
Dr. Nevin Eracar
Klinik Psikolog, Psikoterapist, Otistikler Derneği Kurucu Başkanı ve YK Üyesi
Sekizinci rengi görmek mümkün müdür acaba gerçekten?
16. yüzyılda Kant bir soruyla irdelemişti algının sınırlılığını. Acaba evrende beş uyaran mı var yoksa sadece beş duyu organımız olduğu için mi öyle sanıyoruz? Ardından bir saptama ile devam etmişti sorgulaması: Bir uyaranın olmadığını düşünmek kör bir insanın ışık olamadığını iddia etmesine benzer! Yani mesele anlamadığımız şeyler olabileceğini anlamak!
Otizm, sırlarını bilmediğimiz bir diyardan gelen yabancı bir renk gibi işte. Bizim için şaşırtıcı, gizemli, bazen çok tanıdık, bazen bambaşka ve uzak! Farklı. Algısı, düşünmesi, korkusu, kaygısı tepkileri öylesine farklı ki, korku ve kaygı yaratıyor çoğumuzda. Bir yandan yüksek algı kapasitesi olduğunu görüyor tuhaf bir hayranlık duyu- yorsunuz. Öte yandan koskoca bir bebekle nasıl yaşanır bilememekten çaresiz kalıyorsunuz.
Bildiğimiz yollarla düşünürsek; yaşamın en erken çağın- da en yakın ilişkilerden bile vazgeçmiş bir ruhsallığın normal olarak büyüyen bir bedende hapsolmuşluğu gibi bir şey. Etrafındaki herkesin “normal” bir düzen ve hayat alışkanlıkları ile yaşamasından bile şiddetli bir kaygı ve korku duyabilen küçücük bir bebek ruhsallığından söz etmekteyiz.
Bazı eğitimlerle belki ihtiyaçları üzerinden koşullandırıl- ması ve bazı davranışları edinmesi sağlanmış olabiliyor. Hedef genellikle kendimize benzetme çabası. Normalleştirme çabası. Bu çabayı anlamak mümkün elbette! Anlaşabileceğimiz bir duruma getirmeye çalışıyoruz eğitimlerle. Ama olmuyor! Genellikle olmuyor. Belki bizlerin arasında yaşayabilmek için katlanıyorlar ve istediğimiz gibi olmak zorunda kalıyorlar…
Yani kavrayamadığımız bir şey var ki, o sekizinci renk ve biz esasen onu göremiyoruz. İç dünyasını, korkularını, meraklarını, kaygılarını, arzularını, çoğu zaman anlayamıyoruz. Sözlü dili ya çok az kullanıyorlar ya da hiç kullanamıyorlar bazıları.
Konuşabilenler, bizi şaşırtacak şeyler anlatabiliyor. 4 yaşında bir çocuk çizimlerini uzay bilgileriyle açıklarken aynı çocuğun otobüste duyduğu bir sese çılgınca ağlayarak kriz tepkisi vermesi pek anlaşılır şey değil. Bir diğeri eline eldiven giydiren annesinin ellerini bir ateş kabına soktuğunu sanacak kadar hassas bir deriye sahip. Giymiyor, ama annesi neden giymediğini tabi ki anlaya- mıyor, dayatıyor. Yine bir kriz çıkıyor.
Bütün mesele anlayamadığımızı kabul etmek ve anlamaya çalışmak. Aslında o kadar da zor değil. Bir yandan gelişimsel olarak ne durumda olduğunu izlemek, bir yandan ona kendini kendi olanaklarıyla ifade etme alanı yaratabilmek. Bu alanı açabilmek için uzun ve sabırlı bir yolculuk gerekiyor.
Erken dönemde ortaya çıkan minimal belirtileri görmek, yaşıtları gibi sosyalleşmediğini farketmek çok önemli! Yaklaşık 1-1,5 yaşlarında dikkati çekebiliyor bu özellikler. İşte tam o zamanda yakalanırsa toparlanabiliyor ruhsal aksamalar ve pırıl pırıl bir zeka, normal ve hatta biraz daha iyi bir ruhsal kapasite ortaya çıkabiliyor. Ruhsallığı onarılan çocuğun sosyal gelişimi de ilerliyor. Çevre ilişkileri rahatlıyor, aile kaygılardan kurtuluyor ve zorluklar unutulabiliyor. Tabi ki titiz özenli bir psikoterapi ve aile destek hizmeti ilmek ilmek dokunması gereken bir kumaş gibi küçük adımlarla ve sabırla işlemeyi gerektiri- yor. Adeta yeniden büyümek gibi bir onarım süreci bu.
Ama tabi ki tüm çocukların bu kadar erken farkedilemediğini de biliyoruz. Erken döneme ilişkin gelişimsel aksamalar üzerine sağlam, sağlıklı bir benlik ve zihin kurulamaz elbette. Ne var ki, çocuk hangi aşamada, hangi durumda olursa olsun, yaşam kalitesi ve ruhsal destek için yapılabilecek çok şey var. Hem kendi ruh sağlığı ve hem de ailenin desteklenmesi gerekiyor. Bunlar yapılamaz ise otistik çocuk ve aile hızla toplum- dan uzaklaşıyor. Çocuk bu eksik temelin üzerine kurulan otizm tablosu ile yaşam boyu giderek gerilemeye aile her geçen gün daha büyük zorluklara maruz kalıyor.
Kaynak : https://otistiklerdernegi.org.tr/upload/files/bulten-temmuz-2016.pdf