluştursun. Sevgiyi az aldıysa her şey zor olur.
Tabiatın da annelik duygusu vardır. Tabiatta da pekâlâ bir hayvan yavrularını korumak için ölüyor, ölümü göze alabiliyor. Demek ki hayvanlarda da sevme kapasitesi var, ama bunu belli süreçlerde yapabiliyorlar. Yavruları büyüdüğünde kendi yavrularını yiyebiliyor ya da yavrularıyla çiftleşebiliyorlar. Aslında insan da kültürel varlığa dönüşmese benzer bir davranışa sahip olmaması düşünülemez. İnsan yavrusu da annesine bağlıdır, annesinden kopabilmesi için bir çocuğun babasına ihtiyacı vardır. Ya da annenin kendi dünyasının çok iyi forme olmuş olması gerekir ki babasız büyütülen bir çocuk dürtüsel birtakım problemler yaşamadan büyüyebilmiş olsun. Genelinde insan tabiata ait bir varlık değildir, insan kültürel bir varlıktır. Tabiatın üstünde fazlalık oluşturabilen bir varlıktır. Dilden, sanattan, insanlık kültürünün bütün üretimine bakıldığında bunun tabiatın üstüne fazla bir şey koyduğunu düşünmemiz gerekir. Ama bu da bir emek ve çabayla olur. Kendi kendine olmaz ve bu emeğin ve çabanın da devamlı olması lazım ki o kültürel birikim yıkılmasın. Aksi taktirde Sovyetler Birliğinde olduğu gibi bir çürüme oluşur. İnsanın güçlü bir varlık olabilmesi için kendi tabiatına yabancılaşmamış olması lazım. Kendi tabiatından kopmuş, dürtülerini benimsemeyen bir insan, dürtülerini yaşama sokamayan bir insan tamamen güçsüzleşir. İnsanın güçlü bir varlık olması kendi tabiatından da beslenmesiyle mümkündür.
Çocukla anne baba arasında karşılıklı baştan çıkartıcı davranışa ilişkin çarpıcı klinik bulgular, belki çocuk cinselliğine karşı süregiden kültürel tabu yüzünden, cinsel kimlik ve kültürel rol konusunda akademik çalışmalarda genellikle ihmal edilmiştir. Çocukla olan ilişkide anne baba çok önemlidir. Anneler erkek çocuğun aşkından çok memnun oluyorsa ya da babalar kız çocuğun aşkından memnun oluyorsa çocuklar büyümezler. Çünkü çocuğun yeterli olması için hiçbir sebep kalmaz. Anne baba ilişkisi çocuğun anneye babaya ihtiyaç duyduğu anne-babanın ise çocuğa ihtiyaç duymadığı sadece sevgi duyduğu ve yavaş yavaş çocuğun da onlardan görerek sevgi duymayı öğrendiği bir ilişki şeklidir. Annenin babanın çocuğa ihtiyacının artması anneliği bozar, bu durumda çocuğu büyütemezler.
Anne babanın çocuklarına çok değer vermesi, onları sevmesi, hep onları önce düşünüp sonra kendini düşünmesi ayrı şeydir; annenin babanın çocuklarını her dakika yanında tutup onlarla meşgul olması, hayatındaki boşluğu onlarla doldurması ayrı şeydir. Kadın ve erkek arasında büyük bir sevgi olmadan, birbirlerine ihtiyaç duydukları, birbirlerine sevgi duydukları bir yakınlık olmadan çocuk sahibi olurlarsa anne-babanın hayatındaki boşluğu doldurma işlevini çocuklar üstlenmek zorunda kalırlar. İlişkideki aksama da muhakkak çocuklara yansır. Kadın-erkek arasında sevgi varsa her şey doğru düzgün olur.
Çocukların anne-babanın koynunda yatmaları sakıncalı mı…
Anne kocasını çok seviyorsa zaten çocuğuyla beraber yatmak istemez. Örneğin bazı durumlarda, anne bütün gün evde yoksa çocukla ilişkisi az ise, çocuk 4-5 yaşında olmasına rağmen anne ile yakınlığını sürdürme gereksinimiyle anneyle yatıyorsa, bu çok kötü bir şey olmayabilir. Böyle bir durumda daha çok çocuğun içindeki ruhsal gelişme aşamasına bakmak lazım. Raproşman (yakınlaşma, uzlaşma) krizi –18 aylık çocuktaki ayrılma kapasitesinin henüz oluşmadığı durumdaysa– çocuğun annesiyle yatmasının bir sakıncası yoktur, gün içindeki eksikliği tamamlıyor olabilir. Önemli olan hangi ruhsal gelişme aşamasında olduğudur. Ama annenin ödipal döneme gelmiş ve o dönemi yaşayan bir çocuğu yanına alması ödipal sorunlarını ve korkularını arttırır. Çocuk zaten yalnız kalacak kapasitededir, orada anne kendi ihtiyacını devreye sokuyordur.
Ödipal dönemde anne-babanın koynunda yatma kız çocuk ve erkek çocuk farkı…
Kız çocukta bireyselleşmeyi ve ayrılma kapasitesinin gelişmesini durdurur. Erkek çocukta daha ağır ödipal sorunlar yaratır. Yani dürtülerinin annesinden çekilmesi mümkün hale gelmez. Bu durum erkek çocukta korkaklık oluşturur. Erkeklerdeki korkaklığın sebebi de ödipal sorunların çözülmemesindendir. Anne çeşitli ihtiyaçları nedeniyle çocuğu kendinde tuttuğunda erkek çocuk çok zarar görür. Depremden sonra insanların korkularıyla anne-babayla beraber yatma çok arttı, bu anlaşılır bir şeydir. Çeşitli travma durumları normal durumları bozar; intrapsişik (ruh ve akılla birlikte var olan, ortaya çıkan) bir durum mu yaşıyorlar, yoksa travma ile ilgili bir şey mi bunu ayırt etmek lazım. Çocuğun çok ihtiyaç duyduğu bir şeyi onun elinden alırsan çocuk o zaman ihtiyaç duyduğu şeyleri öldürmek zorunda kalır. Ya çok öfkeli bir çocuk olur, devamlı ağlayan bir çocuk olur, ya da ihtiyacını öldürür. İhtiyacını öldürmesi demek içine kapanması demektir. Çocuk çok fazla mastürbasyon yapıyorsa anne eksikliği var demektir. Çocuğun mastürbasyon yapmasını önlemek yerine anneyle ilişkilerinin düzeltilmesini sağlamak gerekir. O zaman bu sorun kendiliğinden çözülmüş olur.
Nesne Temsilleri
Başlangıçta çocuğun iç dünyasında bir nesne temsilleri oluşur. İnsanlara ilişkin annesinden kalkarak kendisinin ne olduğuna ait bir imge oluşur. Önce bu imgeler oluşur ve sonra bu imgeler birbirleriyle etkileşime girer. Yani çocuk nesneye (anneye) ihtiyaç duyarken yavaş yavaş kendisini annenin sevebileceği kendi ihtiyacına uygun olma zorunluluğunu hissetmeye başlar. Yani “ben, annemin beni sevmesini istiyorsam, benim de şöyle olmam lazım” demeye başlıyor. Sonra bunun içerisine içinde bulunduğu ortamdaki başka unsurları, başka ötekileri de koymaya başlıyor. Babayı da oraya koyuyor. Babayla da bir etkileşimi var ve bütün bu etkileşimler içerisinde kimi sevecek, kendisi nasıl birisi olacak o programı yazmaya başlıyor ve orada diyor ki, “ben erkeğim; hem annemi seveceğim hem babamı seveceğim, ilerde de anneme benzeyen birisiyle evleneceğim”. Bunu oluşturduğu zaman çocuk eğer erkek çocuksa karşı cinse yöneleceğini ve annesini anne yerine koyacağını, babasını da baba yerine koyacağını bütün bu yaşantısı içinde tanımlamaya başlamış oluyor. Klasik psikanalitik görüşe göre çocuk bu tanımı yaptıysa, yani “ben çocuğum, annem babam benden büyük, ben anneme değil babama benziyorum ve ben de babam gibi anneme benzeyen birini bulacağım”dediği zaman ödipal dönemi çözmüş olur. Pozitif ödipal bir çözümle ödipal meselenin tamamen dışına çıkmış olur. Çocuk, kendisini çocuk diye tanımladığında bütün çocuksu narsisistik duygularından kurtulmuş olur. Hiçbir şey bir insanın hayatını bu kadar kolaylaştıramaz. Kendisinin çocuk olduğunu kabullendiğinde, “ben çocuğum, ben daha öğreneceğim, ben mükemmel değilim” dediğinde üzerinden muazzam bir yük kalkar, büyüme yoluna girmeye başlar. Fakat bunları diyemiyorsa hayatı boyunca çok zorlanır. Çocuk bunu kendisi demez. Neden demez? Çünkü kendisi doğduğunda gözlerini açtığı zaman dünyayı yaratıyor, kapattığı zaman dünyayı yok ediyor, kendisine güç addediyor. Bebeğin muazzam bir narsisistik şişkinliği vardır. Bu şişkinlikten hiçbir varlık kendi isteğiyle vazgeçemez. Nizam böyle kurulmuş. Onu sadece anne-baba çocuğun elinden alacaktır. Anne babanın oluşturduğu ortam çocuğun kendisinin çocuk olduğunu kabul etmeye mecbur edecektir. Çocuk bunu diyebiliyorsa hayatı çok kolaylaşır ve normal bir şekilde hayatını sürdürebilen bir insan olur.
Cinsel Hazzın İçerisinde Karşı Cinsle Özdeşleşmenin de Payı Vardır
Freud, ‘erkek çocuk babayla, kız çocuk anneyle özdeşleşir’ diyor. Kernberg Freud’un söylediğinden farklı olarak anne ve baba arasındaki ilişki biçiminin de bir özdeşleşim konusu olduğunu ve çocuğun ilişki biçimiyle de özdeşleştiğini, söyleyerek bir katkıda bulunmuş oluyor. “Erkek çocuk babayla özdeşleştiğinde anneyi de bir arzu nesnesi olarak seçtiğinde ayrıca arzu nesnesiyle de özdeşleşir” diyor. Bir başka deyişle her erkeğin içinde bir kadın, her kadının içinde bir erkek vardır. Bu olmasa insanların karşı cinsi anlaması, onu sevmesi mümkün olmaz. Muhakkak ki bir insan, örneğin bir erkek çocuk hem babasıyla hem de annesiyle özdeşleşim yaşaması lazım ki annesine ve ileride evlendiği insana karşı bir duyarlılığı olabilsin.
Buradaki özdeşleşme iki tarafı da içerir. Cinsel hazzın içerisinde, karşı cinsle özdeşleşmenin de payı vardır. Bazı insanlarda bu çok öne çıkar. Mesela; kadın karşı cinsle özdeşleşip cinsel hazzı yaşayabildiği ya da erkeklerin kadınla özdeşleşip cinsel hazzı yaşayabildiği gibi uç örneklerde de cinselliği bozacak durumlar olabilir. Yani iki özdeşleşimi de içimizde taşırız.
Anneyle baba arasında ilişkide özdeşleşim denildiği zaman bu ileride kendisinin de aynı işlevi sürdürmesi mi olduğunu gösterir? Örneğin babanın anne üzerinde koruyucu bir rolü varsa yani fiziksel zorlanmaları hep kendisi üstlenip anneyi fiziksel olarak zorlanmaktan koruyorsa çocuk bunu ilişki içinde aldığı zaman bütün kız arkadaşlarına yardımcı olmaya yatkın birisi olur, ilişki biçimini de almış olur. Aynı şekilde anne ve babanın birbirine duyduğu cinsel ilgiyle de özdeşleşim olur. Bazı insanlar vardır hiçbir zaman evliliğin mutluluk getirmeyeceğine inanırlar. Anneyle baba arasında kötü bir ilişki varsa çocuk insanların birbirleriyle mutlu olabileceğine inanmayan bir insan olur ya da anne baba orasındaki mutluluğu gördüyse tam tersine kendisi de mutlu olur.
Kız çocuk da annesiyle ilk ilişkisi bu ilişkilerinde hem kendi hem de annenin rolüyle özdeşleşerek çekirdek cinsel kimliğini pekiştirdiği oranda daha sonra ödipal ilişkide babayı seçmesi kadar annenin aşk nesnesi olarak babanın yerine geçme arzusu da babayla bilinçdışı özdeşleşmesini pekiştirir. İnsan tabiatında ister kız olsun ister erkek olsun, güçlü olanla özdeşleşme eğilimi vardır. Bir aile içerisinde anne çok eziliyorsa ve çok güçsüz bir durumdaysa kız çocuklarının anneyle özdeşleşmesi çok güçleşir. Böyle bir durumda kız çocuğu ya çok ağır bir mazoşist yapı oluşturacak (mazoşist yapı aslında sevmeyi bilmeyen bir yapıdır) ya da daha erkek kimliği seçecektir. Annenin çok ezildiği ortamda büyüyen kız çocukları çoğunlukla erkeksi olur.
Tabiatta içimizde olan eğilimler hep güçlü olanla özdeşleşmeye ve güçlü olmaya yöneliktir. Bu nedenle kız çocukları ailede aile reisi baba ve onun belli bir iktidarı varsa zaten babayla da bir özdeşleşme eğilimi olacaktır diyebiliriz. İnsan yavrusu ilk üç aydan sonra taklit eğilimlerini geride bırakıp yavaş yavaş nesne imgeleri oluşturmaya başladığında zaten anneyle bir özdeşleşime girer. Yani çocukluk sürecinde her durumda ister kız olsun ister erkek her iki objeyle de özdeşleşim oluşturulur. İçimizde onları taşırız, anneye bağlılığında anneyi bir arzu nesnesi olarak seçme eğilimi de taşır. Başka sapkın eğilimler de hepimizin içinde vardır. Yavaş yavaş bunların bir kısmı öne çıkar, bir kısmı arkada kalır. Bunlar değişen durumlarda yeniden harekete geçer. Örneğin; bir savaşta, bir depremde kadın durumun altından kalkabilen bir insan olur. Bu eğilimleri zaten içimizde taşırız, hiçbir zaman yok olmaz. Koşullar gerektirdiğinde ortaya çıkar. Yani son derece karmaşık, bir sürü rengi içinde taşıyan, bu renkler bir şeye benzemese de bir formu, şekli olan, baktığımız zaman tanıyabildiğimiz, tarif edebildiğimiz bir şey ortaya çıkar. İnsan böyle bir şeydir; içinde bir sürü renk vardır. Zaten o kadar rengin içimizde olması birbirimizi anlamaya, bir filmi seyrederken dikkatimizi oraya vermeye, o filmi anlamaya, yaşadığımız bir sürü şeyden zevk almamıza sebep olur. Renklerin fazlalığı sorun değildir, ama eksikliği sorun olur…
Gelecek Hafta → İçgüdüler Dürtüler Duygulanım ve Nesne İlişkileri