Damga Çeliktaban, HT Magazin’de Erdoğan Çalak ile röportajını sayfaya taşıdı.
Psikiyatr, psikoterapist Erdoğan Çalak’ı ‘Küresel Sistemde İnsan Kalmak’ kitabından tanıdım. Uzun zamandır üzerine düşündüğüm konularla ilgili, bildiğimiz ama ifade edemediğimiz açıklamalar sunuyor kitap. İçinde yaşadığımız çağda insan olmanın zorluklarını, birçok kişinin farkında olduğu ama dillendirmediği, dillendirse de cevabını tam bilemediği “Delirdik ama bir sor neden?” haline ışık tutuyor. Dedim bir de gidip yüz yüze konuşayım, dünyanın ve insanın neden olduğu gibi olduğunu… Güzel bir sohbet çıktı.
İnsan türü olarak ne durumdayız?
Dünya 8 milyar insanı beslemiyor, taşıyamıyor. 8 milyar insanın canlı kalması, karnını doyurulabilmesi, dünyanın mevcut kaynaklarıyla sağlıklı bir şekilde yaşayabilmesi mümkün değil. Bu da gezegenin bütün kaynaklarının hızla tüketilmesine, dünyanın çöplüğe dönüşmesine, bir sürü gereksiz malın veya işin ayakta tutularak sistemin yürü- yormuş, dönüyormuş gibi yapılmasına yol açıyor. Gezegenin kaynaklarının taşıyabileceğinden daha fazla yükü üstlenişi bir tehlike. İnsanların bugün çalışabiliyor olması, aç kalmaması için bulunmuş olan yollar da çıkmaza yol açıyor. Endüstriyel tarım, GDO’lu gıdalar, toprağın verimsizleşmesi hep ucuz gıda için. Ucuz gıdaya ulaşma yolunda kaynaklar sömürülüyor ama bundan vazgeçelim dersek büyük bir gıda eksikliği oluşmaya
başlar ve dünyada ancak çok fazla parası olanın hayatta kalma şansı olur. Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık. Öyle işte.
‘Devletlerin sonu geldi artık’
Dünyayı kurtarıp tüketimi mi azaltalım yoksa insanları heba edip dünyayı mı kurtaralım gibi bir duruma geliyor…
Madem bu gezegenin
üzerinde yaşıyoruz aslında bu gezegenin kaynaklarını ve geleceğini de düşünmek durumundayız. Ama bir yandan da bu insanlar ne olacak? Sistem her yerde minimum masrafla maksimum gelir elde etme mantığıyla çalışıyor. Şu andaki sistem insanları besliyor ama bu gezegenin tüketilmesi ve yok edilmesi pahasına. Diğer boyutta da Iphone 8 çıkıyor. “3, 5 ve 7 çalışıyor. Ne lüzumu var 8 yapıyorsun?” denince, “Yapılmasa işsizlik olur” deniyor. İşsizlik demek yabancı düşmanlığı demek, açlık demek, sefillik demek. Yani olan problem sürekli kendini üretiyor. Yapay bir bolluk, teknolojinin hesapsız kullanılması, tamamen kâr ve para kazanma amacıyla her bulunan gelişmenin servis edilmesi bütün dünyanın dengesini bozdu. Gezegende “10 ya da 50 yıl sonra ne olacak?” diye soran yok. Dünya düzeni değişmeden bunlar düzeltilir mi? Dünya kaynaklarının çok eşitsiz bir kullanımı var, elinde para olanlar öte tarafları harabeye çeviriyor. Kimse bunları düşünmek istemiyor ve kimse de gündeme getirmiyor.
Hep sığ sorunlarla uğraşıyoruz yani…
Barış isteyenler, insan severler veya yardım kuruluşları var. Marjinal gözüyle bakılıyor. Yüzlerle, binlerle sayılabilecek sayıda insan en fazla. Diğer insanlara
bu konular intikal etmiyor. Bana sorarsan devletlerin sonu geldi artık. Bütün dünyayı yönetebilecek ve gözetecek başka bir sisteme geçilmesi gerekiyor. Her devletin kendi çıkarını düşündüğü, ordusuyla orayı burayı işgal ettiği dünyanın sonu geldi aslında. Çünkü her devlet ya da toplum kendi çıkarını düşündüğünde büyük felaketlerle gezegenin sonunu getirecek bir yola girmiş oluyoruz.
‘Yeni bir dünya sistemi kurulacak’
Nasıl olacak peki?
Herkesin iyiliğini düşünen, insanların inanıp güvenebileceği yeni bir dünya sistemi kurulacak ve bazı kurallar konacak. Ancak “Kendi çocuğuma kendim bakacağım” diyenlerin çocuğu olabilecek. Ebeveynlik ehliyeti olacak; kişinin kendine bakıp bakamadığı, kendini ne kadar sevdiğinden yola çıkarak doğurduğu çocuğu sevip sevemeyeceğini söylemek mümkün. Mesela en basitinden sevgi nedir? Bir insana duyduğumuz ihtiyaç ne? Bir insanı kendi parçamız yaptığımızda onu sevmiş mi oluyoruz? Bunlar tartışılmıyor. Farkına varıp tartışmaya başlamak lazım ki bu herkesi kapsayan ortak çözüm üretme mecburiyeti gündeme gelsin.
“Yaşamımızın anlamı ne?” sorusuyla başlasak olur mu?
Önemli bir soru bu. Nasıl çocuklar oyuncaklarla mutlu olmuyor, oyuncak annenin, babanın yerini tutmuyorsa, cep telefonu,
bilgisayar, araba gibi şeyler de bir insanı mutlu etmeye yetmez. En azından bunu fark ederiz belki.
‘Anneyle bağ sevgiyi doğurur’
Peki biz niye satın aldığımız şeylerle mutlu olacağımızı sanıyoruz?
Dünyada en nadir olan şey gerçek bir sevgi enerjisi. Bu enerji eksik olduğu için anlık çıkarlara, o anki kendini iyi hissettirecek şeylere doğru kayıyoruz. Böyle olunca o boşluk oyuncakla doluyor.
Kitabınızda annesi tarafından bakılmayan çocukların sevgi ilişkisinde mutlu olmayı öğrenemeyeceğini ve tüketime yöneleceğini yazıyorsunuz. Artık çocuklar çok zamanlarını bakıcılarla geçiriyor, annelerini işten kalan zamanlarda görüyorlar. Bu yaşayışın sonuçları neler?
Annesi tarafından büyütülen bebek anneyle bir ruhsal bağ kurar ve o bağ üzerinden de çocuğa pozitif bir enerji akar. Sevgi enerjisi yüksek olunca haset enerjisi azalır. Yeterli annelik almamışsa veya annenin çocukla bir bağkuramadığı durumlarda
insanın kendiyle ilişkisi zayıf olur. Kendi dünyasında ne olup ne bittiğini, çektiği acının nereden kaynaklandığını, niye sıkıntı duyduğunu, neyin eksik olduğunu algılamakta zorlanır.
Sisli bir iç dünya içinde salınır gider yani?
O sisli dünyanın görülen, tanımlanabilir, dile getirilebilir bir dünya olması annenin bebeğini görmesi, duyması ve anlamasıyla öğrenilir.
‘Bebekle ilişki kuramayanlar var’
Anneanne aynı fonksiyonu yerine getiremez mi?
Annenin farkı kendi karnında büyüttüğü bebeği normal koşullarda parçası gibi algılaması. Bu da otomatikman bir bütünleşme ilişkisi kurmasına sebep olur.
Zaten bebek de ilk yıllarında anneyi parçası sanıyor…
Bu bütünleşme duygusuyla bebek doğum travmasını minimuma indirger. Otizm, bebeğin annenin kendi parçası olmadığını çok erken anlaması olarak tarif edilebilir mesela. Gerçek onu yakıyor: Annem ayrı bir insan, ben ayrı bir insan. Otizmde anne bebek bütünleşme ilişkisini kuramıyor.
Karındayken mi yoksa doğduktan sonra mı?
Normal şartlarda anne eğer iyi bir annelik aldıysa, karnındaki bebek kıpırdanmaya başladığında onunla ilişki kurma kapasitesi var. Ama hamile olduğunun
idrakında olmayan ya da işine gücüne kaptırıp bebekle ilişki kuramayanlar da var. Bir kısmı doğumla beraber bebeği görünce ilişki kuruyor, bir kısmı onu da beceremiyor.
Bağ kuramadığının farkında da olmuyor mu bu insanlar?
Bebeğe sadece bakım veriyor. Acıkmıştır, susamıştır filan diye bebeği hayatta tutmaya çalışıyor ama o ilişki kurulmuyor. Kurulmadığında bebeğin içindeki haset enerjisi çok fazla kalıyor. Ve bugünkü küresel sistem insanlarda birbirine karşı haseti kaşıyarak ayakta kalıyor. “Başkaları bendekini görsün, haset etsin” diyorsun. Bu bir üstünlük ve statü olmaya başlıyor, bir yandan da haset etmeyeyim diye her beğendiğini almaya kalkışıyorsun. O da muazzam bir tüketim ortamı oluşturuyor ve bunu yapabilmek için çalışmak zorundasın. Dolayısıyla da çocuğuna da başkası bakıyor. Çocuğun da aynı senin gibi hasetli bir enerjisi olacak o da aynı şeyleri yapacak. Bu da devamlı kendini üreten bir çıkmaz.
‘Haset, sahibini yok eder’
Haset ile kıskançlık arasında ne fark var?
Kıskançlık şu: Birini seversin onun başkasıyla ilgilenmesi sende bir öfke uyandırır. Sevdiğin insanın ilgilendiği kişiye öfke duyarsın. Dolayısıyla kıskançlık aslında sevgi nesnesinin kendisine değil çevresine hissedilir. Hasetteyse
sevgi nesnesinin kendisine dönen bir öfke var. Haset, sevgi nesnesini yok etmek ister. Sevgi nesnesi yok olunca insan hastalanır. İnsan doğduğu andan itibaren başka bir insanla ilişkisi üstünden var olabildiği için, bebek önce anne daha sonra sevgili, eş ile ilişki kurar. Arkadaş, dost ilişkileri de var ama o ilişkilerde derinlik daha az. Özel hayata doğru gittikçe bağlılık, beklentiler ve derinlik artar. Bir insanın o derinlik yaşanmadan mutlu olması mümkün değil. Var oluşuna ters; bu ancak otizmli için mümkün…
Çalak artan tüketim hevesi ve teknoloji bağımlılığının özel hayatı sabote ettiğini ve bir kısırdöngüye yol açtığını şu sözlerle
anlatıyor:
“Bugün insanlık sevmek yerine oyuncaklarla oyalanmaya çalışan çocuk halinde. Böyle büyüyen insanlar ailenin ortadan kalkmasına zemin hazırlıyor. Birisi bir odada maç seyrederken, diğeri başka bir odada dizi izliyor; karı- koca arasındaki bağ gittikçe zayıflıyor, birbirine olan yatırımı azalıyor ve bu da uzaklaşmaya yol açıyor…”
Peki ya cinsellik?
Aşkın soyu tükenirken cinselliğe de ihtiyaç kalmıyor. İlişki başlıyor, 3 gün sonra sıkılmaya başlıyorlar. İhtiyaç kalmadı, dürtü kalmadı. Erkekler mastürbasyonla, kadınlarsa dürtüsüzlükte rahat ediyorlar. İnsan ilişkisinin bu kadar kıymetsizleştiği başka bir dönem olmamıştır. Bir insana ihtiyaç duymak yerine oyuncaklara yöneliyor… Telefonunu eline alıp onunla meşgul oluyor, günlerini, gecelerini böyle geçirebiliyor. Ne oluyor o zaman, hayatında bir şeyi kullanmayı kendisi için doyum haline dönüştürmüş olan insan kendisini de çok kolay kullandırtıyor. Çözüm diye aranan şeyler problemi büyütüyor. Acaba diyorum kutsal kitapların kıyamet filan dediği bu mu?
‘Çekirdek ailenin doğuşu’
Önceleri nasıldı ki?
Aslında 1950’lere kadar dünyanın sürekli geliştiğini görebilirsin. Bundan 200 yıl öncesinin aile sisteminde kadınla erkek akşamları görüşüyordu, kadınlar kendi aralarında, erkekler kendi aralarında bir dünyaları var. 1700’lü, 1800’lü yıllara gittiğin zaman idealize bir
aşk var. Verem oluyor aşkından. Ama doğru düzgün bir cinsellik, yakınlık, aşk ilişkisi yok. Çocukları yaşlı kadınlar büyütüyor, kadınlar çalışıyor. 1800’lü ve 1900’lü yıllardan itibaren çekirdek aile oluşuyor; çocuklara ailenin, annenin bakması norm oluyor ve ortaya çok parlak bir kuşak çıkıyor. Daha çok keşiflerin, icatların yapıldığı, teknolojide, bilimde sıçramaların olduğu bir döneme giriyor insanlık. Fakat başka yan tesirler çıkıyor. Bu sisteme geçildiğinde babalar kızlara, analar oğullara bir düşkünlük gösteriyor. Histeri dediğimiz bir hastalık kategorisi çıkı- yor ortaya. Daha önceki çağlarda öyle değil. Çekirdek ailenin oluşması kendi içinde bir sürü problemi getiriyor. Milliyetçilik çıkıyor. Çünkü çocuk sahibi olmanın dayandırıldığı şey topluma iyi yetişmiş, başarılı vatandaş katmak oluyor. Bu sefer yetiştirilen insanlar, Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’nda ölmek durumunda kalıyor.
Sonra?
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kadın-erkek ilişkisinin, ailenin yeniden idealize edildiği ve daha yaşanılabilir bir dünyaya çocuk yetiştirmek anlayı- şında bir dönem var. 1950’lerin başıyla 60’ların ortalarına kadar doğanlar o altın çağdan nasibini almış bir kuşak. Kadının kadın gibi olması, erkeğin erkek gibi olması veya önce çocukları düşünüp sonra büyüklerin düşünülmesi, çocukların güvenli ve iyi olduklarından emin olmadan büyüklerin kendine zaman ayırmaması gibi daha fazla sevgi içeren bir dönem bu. Ama bu dönemde sanki insanlar okula giderlerse ve eğitilirlerse zaten mutlu olurlar gibi bir anlayış başlıyor. Modernist bir damar. Çocuğa verilmesi gereken duygusal katkı yerini yavaş yavaş “İyi eğitim
görsün” anlayışına bırakıyor. Bu da bir takıntı haline geliyor. Bence önemli bir şey atlanıyor: Özel hayat bir içsel deneyim alanıdır. Özel hayat bilgiyle yaşanamaz, duygularla yaşanır.
Peki kendi duygusunu tanıyamayanlar nasıl yaşar özel hayatı?
Birbirlerini anlamayan, karşı tarafa kendini anlatamayan, kendini anlamadığı için anlatamayan insanların oluşturduğu sisteme dönüşüyor. Bireyselleşmiş toplumlarda beklentiler karşılanmayınca, aile dışı ilişkilere kayıyor insanlar. Bir insanın kalıcı bir sevgi ilişkisi götürebilmesi ve o ilişkide cinselliğin azalmadan sürdürülebilmesi için insanların minimum problemli hale gelmesi lazım.
‘Kadının aşık olabileceği gibi bir adam’
Aşk da tükeniyor diyorsunuz ya, biraz açar mısınız!
Eskiden bir erkek çocuk yetiştirilirken bir kadının âşık olabileceği bir insan olarak büyümeye çalışırdı. Onunla ilgili sorumluluk alabilmek, o sorumluluğun gereğini yerine getirebilmek gerekiyorsa onu korumak için ölümü göze almak gibi özellikleri olsun istenirdi.
Şövalye ruhu gibi mi?
Aynen. Bu ruh normal bir aile içinde büyüyen bir erkek çocuğun ruhuna işlenirdi. Yalan söylemeyen, dürüst, çalışkan, disiplinli, gereğini yapabilen, güvenli, korkuları tarafından yönetilmeyen falan filan. Bu profil kadınların âşık olacağı profildir. Kadın beraber olduğu adamda o profili ne kadar buluyorsa, o kadar cinsel hayatı
olur.
Peki buldum sanıp bulamazsa ne olur?
Bir süre sonra ilgisi kalmaz, ayrı odalarda yaşamaya başlarlar, cinsel hayatları biter. Kadın aşkla bağlanacağı adamı ister. Saçını iyi tarayan, bilmem ne marka giyip kendini görünür kılmaya çalışan birisi değildir âşık olunacak adam. Erkeğin bu ideali bırakıp iyi pazarlamacı, hiçbir şeyden eksik kalmamaya çalışan bol oyuncaklı bir şeye dönmüş olması en çok kadına kaybettirir. Kadının aşkla bağlanacağı insan kalmayınca çoluk çocuğa yönelir. İşte bu yüzden kadınlar erkeklerden daha çok antidepresan kullanıyor.
‘Sevemeyenlerin canı sıkılır’
İlişkilerdeki aşk eksikliği çocuklara nasıl yansıyor?
Anne-babaların birbirlerine olan yatırımı azalınca, çocukları bir tutunma nesnesine çevirirler. “Aşkım aşkım” diye çocuğu kendilerine bağlamaya çalışırlar ya da anne-baba arasındaki duygusal alışveriş eksikliği dünyayı o kadar sıkıcı bir hale getirir ki, çocuk oturur, bütün gün çizgi film seyreder. Ondan sonra bir ilişki kuramayacak, yürütemeyecek, ilişki ihtiyacını minimumda hissedecek ama ağır bir şekilde can sıkıntısından şikâyetçi, o can sıkıntısını gidermek için de abuk sabuk yollar bulmaya, uyuşturucuya kadar kaymaya eğilimli insanlar yetişir. Uyuşturucunun altındaki en önemli sebep can sıkıntısıdır. Can sıkıntısının sebebi de sevemiyor olmaktır. Sevebileceksin ki çocuk sevmeyi öğrensin.
‘Anneler çocuklarına nasıl bakmalı’
‘Küresel Sistemde İnsan Kalmak’ adlı kitabınızda sıklıkla
“Çocuğa ilk 3 sene annesi baksın” diyorsunuz…
Annelik tıpkı sevişme gibidir, akılla yapılmaz. İnsanın içinden gelmeli. İnsanlar eğer bir şeyi düzeltmek istiyorlarsa en önemli mesele kendi çocuklarına bakmaya çalışacaklar. Çok iyi altından kalkacaklar mı? Hayır ama çaba sarf edecekler ve bu desteklenecek. Annelerin çocuklarına kendilerinin bakmaları, toplum tarafından desteklenmeli. İsveç’te, Norveç’te olduğu gibi. O toplumlar annelerin maaşını ödüyor çünkü biliyorlar ki problemli bir çocuğun topluma maliyeti çok daha yüksek olacak.
Ya babalar?
Kocalarının desteği eksik. Kocalar eğer iyi bir annelik almadılarsa uzun süreli, kalıcı ilişkilerde eşlerini anne yerine koyma eğilimi gösterirler. Bu da cinsel hayatı bitiren sebeplerdendir. Cinsel disfonksiyonlara neden olur. Böyle bir durumda baba çocuktan uzak durur, çocuğa öfkesi olur. Ya da anneden uzak durur, iş icat eder. Bir ilişkiyi özel yapan şey insanların o derin katta uyanmasıdır. Bu da içindeki bebeksi tarafın uyanmasıdır; uyanmıyorsa ilişki mantıklı bir ilişki olur ama aşk ilişkisi olmaz. İnsan dünyasının bütün zenginliği devre dışı kalmış olur. Ondan sonra da “Canım sıkılıyor”, sıkılır tabii…
‘Bir fotoğrafın peşinde’
Kitapta insanların hayatın değil, fotoğrafın peşinde olduğunu ifade ediyorsunuz. Bu ne demek?
İnsanlara bak, herkesin fotoğ- rafı olmalı, beğeni almak peşindeler. Fotoğraf dediğin şey iki boyutlu, derinliği olmayan bir şey. İnsan bunun peşinde niye koşar ki? Duygu dünyanı çöpe atman gerekiyor fotoğraf olmak için. Eskiden ayıplanan şeylere herkes hayran hayran bakıyor artık. Bu ne demek; sistem hasta demek.
Neden oluyor bütün bunlar?
Sistemi dejenere edecek çok sebep var. Ancak ciddi bir dikkat, bilgelik ve ahlak sahibi insanlar tarafından yönetilen toplumlar bu tuzaklara düşmez. Şirketler tarafından yönetilince böyle oluyor. Bütün hikâye o. Niye bunlar oldu, çünkü dünyayı şirketler idare
etmeye başladı.
Şirketler de insanı değil, parayı önemser…
Şimdi insanlığın o şirketlerden kurtulması gerekiyor. Yetkiyi, iktidarı, onların gücünü ellerinden alması gerekiyor. Batı sistemi mesela şunun farkında: Eğer basın özgür olmazsa iktidarlar dejenere olur. Kontrol mekanizması olmayan sistemler çöker. Hem şirketlerin, hem vatandaşların, hem yöneticilerin hem de tüm dünyanın başına bela olur.